Görüşler

Prof. Dr. Ramazan Gözen yazdı: Akademisyenin zehri: İdeoloji

Prof. Dr. Ramazan Gözen yazdı: Akademisyenin zehri: İdeoloji

Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ramazan Gözen, bilginin siyasallaşması probleminin akademik boyutunu ele alıyor.

PROF. DR. RAMAZAN GÖZEN

Ulusal ve uluslararası siyasetin karmaşık süreçler içinde bulunduğu ve bu süreçlerle ilgili herkesin bir şeyler söylediği günümüzde, özellikle Türkiye’de unutulan bir camia gibi duran akademisyenler ne durumdadır? Yüz elli bin civarındaki Türkiye akademyası, ülke ve dünya gelişmeleri hakkında ne düşünmekte ve söylemektedir? Bu sorulara net bir cevap vermek için elimizde somut bir araştırma yoktur ve böyle bir araştırmanın yapılmasının ne kadar mümkün ve kolay olduğu da tartışmalıdır. Bu nedenle, yukarıdaki soruları bir akademisyen olarak ait olduğum camianın hal ve şartlarına dair kendi gözlemlerime göre değerlendirebilirim. Görüşüme göre, gelişmelere dönük tutumları bakımından Türkiye’deki akademisyenleri kabaca iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi, akademisyenliğin temel işlevlerini ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak objektif ve özgür iradeleri ile görüş üreten akademisyenlerdir ki bunların yaptıkları bilimsel faaliyetlere “akademisyenlik” diyebiliriz. Akademisyenlik, evrensel konsensüse göre, üç alanda faaliyetler/görevler yapmayı içerir:

Birincisi, özgün ve özgür bilimsel çalışmalar, araştırmalar ve yayınlar yaparak alanındaki bilginin gelişmesine katkı yapmaktır. İkincisi, bilimsel birikimini, üretimini ve müktesebatını bilimsel ortamlarda (ki bunlar genelde üniversitelerdir) öğrencilere ve öğrenmek isteyenlere aktararak ve öğreterek onların gelişmesini sağlamaktır. Akademisyenler bunu üniversiteler içindeki bölümlerde ve programlarda sistematik bir şekilde yapmaktadır. Üçüncüsü de bilgisini, müktesebatını ve görüşlerini toplumun ihtiyaçlarına veya isteklerine sunmaktır. Akademisyenin muhatabı olan toplum, sadece kendi ulusal toplumu değil teorik olarak tüm insanlıktır. Otantik anlamıyla bir akademisyenin belli/seçilmiş bir grubu veya kitleyi değil, dünya toplumunun durumunu göz önünde bulundurarak akademik faaliyetler ve görüşler üretmesi beklenir. Üniversite kavramının kelime anlamının “evrensel/üniversal” olmasının hikmeti budur.

Bu üçüncü nokta, özellikle sosyal bilimler alanındaki akademisyenlikte büyük sorunlar, açmazlar ve anormallikler içermektedir. Zira bu alandaki hemen hemen tüm akademisyenlerin ciddi bir ikilemi bulunmaktadır. Bu ikilem; akademisyenin, öncellikle ulus-devlet, din ve milliyetçilik gibi sübjektif ve duygusal etkiler altında kalarak, kısmen de siyasi ve ideolojik önyargıların yönlendirmesiyle veya şahsi çıkar ve hesap nedeniyle, evrensel bilgi ve doğrular ile ulusal/ideolojik çıkarlar arasında sıkışmasıdır. Normal şartlarda evrensel bilgi ve doğruların savunucusu olması gereken akademisyen; ulusal, ideolojik veya şahsi çıkarlar nedeniyle bu rotadan sapmaktadır. Bu sapma, kaçınılmaz olarak, objektif bilgi ve bilimsel doğruların üretilmesi konusunda ciddi tahribat ve dejenerasyon doğurmaktadır. Bu sorunlara sahip akademik faaliyetlerin “akademisyenlik” değil, orijinalinden ayırmak için “akademisyencilik” olarak tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. Zira bu tür faaliyetler, akademik doğruları değil akademisyenlik görüntüsüyle siyasi veya şahsi hedefleri sağlama çabası içindedirler.

Bununla akademisyenin ulusal, ideolojik veya şahsi tercihlerinin, duruşlarının ve iddialarının olamayacağını iddia etmiyorum. Bilakis, her akademisyen öncelikle bir birey olarak ve hatta sempati duyduğu bir partinin üyesi olarak belli siyasi tercihlere ve ön kabullere sahip olabilir ve bunları savunabilir; bunda hiç bir sakınca yoktur. Ama sorun, akademisyenin kendi önyargılarını ve ideolojisini, evrensel olarak kabul gören temel doğruların ve ilkelerin önüne geçirmesi ve hatta bunları göz ardı etmesi, daha da önemlisi, temel ve evrensel doğruları; ulusal, ideolojik ve şahsi çıkarları uğruna tahrip ve suistimal etmesi; siyasi ve ideolojik önyargılarını korumak adına kendi toplumunun ve insanlığın kabul ettiği veya gerektirdiği doğruları ortaya koymaktan kaçınması ve böylece hem kendi toplumu hem de insanlık için zararlı sonuçlar doğuracak bir tutum takınması; bilginin/hakkaniyetin siyasileştirilmesi, şahsileştirilmesi ve ulusallaştırılması yoluyla hem temel doğruların dejenerasyonuna hem de hitap ettiği toplumu ve kitleleri yanıltarak onların yanlış yöne doğru gitmesine neden olmasıdır. Bununla da akademisyenlerin farklı görüşlere sahip olabileceğini, hatta çoğu durumda evrensel doğruların tartışmalı ve göreceli özelliğini, dolayısıyla doğrular konusunda ayrışmaların ve çatışmaların görülebileceğini göz ardı ediyor değilim. Ama birçok konuda çıplak gerçek veya bilgi olarak kabul edilebilecek, 2X2=4 benzeri temel doğruların olduğunu ve bunların reddedilmesinin, çarpıtılmasının, yok sayılmasının veya görmezden gelinmesinin akademisyenlik konumuyla uyuşmadığını iddia ediyorum. Zira akademinin hedefi siyasetin ritmine uymak değil, siyaseti bilimsel doğruların ritmine uydurmak olmalıdır.

BİLGİNİN SİYASALLAŞMASI

Bu iddiamı bizzat medya kanallarında hemen hemen her gün gözlemlediğimiz akademisyenlerin de katıldığı tartışmalarda ortaya çıkan somut durumlardan oluşturdum. Bunun en çarpıcı örneklerini Türkiye’nin son yıllarda ana gündem konuları olan iç ve dış politika tartışmalarında çok açık bir şekilde gördüm, eminim birçoğumuz da görüyor. İç politika bağlamında başkanlık ve anayasa değişikliği, dış politika bağlamında Avrupa Birliği ve Suriye sorunu konusundaki tartışmalara katılan bazı akademisyenlerin, bu konuların uzmanı olup olmadıkları sorunu bir yana, ilgili konuyu temel bilgiler ve doğrular ekseninde değil siyasi, ideolojik ve kişisel çıkarlarına göre yorumladıklarına, bu konulardaki yadsınamaz doğruların ve bilgilerin nasıl yok sayıldığına veya çarpıtıldığına sıklıkla ve şaşkınlık içinde şahit oluyoruz.

Bu akademisyenlerin hepsi değilse bile çoğunun kanallara davet edilme tercihi, program içindeki pozisyonları ve nihayet ortaya koydukları görüşler, evrensel/objektif/bilimsel kriterlere göre değil belli siyasi partilerin veya misyonun tercihlerine ve ihtiyaçlarına göre yapılıyor olduğu gözden kaçmıyor. Büyük ölçüde mensup oldukları veya görev aldıkları siyasi partinin veya ideolojinin etkisi altında kalmış akademisyenlerin savunduğu görüşleri, literatürdeki bilgilere göre değil ilgili partinin ihtiyaç ve hedeflerine göre ürettiklerini anlamak hiç de zor olmamaktadır. Akademik bir yorumcunun desteklediği partinin ve temsilcilerinin ortaya koyduğu ana düşünceyi savunmasında elbette bir mahsuru yoktur ancak temel doğrularla ve bilgilerle uyuşmayan görüşleri siyasi yandaşlık veya partizanlık adına savunmasının akademisyenlik ve akademik ahlak açısından çok mahsuru vardır. Ki bunun en hafif tabirle anlamı, en temel bilgilerin ve doğruların siyasallaştırması, ulusallaştırması, kişileştirmesi ve evrensel akademisyenlik anlayışının tahrip edilmesidir.

Herhangi bir konudaki temel doğrunun ve bilginin siyasi eğilimlere göre suistimal edilmesi sadece akademisyenlik kimliğini tahrip etmekle kalmaz, daha da önemlisi ülkeye ve insanlığa büyük zararlar doğurabilir. Bunun en dramatik örneklerinden birini genelde Suriye sorunu, özelde Türkiye’nin Suriye politikası konusunda gördük. Geriye dönüp baktığımızda Türkiye’nin Suriye politikasında, siyasetin ve hükümetin ciddi yanlışlar yaptığı artık bugün kabul edilen bir gerçektir. Hükümetin ve siyasilerin bu politikada niçin ve nasıl yanlışlar yaptıkları önemli ama ayrı bir tartışma konusudur. Bu yazının teması bakımından asıl tartışma konusu, Suriye sorunu konusunda akademisyenlerin, en azından bu konuyla ilgisi olması beklenen uluslararası ilişkiler akademisyenlerinin, siyasetin ve hükümetin politikası konusunda nerede durdukları ve savunduklarıdır.

İDEOLOJİYE GÖRE GÖRÜŞ

Medyada, basında, siyasi ortamlarda, toplum içinde veya başka kanallarda görünen akademisyenlerin önemli bir bölümünün Suriye konusunda ülkenin, bölgenin, dünya siyasetinin temel doğrularına ve bilgilerine göre değil, ait oldukları siyasi, ideolojik, ulusal ve kişisel önyargılara göre görüş oluşturdukları ve savundukları gözlemlenmiştir. Örneğin hükümetin lehindeki akademisyenler, Esad yönetiminin 6 gün ile 6 hafta arasında düşürülebileceğini, zira Esad’ın sadece yüzde yirmi sosyal tabanının olduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin Esad’ın düşürülmesi için hareket etmesi gerektiği savunurken hükümetin aleyhinde olanlar ise Esad’ın bağımsızlık mücadelesi verdiğini, hükümetin mezhepçilik yaptığını, Türkiye’nin IŞİD bağlantısı olduğunu ve Türkiye’nin Suriye sorunuyla hiç ilgilenmemesi gerektiğini iddia ettiler. Bu iddialardan hangisinin doğru olduğu tartışması bir yana, bu akademyanın görüşü ve duruşu bilimsel doğrulara göre değil ideolojik ve siyasi tercihlerine göre oluşmuştur. Suriye ve uluslararası politika uzmanı olan veya olmayan akademik kişilerin bu görüşlerinin ve konumlarının kabulü mümkün değildi, zira ne Esad’ın 6 gün ile 6 hafta içinde düşürülebileceğini iddia etmek hakikate uygundu ne de Türkiye’nin Suriye sorunu ile hiç ilgilenmemesi gerektiğini savunmak doğru/akademik bir açıklamaydı.

Akademyanın objektif ve doğru bir yerde durmaması, sadece yanlış tutumlarını değil aynı zamanda ilgili konuda doğru bir yönlendirme yapamadıklarını gösterdi. Bunun maliyeti de sadece akademisyenlerin kendilerine değil aynı zamanda tüm topluma kesildi. Suriye konusunda bilginin siyasallaşmasının acı sonuçlarını başta Suriye ve Türkiye ülkeleri ama aynı zamanda tüm bölge ve dünya toplumları çekmektedir. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un ifade ettiği gibi, “Türkiye’nin başına gelen birçok şeyin baş sorumlusu olan Suriye politikası”nın oluşumuna siyasal, ideolojik, milliyetçi veya şahsi çıkarlarına göre katkı veren akademyanın sadece bu sonuçtaki rolü bile ülkemizdeki akademisyenlik ve akademisyencilik konusunu mercek altına almayı gerektirmektedir.

Tabii ki bu sürece katkı ve destek veren ilgili medya kanallarının ama özellikle popüler televizyonların da eleştiriden uzak tutulmaması gerekir. Zira bu sürece ihtiyaçları ve reytingi açısından bakarak seçici ve kısmen de ideolojik bir programcılık yapan bu kanalların, akademisyenlerin bu yöne kaymasını teşvik ettiği göz ardı edilemez. Halbuki aynen akademik dünyadan beklendiği gibi medya da objektiflik ve evrensellik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalsaydı ve programlarını buna göre oluştursaydı elbette ki yukarıda eleştirdiğimiz anlamda bir akademisyencilik zuhur etmeyebilirdi.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir