Görüşler

Prof. Dr. E. Fuat Keyman yazdı: Türkiye, Katar krizini nasıl okumalı?

Prof. Dr. E. Fuat Keyman yazdı: Türkiye, Katar krizini nasıl okumalı?

Sabancı Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Bölümü Öğretim Üyesi ve İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Prof. Dr. E. Fuat Keyman, Katar krizinin arka planındaki stratejik denklemi ele alıyor.

PROF. DR. E. FUAT KEYMAN

Türkiye, Katar krizinde çözüm için arabulucu olmak istiyor. Krizin çözümü için diplomatik hamlelerde bulunuyor. Türkiye’nin diplomasi hamleleri çözüm için yeterli olur mu, olumlu sonuç yaratır mı? Göreceğiz.

Türkiye’nin bu çabalarında ne kadar etki gücü olduğunu bilmiyoruz. Bununla birlikte, Türkiye’nin, Katar krizine diplomasi temelinde çözüm odaklı yaklaşımının ve Katar’a insani yardımının doğru olduğunu söylemeliyiz.

Bu yazıda, Katar krizine farklı bir noktadan yaklaşmak istiyorum. Katar krizi, Körfez ülkeleri arası bir kriz olmaktan daha önemli olarak, Trump başkanlığındaki Amerikan’nın, “tümüyle güvenlik-ekonomi eksenli” ve “Suudi Arabistan-İsrail-Mısır ve de Türkiye” arasında “stratejik güvenlik ittifakı” kurmaya dayalı Orta Doğu’ya bakışının uygulamaya sokulmasının ilk adımı olarak da görülmeli. 

Türkiye, vizyon ve stratejisini bu temelde geliştirmeli.

Trump’ın Orta

Doğu politikası

Donald Trump, ABD’nin yeni başkanı olarak görevine başladığı günden bugüne, Washington’da sular durulmuyor. 

Bir taraftan, iç ve dış siyaset üzerine ne yapacağı, ne söyleyeceği belli olmayan bir başkan ki bu başkan üzerine ne suçlamalar ve soruşturma talepleri bitiyor ne de yeni yönetim için önemli ve kilit yerlere atamalar yapılabiliyor. Diğer bir değişle, Washington’da, başkanlık düzeyinde ciddi boyutta “güven krizi” ve “yönetim sorunu” yaşanıyor. 

Diğer taraftandan, Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretiyle başlayan bir süreç var ki bu süreç, Obama başkanlığından farklı, hatta belli konularda zıt bir “Trump başkanlığındaki Amerika’nın Orta Doğu’ya bakışın” olacağınının işaretlerini ortaya çıkartıyor.

Washington’da yapılan tartışmalara ve ortaya çıkan gelişmelere bakarak, Orta Doğu’ya bakışta Obama ve Trump’ın başkanlıkları arasındaki benzerliklere ve farklılıklara bakalım. Türkiye, bu benzerlikleri ve farklılıkları doğru okuyarak, hem kendisinin Trump başkanlığı ile ilişkilerini doğru yere oturtmalıdır hem de Orta Doğu özelinde ve Arap Baharı genelinde dış politikasını şekillendirmelidir.

Önce benzerlikler:

Bir, Obama gibi Trump’ın da siyasi ve resmi düzeyde, ilkeleri ve stratejisi belli bir “Suriye ve “Irak politikası” yoktur.  DEAŞ’a karşı savaş Amerika için birincil amaçtır. Amerika, bu alana odaklanmaktadır.  Fakat bu, Amerika’nın Suriye ve Irak bağlamında siyasi çözüm temelinde bir politikası olduğu anlamına gelmemektedir. Amerika’nın, çatışma sonrası dönemde nasıl bir Suriye ve de Irak düşüncesinde olduğu hala muğlaktır.

İki, Obama gibi Trump’ın da askeri düzeyde bir Rakka planı olmasına rağmen, siyasi düzeyde bir Rakka politikası olmadığı artık bilinmektedir. Rakka, DEAŞ’dan alınacaktır, bu doğru. Peki, DEAŞ sonrası Rakka kimin, hangi aktörlerin kontrolü altına girecektir, nasıl yönetilecektir? Bu sorulara yanıt yoktur.  %99’aa yakın Sünni Arap olan Rakka, çatışma sonrası nasıl yönetilecektir? Obama gibi, Trump da bu konuda ne düşündüğünü açık olarak kamuyla paylaşmamıştır.

Üç, Obama gibi Trump da, Suriye’de, bugün ve yarın, Kürt aktörlerle ilişkilerini ve ittifakı olumlu ve yakın götürecektir. Bu, Rakka’nın çatışma sonrası yönetimi için de geçerlidir. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken nokta şudur:  ABD genelde Orta Doğu’ya, özelde Suriye ve Irak’a bakışında, “Kürtleri, sadece etnik değil, aynı zamanda, ve daha önemli olarak, seküler (laik) bir kimlik ve aktör” olarak görmektedir.  Kürtler de bir aktör olarak kendilerini, DEAŞ’a karşı savaşan “seküler aktör” olarak Batı’ya sunmaktadırlar. Başkan Trump, DEAŞ sonrası Orta Doğu’da Kürtleri, kendi saptamasıyla, “Radikal İslam’a karşı seküler ortak” olarak görmektedir.

Bu üç alanda, Trump ile Obama başkanlıkları benzeşmektedir.  Fakat bu benzeşmelerden daha önemli dört alanda da ciddi farklılaşma, hatta zıtlık ortaya çıkmaktadır:

Bir, Obama yönetimi İran’a, “Batı’ya ve uluslararası topluma entegrasyonu (bütünleşmesi) olumlu sonuçlar doğurabilecek bir aktör” olarak yaklaşırken, Trump yönetimi bu bakışı net biçimde bitirmiş ve İran’a “düşman, güvenlik riski ve sisteme tehdit” olarak bakacağını açıklamıştır. Suriye, Irak ve Orta Doğu’nun bugünü ve yarını için İran, Trump başkanlığınca,  “bölgeye yayılmacı politikaları engellenmesi (containment) gereken bir tehdit” olarak görülmektedir.

İki, Obama’nın başkanlığından farklı ve yeni İran politikasına paralel olarak, Trump yönetiminin Orta Doğu’ya bakışında İsrail’in güvenliği “merkezi önemde” olacaktır.  Obama döneminde sorunlar yaşayan ABD-İsrail ilişkileri, Trump döneminde yakınlaşacaktır. 

Üç, Obama’nın başkanlığından farklı olarak Trump’ın başkanlığı döneminde sadece DEAŞ değil, Hamas ve benzeri örgütleri ve Müslüman Kardeşler de,“Radikal İslam şemsiyesi altına sokularak güvenlik riski oluşturan terör örgütleri” olarak görülme eğilimindedir. Bu durum, şu iki noktayı önemli kılmaktadır: Trump’ın başkanlığı, “İslam Fobisi, ya da İslam Korkusu yüksek bir yönetim” olacaktır ve ikincisi, çok genel bir “Radikal İslam söylemi içinde, İslam dünyasına ötekileştirici ve dışlayıcı bir bakışla” yaklaşacaktır.

Dört, Obama’nın başkanlığından farklı olarak Trump’ın başkanlığı, Orta Doğu’ya ve Arap Baharı’na demokrasi, iyi yönetim, haysiyet ekseninde değil, tümüyle “güvenlik ve savaş odaklı” bir bakışla yaklaşacaktır. Güvenlik-ekonomi ekseninin temel olduğu bir yaklaşım, Trump’ın söylem ve stratejisini belirleyecektir.

Bu bağlamda şu noktayı vurgulayabiliriz: Trump’ın başkanlığı, her ne kadar Amerika içinde ve küresel dünya siyaseti geneline güven ve yönetim sorunları yaşasa da Obama başkanlığından farklı bir Orta Doğu bakışına sahip olacaktır.  Trump’ın, “tümüyle güvenlik odaklı” ve “güvenlik-ekonomi ekseninde” hareket eden Orta Doğu politikası, bir taraftan,

(1) İran’ı, engellenmesi gereken tehdit ve düşman

(2) DEAŞ, Hamas, Müslüman Kardeşleri yok edilmesi, en azından güçleri minimize edilmesi gereken Radikal İslam olarak görürken; diğer taraftan,

(3) Bu tehditlere karşı, güvenlik odaklı bir “Suudi Arabistan (ve Körfez ülkeleri)-İsrail-Mısır-Türkiye stratejik ittifak ekseni” kurmayı istemektedir. Suriye ve Irak’taki Kürt aktörler de bu ittifakın bir parçası olacak seküler aktörler olarak görülmektedirler.

Katar krizi, Suudi Arabistan tarafından, bu politikanın uygulamaya sokulmasının ilk aşaması olarak görülmelidir.  Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinde İslam ülklerine yaptığı konuşmayı ve bu ziyaret içinde imzalanan Amerika-Suudi Arabistan silah ve güvenlik anlaşmalarını hesaba katarsak,  Katar krizini, Katar’ı içine katacak şekilde ve Suudi Arabistan liderliğinde Körfez ülkeleri-İsrail-Mısır stratejik güvenlik ittifakının, İran ve Radikal İslam’a karşı başlatılma noktası olarak görebiliriz. DEAŞ’a karşı savaşın başarılı olması kadar, Katar krizi dolayısıyla Katar’ın evcilleştirilmesi, bu stratejik ittifak temelinde Orta Doğu’nın yeniden kurgulanmasını başlatacaktır.

Türkiye ne yapmalı? 

Türkiye; İranı engelleyecek, DEAŞ’ı ortadan kaldıracak, Radikal İslam’ı minimize edecek bu stratejik güvenlik ittifakına davet ediliyor; kendisinin Suudi Arabistan-İsrail-Mısır güvenlik-ekonomi eksenine dahil olması ve bu eksenin “kilit aktörü”  olması isteniyor. Suudi Arabistan-İsrail-Mısır-Türkiye stratejik güvenlik ekseninde Türkiye’nin, İran ve Radikal İslam’a karşı “kilit tampon ülke” rolünü oynaması isteniyor. 

Peki, kendi içinde 4 milyon mülteciye koşulsuz misafirperverlik yapan, DEAŞ’a karşı savaş veren, PKK-PYD-YPG ekseninde terör sorunu yaşayan, bir yıl önce kendi ülkesinde darbe girişimi yaşamış, bir dönemler medeniyetler arası savaşa karşı “medeniyetler ittifakı girişiminin” kurucu aktörlerinde olmuş Türkiye, tümüyle güvenlik odaklı bu stratejik ittifak ekseninde yer almayı kabul edebilir mi, kabul etmeli mi?

Bir yandan Rakka’da DEAŞ’a karşı savaş, diğer yanda Katar krizi: Türkiye, bu soruya doğru yanıt vermek durumundadır.  Katar krizinin çözümünde arabulucu olmak doğru tercih olmakla birlikte, önümüzde kurulan büyük strateji oyununu görmemiz, dış politikamızı bu temelde yeniden kurmamız gerekiyor.

Türkiye, doğru yanıtı bulabilir. Peki, nasıl?  Bu soruya yanıtı, gelecek haftaki yazımda vereceğim.

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir