Görüşler

Prof. Dr. Mehmet Evkuran yazdı: ‘Her yerde ve hiçbir yerde olan’ın izini sürmek!

Prof. Dr. Mehmet Evkuran yazdı: ‘Her yerde ve hiçbir yerde olan’ın izini sürmek!

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran, Fetullahçı yapının palazlandığı teolojik ve siyasi zeminin izini sürüyor, çıkarılması gereken dersleri yazıyor.

PROF. DR. MEHMET EVKURAN

İslam dini, kendini apaçık ve şüphe barındırmayan naslara dayandırmıştır. İlk İslam toplumu açıklık ve hesap verebilirlik ilkeleri üzerine kurulmuştur. Hz. Muhammed sonrası kurumsal rasyonalizasyon çabaları, asabiyet mücadeleleri baskısı altında ilerledi. Yöneticinin halka hesap vermesi, eleştiriye açık olması gibi İslam ahlak öğretisinin temelini oluşturan ilkeler aşınmaya başladı. Kısa zamanda yönetim algısı dönüştü. Yönetim Allah tarafından takdir edilen bir üstünlük olarak görüldü. Yöneticiler kendisini halka değil Allah’a hesap vermek durumunda olan bir seçkin olarak görmeye başladı. Kur’anî bir kavram olan kader sözcüğünün “cebr” anlamında yeniden yapılandırılması ve bir iman ilkesine dönüştürülmesi, halkın pasifize edilmesini sağladı.

Yöneticinin Allah tarafından seçildiği düşüncesi muhalif bir hareket olan Şiîlik’te merkezi bir kavram oldu. Öyle ki imâmet adı altında bir inanç ilkesi oluşturuldu. Yöneten-yönetilen ilişkisindeki sapma hem Şiî hem de Sünnî kültürün ortak sorunudur. Yönetici, meşruiyetini yönettiği insanlardan alır ve onların rızasıyla yönetime devam eder. Ancak Şiîlikte belirgin, Sünnîlikte ise kültürel olarak yaygın olan karizmatik lider anlayışı seçilmişlik sendromu taşıyan liderlerin ortaya çıkmasının teolojik kökenidir.

DİN MEŞRULAŞTIRMA ARACI

Yöneten-yönetilen paradigması, bir kez kutsal-kutsal olmayan arasındaki ilişki olarak kurulduğunda yönetmek kutsal bir hak, ona itaat etmek de kutsal bir görev haline gelmektedir. Bu politik teolojide, muhalefet ‘isyan’ olmasının yanında ‘küfür’dür. Meşrulaştırma aracı olarak dinin yoğun biçimde kullanıldığı İslam dünyasında, demokrasi kültürü gelişememektedir.

İslam dünyasında rasyonel politik bir toplumsal kültür geliştirme çabalarının önündeki önemli engellerin ‘sivil toplumsal yapı’ içinde yer aldığını fark etmek gerekir. Sivil toplumsal alanda kurulan kişi kültü temelli ve gizem örgütlenmesine dayanan ilişkiler, politik değerlerin kitlelere ulaşmasını önlemektedir. Hatta bir süre sonra başta siyaset olmak üzere toplumsal yapıyı ve kurumları belirlemeye başlamaktadır. Mehdi inancı geleneksel İslam kültüründeki önemli kavramlardan biridir. Bu kavram Mesih inancı ile de harmanlanmakta ve bir ahir zaman anlatısı oluşturulmaktadır.

Yöneten-yönetilen paradigması, kutsal-kutsal olmayan arasındaki ilişki olarak kurulduğunda yönetmek kutsal bir hak, ona itaat etmek de kutsal bir görev haline gelmektedir.

FETÖ/PDY kitlelere makul tanımlamalar sunmaya çalışırken, özde ve çekirdekte liderinin ‘seçilmiş bir lider’ olduğu düşüncesini oldukça güçlü biçimde işlenmiştir. Bu durumda mehdînin önüne çıkan herkes “deccal” olarak algılanacaktır. Seçilmişlik duygusuna sahip her türden grubun muhaliflerine yönelik bakış açısı, son kertede iyi-kötü savaşı bağlamında okunmaktadır. Bu savaş, olabildiğince düşünce düzeyinde devam etse de fiziksel çatışmaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Nitekim 15 Temmuz’da yaşanan kalkışma bunun bir göstergesidir. Kamu kurumlarında yerleşik cemaat üyeleri, kendilerini tasfiye etmeye çalışan hükümeti devirmek üzere harekete geçmiştir. Bu şiddet, sadece tarihsel olarak biriktirilmiş bir öfkenin salıverilmesi ile açıklanamaz. Bunun yanında derinlerde, teolojik bir kurgunun engellenmesi karşısında duyulan ‘şeytanî güçler’i yok etme duygusu yatmaktadır. Seküler nefret ve çatışmadan daha büyük ve güçlü kutsallaştırılmış bir arzu ile karşı karşıyayız.

DEĞERLER EĞİTİMİNİN ROLÜ

Tüm bu gnostik ve teolojik savrulmalar demokratik kültürün güçlenmesini ve yaygınlaşmasını güçleştirmektedir. Bu türden sorunlar, sadece politik ve kriminal önlemlerle çözülemez. Sağlıklı bir din eğitimini de içeren güçlü bir vatandaşlık eğitimine ihtiyaç duyulmaktadır. Ivan Illıch’in “okulsuz toplum” projesi aslında uzunca bir süredir ülkemizde uygulanmaktadır. Geleneksel eğitim kurumlarının kapatılıp onların yerine modern eğitim kurumlarının kurulması, dinî hassasiyeti yüksek çevrelerde alternatif arayışlar doğurdu. Kur’an’ın ve İslam inancının öğretilmesi amacıyla gizli eğitim yöntemleri geliştirildi. Din öğretiminin baskı altında tutulduğu dönemlerde, bu yöntemi izleyen yapılanmalar halk tarafından desteklendi. Kökleri Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan dinî gruplar, kurumsallaşmalarını sürekli geliştirdiler. Demokrasinin güçlenmesine paralel olarak da siyasal ve ekonomik güçlerini arttırdılar. Ancak içe kapalı işleyiş biçimleri, takiyye yöntemini şu ya da bu düzeyde kullanmaları nedeniyle açık toplum hedefleri için daima bir risk oluşturdular.

Türkiye’de üniversite çatısı altında yer alan ilahiyat fakülteleri çok değerli bir birikime sahiptir. Türkiye’deki sivil İslamî düşüncenin gelişiminde de oldukça önemli etkileri olmuştur. Akademik ve eleştirel yaklaşımlarla dinsel öğretinin, mezhebi kimliklerin, itikatların oluşum süreçlerinin ele alındığı bu eğitim kurumları, tutucu kesimlerin hedefindedir. Devlet-toplum ilişkilerinde kimlik değil birey eksenli yaklaşımların öncelenmesi gerekir. Dinî cemaatlerin örgütlenme özgürlüğü demokratik bir haktır. Ancak bu örgütlenmelerin kamu kurumlarına taşınmasına ya da sivil alanda bireysel hak ve özgürlükleri tehdit etmelerine hukuk kuralları çerçevesinde engel olunmalıdır. Elbette değerler eğitiminin önemi üzerinde durulmalıdır. Ancak bu kavramın her vatandaşın benimseyeceği ortak değerler üzerine kurulması gerekir. Değerler eğitiminin temel kazanımı, cemaat yerine cemiyete duyulan sadakat ve grup bağlılığını reddetmeksizin topluma ait olma ve sosyal sorumluluk düşüncesini içselleştirmek olmalıdır.

BİR GRUP KENDİNİ NİYE GİZLER

Kendini çok iyi gizleyen bir yapı ile ‘açık toplum koşulları’ altında rekabet etmek neredeyse imkânsızdır. Demokratik müzakere, grupların tam bir şeffaflık içinde davranmalarına dayanır. Bu olmadan talepler ve ihtiyaçların tespit edilmesi mümkün olmaz. Ulus devletin laikçi politikalarının, özellikle dinî grupları kendini koruma kaygısı ile takiyyeye zorladığı da fark edilmelidir. Bir insan ya da grup neden kendisini gizler? Zira kendi öğretisini yaymayı amaçlıyorsa, en doğru yol kendini ifade etmektir. Ancak ifade özgürlüğünün tam olarak gerçekleşmediği korku toplumları insanları takiyyeye zorlar. Takiyyeci guruplar ve takiyye kültürünü besleyen otoriter uygulamalar, sorunun ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle takiyyecilerin toplumsal yapı ve sosyal ahlak üzerinde açtığı yaraları ele alırken, onları takiyyeye zorlayan baskıcı politik sistemin de sorgulanması gerekir.

Modern zamanlarda Batıcı-laikçi yönetimlere karşı sivil direniş kapsamında hareket eden dinî gruplar birbirlerine hoşgörüyle baktı. Aslında herkes diğerinin ne yaptığını gayet iyi biliyordu. Demokratik yöntemleri ve eğitim imkânlarını kullanarak güçlenmek ve kendi insanını yetiştirmek politikası uygulanıyordu. Nurcu hareketin saygınlığından yararlanan Fethullah Gülen cemaati de bu çerçevede İslamî camianın izni, desteği ve işbirliği ile güçlendi ve kısa sayılacak bir zamanda küresel bir güç haline geldi.

İlahiyat eğitimini itibarsızlaştıran bir dilin medyada, kamu ve sivil ortamlarda yaygınlık kazanması ve özendirilmesi ciddi bir sorundur.

AK Parti iktidarı dönemine kadar devlet ve toplum içinde yapılanmasını geliştirip güçlendiren ve siyasal sorumluluk taşımayan cemaat, siyasal iktidarın imkânlarını kendi kurumsallaşması için kullanmaya devam etti. Güç savaşı kaçınılmazdı. Bazı kritik devlet kadrolarına kendi müntesiplerini yerleştirmeye çalışan cemaat, iktidarın direnişi ile karşılaştı. Yollar ayrılmakla kalmadı, gizli bir savaş başladı. 17/25 Aralık’ta cemaatin niyeti ve elinin altında tuttuğu potansiyel iyice anlaşıldı. FETÖ’nün AK Parti ile olan mücadelesinde asla geri adım atmamasının ve elindeki tüm imkânları kullanmaktan çekinmemesinin nedenleri sadece politik değildir. “Vaad edilen zafer”e inanan cemaat, teolojik kurgusu gereği adım atamazdı. Tıpkı AK Parti’nin geri adım atamayacağı gibi…

İYİMSERLİĞİN TÜKENİŞİ

Derinden yara alan kavramlardan biri de “Müslüman” ve “dindar” imajıdır. Özellikle dindar kesimler arasında yaygın olan “Alnı secdeye varan insandan zarar gelmez” düşüncesi ampirik olarak yanlışlandı. Müslüman iyimserliğinin sonu geldi. Siyasette ve bürokraside rasyonel ve realist düşünmenin ve doğru kararlar almanın önemi anlaşıldı. Camiden koşup gelen ile barlardan kopup gelen vatanseverleri kapsayan bir sosyal barış teorisinin inşası zorunludur.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir