Görüşler

Prof. Dr. Michelangelo Guida yazdı: İçe kapanan Avrupa ve Türkiye’nin yumuşak gücü

Prof. Dr. Michelangelo Guida yazdı: İçe kapanan Avrupa ve Türkiye’nin yumuşak gücü

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Michelangelo Guida, Avrupa’nın içine girdiği yabancı düşmanlığı girdabına karşı Türkiye’nin yumuşak gücünü nasıl tahkim edebileceğini yazıyor.

PROF. DR. MİCHELANGELO GUİDA

Geçen yaz, Fransa’nın bütün plajlarında ve İtalya’nın bazı belediyelerinde yasaklanan burkini, Avrupa medyasını ve sosyal paylaşım ağlarını epey meşgul etmişti. Afganistan’da kullanılan, tüm vücudu ve yüzü örten burka ile plaj kıyafeti olan bikini kelimelerinden oluşan burkini, Türkiye’de haşema olarak bilinir. Haşema, muhafazakâr kadınlara yeni bir kamusal alan yaratıp “İslami” modern tatil anlayışını doğurmuştu. Avrupa’da örtünme, genellikle toplumsal ve dinî bir baskı olarak algılandığı için bu yasak aslında kadını özgürleştirme (!) çabasının neticesi idi. Fakat burkini tartışması Batı Avrupa’da yükselen yeni bir kimlik algısını ve aynı zamanda tuhaf bir özgürlük anlayışını ortaya çıkarmaktadır.

Elbette Müslüman varlığının sembollerinin yasaklanması veya sınırlandırılması, İtalya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde yeni popülist aşırı sağcı hareketlerin yükselmesinin bir sonucudur. Ancak Müslümanlara karşı bu tavır, Batı Avrupa’da yeni bir kimlik anlayışının ortaya çıkışına da işarettir. Birkaç sene öncesine kadar Avrupa ülkelerinde çok kültürlülük revaçtaydı ve farklı kültürlerin kamusal alanlardaki varlığı hoşnutlukla karşılanırdı. Fakat söz konusu çok kültürlülükten kasıt, farklı kültürleri eşit görmekten ziyade “evrensel” - yani 19. yüzyıldan beri Avrupa’nın dünyaya dayattığı- değerlerin kabulü ve belli alanlarda ana kültüre asimilasyondur.

AVRUPA’NIN PANDORA KUTUSU

11 Eylül’de başlayan, Paris ve Brüksel katliamlarıyla devam eden sözde İslamcı terör olaylarından sonra Avrupa’daki Müslüman varlığı sorgulanmaya başlanmıştı. 2008’den sonraki ekonomik kriz, Amerika’dan ziyade Batı Avrupa ülkelerini derinden etkiledi. Bunun sonucunda kamuoyu, köklü bir toplumsal reform gerektireceği için sanayinin gerilemesinin yarattığı suni ekonomik ve sosyal eşitliği tartışmaktansa uyum sağlamayan farklı kültürel unsurlara yönelmiştir. Bu süreçte en doğal hedef ise bütün göçmenler oldu. Evvela işçi piyasasını bozan Doğu Avrupalılar hedef tahtasına oturtuldu. Ancak daha sonra kamuoyu Müslüman topluluklar üzerine yoğunlaştı. Nitekim Müslüman topluluklar, “evrensel” ve hegemonik değerlere hiç uyamadı. Bahse konu olan değerler artık Avrupa ülkelerinin kimliklerin bir parçası olduğu için bu değerleri değer olarak benimsemeyen Müslümanlar asimile edilemeyen bir düşman olarak görülmektedir. Şu halde Müslüman toplulukların farklı tesettür stilleri, Avrupa’nın dayattığı kadın modeline uymaz. İçki içmemek sosyalleşmenin en yaygın araçlarından birine karşı çıkmak, eşcinsellik ve çıplaklığa itiraz etmek evrensel (!) değerlere inatla isyan etmek veya kamusal alana dini dayatmak anlamına gelmektedir.

Biraz önce bahsettiğimiz burkini meselesi bu yeni yaklaşımın üzücü bir örneği olsa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin geçen Ocak ayında İsviçre’de yaşayan Osmanoğlu ailesi ile İsviçre hükümeti arasındaki davada verdiği karar daha çarpıcıdır. Osmanoğlu ailesi, İslami değerlere aykırı olduğu düşüncesiyle ilkokul çağındaki kızlarının, okuldaki zorunlu yüzme dersine katılımını reddetti. Zira bu eğitim karma havuzda veriliyordu. Aile alternatif üreterek ücretli özel ders ile çocuklarının bu eğitimi göreceğini taahhüt etti. Ancak Basel’deki eğitim kurumu, daha sonra yerel mahkeme, alternatif dersi kabul etmeyerek öğrencinin yüzme dersine katılımını mecburi tutmuş ve aileye para cezası kesmişti. AİHM, Basel-Stadt kanton mahkemesine hak vererek karma yüzme havuzunda eğitimin, dini özgürlüklerin sadece inanç ve ibadet özgürlüklerini kapsadığını ve kamusal alandaki davranışları etkilememesi gerektiğini düşünerek Müslüman ilkokul öğrencilerinin inanç özgürlüklerine ters olmadığı kararını vermişti. Ayrıca karma yüzme eğitiminin entegrasyonunun temel bir parçası olduğu da mahkemenin kararları arasında idi. Yani din, kamusal alana yansıyamazdı. Kamusal alana dinin girmemesi gerektiği konusunda tutarlı ve kararlı davranan Avrupa, hem Türkiye’de hem de Avrupa genelinde yeniden bir Pandora kutusu açtı. Şöyle ki Avrupa Adalet Divanı, başörtüsünün işveren tarafından yasaklanmasının özgürlüklere aykırı bir tutum olmadığını birkaç gün önce ifade etti.

Avrupa’nın yaşadığı siyasi kriz ve kamusal alanda dinî sembolleri yasaklaması karşısında buradaki Müslüman topluluklar elbette tedirginler ve ümitle Türkiye’ye bakıyorlar. Türkiye son yıllarda İslamofobi’yi şiddetle kınadı ve konunun araştırılmasını teşvik etti. Uluslararası platformlarda zulüm gören Müslüman halkların (örneğin Rohingyalar ve Gazzeliler) sesi oldu. Bunun bedeli olarak, Türkiye’nin iç siyaseti tartışmalarda doğrudan hedef olarak gösterilmektedir. Göçmenlere ve Müslümanlara karşı olan Geert Wilders’in ve sağcı Hollanda başbakanı Mark Rutte’nin Türk bakanlara yönelik çirkin ve kaba tutumları, Rotterdam’da yaşananlar bunun en bariz göstergeleridir.

Ancak dünya Müslümanlarının ümit bağladığı Türkiye’den farklı bir cevap beklenmektedir.

TÜRKİYE’NİN İMKANLARI

Son yıllarda Türkiye, Orta Doğu’da ve Avrupa’daki Müslüman topluluklar üzerinde çok ciddi bir “yumuşak güç” oluşturdu ve güven kazandı. Kuramcısı Joseph Nye, “yumuşak gücün kültür, siyasi değerler ve dış politika imajı üzerine” tesis edildiğini anlatır. Güçlü bir kültüre sahip olan Türkiye, kendi kültürünü farklı araçlarla anlatmaya başlamıştı. THY, dünyanın farklı ülkelerine yardım götüren TİKA, yurtdışında dini ve eğitim faaliyetleriyle Diyanet ve Ülker gibi küresel şirketlerle beraber Londra’nın en işlek caddesi olan Oxford Street’te bulunan Simit Sarayı veya Birleşik Arap Emirliği’nden tutun Fas’a kadar geniş bir yelpazede yayınlanan diziler Türk kültürünü sevdirdi. Ancak Batı’da bulunan Müslüman toplulukların tamamına henüz başarıyla ulaşılamadı. Örneğin, Avrupa’da İslami eğitimi düzenlemek için skolastik eğitim yerine bilimsel kaidelere daha uygun ilahiyat fakültelerine sahip olan Türkiye çok önemli bir rol oynayabilir. Bunun için de farklı üniversitelerde Uluslararası İlahiyat programları oluşturuldu ve daha çok Türk asıllı öğrencileri çekmeyi başardı. Fakat Avrupa toplumunun parçası olan ve asıl kültür köprüsü oluşturabilecek mühtedileri çekmeyi başaramadı. Dini alanda da Batı dillerinde kaydadeğer bir literatür ortaya çıkartılamadı ve meydan Vahhabi kitaplara bırakıldı. Küresel dünyada büyük devletler karşı çıksalar da bu gerçekleşebilir bir hayal olmaya devam ediyor.

Bununla beraber kendi azınlıklarını idare edemeyen Avrupa karşısında Türkiye, kendini güçlü kılan din, dil veya bölge farklılıklarını yeterince değerlendirmiyor bilakis farklı olana baskı yapıldığı görüntüsü veriliyor. Bu görüntü Türkiye’nin genel imajını zayıflatmaktadır. Örneğin 2015’de Edirne Büyük Sinagogu’nun açılışı uluslararası platformlarda büyük yankı uyandırabilecek iken bu yapılamadı. Aynı şekilde Rum Ortodoks Ruhban Okulu uluslararası bir anlaşmazlık meselesi olarak değil de uluslararası fırsat olarak değerlendirebilir. Ayrıca Kürt varlığının da nihayet kabullenilmesi ve TRT Kurdî’nin açılması yeni Türkiye’nin baskıcı değil koruyan ve yardım eden bir ülke olarak görünmesi adına önemli bir adımdır.

Türkiye’nin imajını zayıflatan başka bir unsur ise kendi dış politikasını pazarlama şeklidir. Mesela mülteci krizi ve Suriye operasyonu yurt dışında doğru anlatıl(a)madı ve düşmanca söylemlere fırsat verildi. TRT World stratejik açıdan kullanılabilecek bir araç olsa da millilikten yoksun bir kurumdur. Mesela küresel kamuoyuna el-Bab bölgesinden çok sınırlı bilgiler aktarıldı. Oysaki Türkiye’nin orada yürüttüğü mücadele sadece kendi sınırlarını değil Avrupa sınırları da korumaya yönelikti. Çok sınırlı miktarda uluslararası yardımla 3 milyonu aşkın Suriyeli mülteciyi misafir eden ülke olarak yaşanan zorluklar ve elde edilen başarılar da yeteri kadar ön plana çıkartılamadı.

Bununla beraber siyasette kullanılan ağır dil de problem teşkil ediyor. Türk kamuoyu kampanyalar döneminde o dile alışmış olsa da kullanılan ifadeler Batı dillerine tercüme edilince çok itici gelebilmektedir. Bu dil yumuşak gücün önemli bir unsuru olan işbirliği yapabilme imajına ters düşer. Tabii Kıbrıs meselesi, AB tam üyeliği veya mülteci anlaşması konusunda Türkiye ılımlı ve açık tutuma sahip olup çok ciddi hayal kırıklığına uğramış olsa da Türkiye’nin, görüşünü sakince anlatıp her zaman uzlaşmaya eğilimli görünmesi şarttır.

Sonuç olarak Hollanda’da yaşanan üzücü olaylar da maalesef daha içine kapalı ve Türkiye’ye düşmanca davranabilecek yeni bir Avrupa’nın oluşumuna işaret etmektedir. Ancak eğer sakince davranılırsa Türkiye mevcut durumu kendisi için daha büyük bir yumuşak güç yaratabilecek fırsata dönüştürebilir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir