Görüşler

Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay yazdı: Medeniyetler çatışmasının simgesi 11 Eylül...

Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay yazdı: Medeniyetler çatışmasının simgesi 11 Eylül...

11 Eylül’ün 15. yılında nasıl bir dünya düzenine eriştik? İkiz kulelere saldırının bir manivela olarak hizmet ettiği ‘medeniyetler çatışması’ meselesi bizi nereye götürüyor? Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay kaleme aldı.

PROF. DR. ALİ YAŞAR SARIBAY

7 Ocak 2015’te Charlie Hebdo’ya yapılan terörist saldırının, New York Times’da “Fransa’nın 11 Eylül’ü” başlığı ile verilmesi ve kamuoyuna çoğu kişinin olayı “medeniyetler çatışması olarak algıladığı” şeklinde yansıtılması, 11 Eylül’ü kendiliğinden söz konusu çatışmanın simgesi haline getirmiştir. 2001 İkiz Kuleler saldırısından 15 yıl geçmesine rağmen, bu simge canlılığını hâlâ koruyor. Bununla beraber, “medeniyetler çatışması” 11 Eylül ile ortaya çıkıp, Charlie Hebdo saldırısıyla devam etmiş bir olgu değildir; tarihsel ve fikrî bir arka plana sahiptir.

11 Eylül’ün belirginleştirdiği şey, genelde Doğu-Batı arasında cereyan eden çatışmanın Hristiyan-İslâm dünyası arasındaki bir meseleye inhisar ettirilmiş olmasıdır. “İslamofobi” yaftası, söz konusu meselenin güncel politik formülasyonu olarak yürürlüğe sokulmuştur. Tarihsel olarak ve fikrî planda, adı öyle konmasa bile, Batı dünyasının kendine oluşturduğu bir dayanak zaten vardı. Örneğin, daha 1930’larda Protestan teolog Karl Barth’ın Hitler Nazizmini tanımlarken, onu ‘yeni bir İslâm, yarattığı miti yeni bir Allah, Hitler’i yeni bir peygamber olarak görmeksizin Nasyonal Sosyalizmi anlamanın mümkün olmadığını’ söylediği aktarılır. 1930’larda, bugün “İslâmi terör” yaftasıyla nitelenen herhangi bir saldırı vs. olmadığına göre Barth’ın esasen dile getirdiği, Doğu (İslâm)-Batı (Hrıstiyan) karşıtlığı bağlamında bir “medeniyetler çatışması” tasviridir. Adı “medeniyetler çatışması” ile özdeşleşen Profesör Samuel Huntington, bu tasviri teorik bir çerçeveye oturtmuş ve 1990’lar dünyasından bakarak bir öngörüde bulunmuştu.

Bu doğrultuda Huntington dünya politikasının yeni bir aşamaya girdiğini, bu aşamada devletler arasındaki mücadelenin artık ideolojik ve ekonomik değil, kültürel olacağını varsaymıştır. Huntington’a göre ulus-devletler dünya politikasının gene en güçlü aktörleri olacak fakat global düzeydeki mücadeleler farklı medeniyetlere mensup gruplar ve milletler arasında meydana gelecekti. Bu öngörü 11 Eylül İkiz Kuleler vakasıyla büyük ölçüde doğru çıktı, çünkü terörizme karşı global çapta bir savaş başlatan ABD, bu savaşı başkan Bush’un ağzından “Haçlı Seferleri” diye ilân etti. Dahası Bush, “bizden yana değilseniz, düşmanımızsınız” yaklaşımıyla dünya politikasını Carl Schmitt’in görüşlerini ispatlarcasına bir dost-düşman ayırımı zeminine oturttu.  Politikanın ontolojisine vücut veren bu ayrım aslında ABD siyaseti için öteden beri yönlendirici bir stratejik araçtı fakat 1990’larda Sovyetler’in dağılması sonucu iki kutuplu dünya politikasının son bulmasıyla kendi dünya hâkimiyetini sağlamak üzere “yeni düşmanlara” ihtiyaç hasıl oldu ki ABD 11 Eylül’de bu fırsatı kullandı. ABD, İsrail’in tarihsel gönüllü desteğine ilâveten Avrupa ülkelerini de yanına alarak, “teröre karşı savaş” politikasını tamamen “İslâmî fundamentalizme” yönelterek global çapta bir “İslamofobi”yi yaydı ve son tahlilde Huntington’u haklı çıkaran bir “medeniyetler çatışması”nın zeminini döşedi.

İslamofobi ve ötekileştirme

İslamofobi’nin yayılması hiç şüphesiz sadece reel politik bir durumun ürünü olarak görülemez. İlk başta, kapitalist globalleşmenin doğurduğu uluslararası göç hareketleri ve bu sayede oluşan sosyal, siyasal, kültürel temas alanlarının çoğalması ve genişlemesi; farklı medeniyetlere ait grupların kendi farklılarının, birbirlerini toplumsal kışkırtma unsuruna dönüştürmesi de belirtilmelidir. Saniyen, tarihsel olarak zihinlerde dışlanmış bir yer işgal ettikleri her vesileyle kendilerine hissettirilen Batı-dışı bir medeniyetten gelenlerin (ki büyük çoğunluğu İslâm medeniyetine mensup olanlardır) bir de prekarya konumunda, yani kapitalist globalleşmenin kaybedenleri olarak kendilerini gördükleri unutulmamalıdır.

Bu, “ötekileştirmeye” maruz kalmayı bir “hınç” şeklinde ortaya çıkaran önemli bir katalizördür. Çünkü, bu tür sosyal kesimler yaşadıkları toplumun hukuken vatandaşları sayılsa dahi, sosyo-kültürel olarak büyük ölçüde nüfus muamelesi görmektedirler: Kendilerine hizmet ve fayda sunulmak zorunda olunan yönetim nesneleri muamelesine tâbi tutulmaktadırlar. Bu durum, söz konusu kesimlerin yürüyebileceği şu yolları hazırlama potansiyelini her zaman içermiştir: Bunlardan birincisi, kapitalist globalizmin -ki artık ‘maddi bir medeniyet’ sayılmaktadır- patolojilerine karşı bir “siyasal maneviyat” arayışına yönelmek. Kişi ve grup hayatında dinsel referanslı toplum, insan, dünya, politika tasavvurunun ağırlık kazanması bu yolu tasvir eder. İkincisi, söz konusu patolojilerin üstesinden gelmede konformizmi, yani o patolojilerde içkin koşullara uyum sağlamayı tercih etmek; var olan toplumsal düzene eklemlenmenin çarelerini aramak. Üçüncü yol, en radikal olanıdır: Mevcut sorunlu durumun üstesinden gelmenin imkânsız olduğu algısının yoğunlaştırdığı hınç, bizatihi bu hıncın patolojik hale gelmesi ve şiddet dâhil en radikal davranışların sözde meşruiyet aracı olarak işlemesi.

Bu yollar arasında, “İslâmcılık” yaftasıyla tanımlanacak olanı birinci yoldur ki bu da “terörizm” olarak vasıflandırılmayı hiçbir şekilde hak etmez. Her şeyden önce bu birinci yol; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel olarak tezahür eden Batı hegemonyasına karşı çıkmanın, kendi medeniyet tasavvuru doğrultusunda alternatif yaratmanın fikrî düzeyde meşru, güçlü bir siyasal ifadesi olagelmiştir. Kanımca, bilinçli şekilde “İslamofobi” adı altında esas hedefe konan bu yoldur, çünkü bu yol “siyasal maneviyat” arayışı olarak sosyolog Weber’in ünlü deyimiyle, “büyüsü bozulmuş dünyanın” onarılmasında şu an Yahudi-Hristiyan geleneğinden daha önde görünmektedir.

Huntington, medeniyetlerin özünün din olduğunu da söylemişti. Bu tespit doğrultusunda bakılırsa medeniyetler çatışmasının, aslında dinler çatışması, benim buradaki tanımlamamla “siyasal maneviyatlar çatışması” olduğunu görebiliriz. Dolayısıyla, siyasal bir anomali olarak terörün ve teröristin din referansı, kendi patolojisinin sahte bir dayanağı olabilir ancak. Hatırlayalım; bazen bu dayanak, Charlie Hebdo’da olduğu gibi “ifade özgürlüğüne”, bazen camilere saldırıda görüldüğü gibi “inanç özgürlüğüne, bazen Sırbistan devlet radyo-televizyonuna yapıldığı gibi “haberleşme özgürlüğüne”, hatta bazen Bağdat kütüphanesinin yağmalanmasında vuku bulan insanlığın ortak mirasının tahribine karşı sözde manivela yapılabilir.

Siyasal maneviyat çatışması

Bu tür olaylardan kurtulmanın yolu, yani dünyamızı daha yaşanılır yapma imkânı, kapitalist globalleşmenin hemen her şeyi maddileştirdiği alanları evrensel bir adalet kavramı doğrultusunda düşünmeye başlamaktır. Her toplumun aidiyet hissi duyduğu bir medeniyetten kaynağını alan siyasal maneviyat arayışlarının, hayatın kendisi yerine geçmemesine de çalışmak ama hayatlarımızı bir siyasal maneviyat anlayışıyla restore etme imkânlarını müzakere etmeyi de meşru görebilmektir.
11 Eylül’ü, böyle bir fikrî mesaiye -maalesef bedeli ağır olmuş olsa da- günümüz dünyasında sağlanmış bir imkânın simgesi olarak da algılayabiliriz.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir