Görüşler

Prof. Dr. Birgül Demirtaş yazdı: Popülizm kıskacındaki Berlin

Prof. Dr. Birgül Demirtaş yazdı: Popülizm kıskacındaki Berlin

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Birgül Demirtaş, Almanya’daki yeni koalisyon hükümetini değerlendiriyor.

Hristiyan Demokrat Birlik (CDU)/Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) ile Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) 14 Mart’ta kıl payıyla da olsa güvenoyu almasıyla Almanya yeni hükümetine kavuşmuş oldu. Geçen yıl 24 Eylül’de gerçekleştirilen seçimlerin ardından hükümetin kurulması neredeyse altı ayı buldu. Böylece II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk kez seçimlerden sonra hükümetin kurulması bu kadar uzun sürdü. Berlin’de aylarca hükümetin kurulamaması dünyanın içinden geçtiği belirsizlik ve dönüşüm sürecinin Almanya’ya da yansımaya başladığının önemli göstergelerinden birisi olarak düşünülebilir.

Aslında seçimlerden bu yana Almanya’nın yaşadığı zorlu hükümet kurma süreci, sadece Avrupa’nın değil dünyanın da “istikrar adası” olarak düşülen bir ülkenin küresel ve bölgesel süreçlerden nasıl etkilendiğini gösterdi. Suriye’de yaşanan iç savaş, 2015’te yaşanan mülteci krizinin de etkisiyle Alman iç siyasetinin geleneksel yapısını değiştirdi. Normal şartlar altında Almanya’nın tarihindeki federal seçimlerde CDU-CSU ve SPD, en büyük iki parti olurlar ve de kendi aralarında ya da Hür Demokrat Parti (FDP) veya Birlik 90/Yeşiller partisileriyle koalisyon hükümeti kurarlardı. Koalisyon hükümeti seçimlerden sonra kısa süre içinde kurulur, büyük farkla güvenoyu alır ve hem iç hem de dış politikada uzlaşı politikaları izleyerek istikrar adası Alman modelini sürdürürlerdi. Oysa 2017 seçimleri gösterdi ki artık Almanya’da hiçbir şey eskisi gibi değil.

2013’te kurulan aşırı sağı temsil eden ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi oylarını yüzde 4.7’ten yüzde 12.6’ya çıkartmayı başararak Almanya’nın üçüncü en büyük partisi oldu ve Federal Parlamento’da 92 sandalye kazandı. On yılların partisi FDP’yi ve Birlik 90/Yeşiller’in destek oranını geçmeyi başardı. Bütün söylemini Avroya muhalefet ve dolayısıyla Avrupa entegrasyonunun derinleşmesine muhalefet, mülteci karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve farklı bir Nazi geçmişi okuması üzerine kuran bir partinin, faşizmin tüm acılarını yaşamış ve tarihinde soykırım suçu bulunan Alman halkından bu kadar büyük destek alması, nasıl açıklanabilirdi? Üstelik, Almanya 2008 ekonomik krizinden etkilenmemiş, aksine Merkel hükümetleri döneminde ekonomisini yüzde 30 büyütmüş, işsizlik oranını da yüzde 12’den yüzde 4’e düşürmüş bir ülkede ırkçı bir parti, nasıl bu kadar ciddi bir desteği, üstelik bu kadar kısa bir zamanda kazanabilirdi?

''Geçen yıl 24 Eylül’de yapılan seçimler gösterdi ki Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrası dönemde atılan siyasetin temelleri, bugün ciddi meydan okumalarla karşı karşıya.''

Gerek Almanya’daki gerekse Fransa ve İspanya gibi Avrupa’nın farklı ülkelerindeki IŞİD eylemlerinin yarattığı güvenlik endişeleri ve 2015 mülteci krizi sırasında Almanya’nın açık kapı politikası uygulayıp bir milyondan fazla mülteciyi ülkesine kabul etmesinin yarattığı yeni durum, AfD’nin destek oranlarının sıçramasına ve böylece Alman siyasetinin geleneksel yapısının değişimine yol açtı. AfD’nin sadece sağ değil, sol seçmenden de destek alması ve de sadece aşırı milliyetçiliğin ve Neonazi dalganın daha belirgin olduğu eski Doğu eyaletlerinden değil, Batı’nın bazı bölgelerinden de –Bavyera gibi - hatırı sayılır ölçüde oy alması, durumun ne kadar karmaşık olduğunun kanıtı. Ne var ki seçimlerden sonra yapılan anketler, AfD seçmeninin önemli bir kısmının mevcut ana akım siyasi partilere kızgın olduklarından dolayı AfD’ye protesto oyu verdiklerini işaret etmekte. Şu anda Alman siyasetinde partiler arası rekabetin ana unsurunu AfD’ye kaybedilen oyları yeniden kazanmak oluşturuyor. Zira AfD’nin siyasi spektrumdaki mevcut gücünü konsolide etmesi, yaşanan sismik şoku depreme dönüştürme tehlikesine sahip.

Ana akım siyasi partilerin başka bir hedefi de AfD’yi hükümet kurma çabalarından uzak tutmak oldu. CDU/CSU ilk önce FDP ve Birlik 90/Yeşiller ile Jamaika adı verilen koalisyon hükümetini kurmayı denedi, ancak göç meselesi dâhil çeşitli konulardaki farklılıklar aşılamayınca hükümet kurulamadı. Ardından seçimlerde aldığı tarihi yenilgiyle yüzleşmek isteyen ve kendini toparlamak için hükümete katılmayacağını belirten SPD, tutum değiştirmek durumunda kaldı. Uzun müzakereler ve SPD’nin Maliye Bakanlığı’nı almak gibi kazandığı tavizler sonucunda Almanya’da yeniden “büyük koalisyon” adı verilen CDU/CSU-SPD dönemi başladı.

Bu dönemde hükümeti bekleyen başlıca iç ve dış meydan okumalar nelerdir ve yeni hükümet bu sorunlara nasıl yanıt vermeye çalışacak? Görünen o ki hem içeride hem küreselde popülist meydan okumalarla karşılaşan Almanya, yeni dönemde özelde mülteciler ama genelde Almanya’da yaşayan yabancı kökenli insanlar üzerinden kendi kimliğini tartışmaya devam edecek. Her ne kadar koalisyon sözleşmesi Almanya’nın mültecilerle ilgili hukuki kurallara uygun davranacağını ve her yıl Almanya’nın maksimum 220 bin mülteci kabul etmeye devam edeceğini belirtse de son dönemlerde yaşanan tartışmalar, sağ söylemlerin ve uygulamaların nasıl da tırmanışa geçtiğini ve bu durumun mültecilerin entegrasyon sürecini baltalayabilecek potansiyele sahip olduğunu göstermektedir.

Gıda yardımı hizmeti sunan “Tafel” adlı kurumun Essen kentindeki şubesinin, yardım dağıtımı sırasında karışıklık çıktığı gerekçesiyle geçen ay sadece Almanlara hizmet sunmaya karar vermesi dikkat çekici. Hayırseverlik amacıyla kurulmuş özel bir kuruluşun, gerekçesi ne olursa olsun yabancı karşıtı tutum benimsemesi ve buna tepki olarak Başbakan Angela Merkel’in “iyi değil” demekle yetinip bu durumun “mevcut olan sıkıntıyı ve ne kadar çok sayıda insanın [yardıma] ihtiyacı olduğunu” gösterdiğini belirtmesi,   siyasetçilerin AfD vakası karşısında söylemlerinin yeni dönemde ne kadar dikkatli kurgulandığını göstermesi açısından önemli. Normal şartlar altında siyasi yelpazenin ortasını temsil eden siyasi liderlerin, bu tip ayrımcı uygulamaları daha sert ve net bir şekilde eleştirmeleri beklenebilirdi. Dolayısıyla her ne kadar koalisyon sözleşmesi “Avrupa için yeni bir başlangıç” ifadesiyle başlasa da yeni dönem Almanya’da Avrupa değerleri ile yerel meydan okumalar arasında denge bulmanın zorluklarına tanık olacak gibi görünmektedir.

Üstelik CSU Genel Başkanı ve yeni hükümette İçişleri, İmar ve Yurt Bakanı olan Horst Seehofer’in yeni hükümet kurulduktan sonra verdiği ilk mülakatta, “İslam, Almanya’ya ait değildir. Almanya Hıristiyanlık kültürüyle yoğrulmuştur” ifadesi AfD’nin Alman siyasetindeki etkisini şimdiden göstermektedir. Üstelik Türk kurumlarına ve camilere yönelik saldırı ve kundaklamaların tırmanışa geçtiği bugünlerde böyle bir söylemin gündeme getirilmesi dikkat çekicidir. CSU, geçen eylülde yapılan federal seçimlerde tek oy bölgesi olan Bavyera’da yüzde 10 oy kaybetmişti. Ekim ayında burada yapılacak yerel seçimlerde bu oyları geri kazanmaya çalışan CSU’nun milliyetçilik ve ayrımcılık üzerinden nasıl bir kutuplaşma yaratmaya çalıştığı açık ve net.

Seehofer’in İslamofobiyi tırmandıracak söylemi, Merkel başta olmak üzere CDU ve SPD liderleri tarafından eleştirilmesi “Alman kimdir?”, “Alman olmak hangi unsurları kapsar?”, “Almanya kimlerden oluşur?” gibi sorular ekseninde Almanya’nın kendisini ve “ötekiler”i yoğun bir şekilde tartışacağı yeni bir döneme işaret etmektedir. Merkez partiler, AfD’nin meydan okumasına geleneksel ve uzlaşıcı politikalarını ısrarla sürdürerek mi yanıt verecek yoksa “farklı” olanın “ötekileştirildiği” ya da “yok sayıldığı” bir tutumla mı seçmenden oy kazanmaya çalışacak? Halka hayatın her alanında daha fazla “güvenlik” nasıl vaad edilebilir? “Farklı” olanın “biz”le entegrasyonuyla ve senteziyle mi yoksa özgün “biz”in hegemonyasıyla ya da öncü kültürün (Leitkultur) hayatın her alanında daha fazla vurgulanmasıyla mı?

Üstelik Seehofer’in ikinci mülakatında bu kez Schengen anlaşmasını sorgulaması ve tekrar sınır kontrollerinin geri getirilmesini savunması, yerelin korkularıyla Avrupai kazanımlar arasındaki çelişkiye dikkat çekiyor. Üstelik eskiden sadece içişleri olarak isimlendirilen ve büyük koalisyon dönemlerinde CDU’ya ait olan bakanlığın bu kez daha muhafazakâr olan CSU’ya emanet edilmesi ve adına “İmar ve Yurt” kavramlarının eklenmesi siyasetin odak noktasının nasıl daha milliyetçiliğe kaydığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Almanya’da koalisyon ortaklarından biri Avrupa entegrasyonunun temel kazanımlarını sorgularken, koalisyon sözleşmesinde vaad edilen, bir yandan hem güvenlik hem de dış politika konusunda derinleşen Avrupa entegrasyonu, öte yandan Batı Balkanlar’a doğru genişleme nasıl sağlanacak? Yeni hükümet dış politikada da ciddi sorunlara yanıt bulmaya çalışacak. İki temel sorun alanından bahsedilebilir. İlki; ekonomik kriz, Brexit ile Macaristan ve Polonya gibi bazı üye ülkelerdeki otoriterleşme eğilimleri nedeniyle cazibesi giderek azalan AB’nin yeni bir hikâyeye ve çekim gücüne ihtiyaç duyması. Fransa’yla ortaklığa vurgu yapılan koalisyon sözleşmesinde AB’nin yeni bir sorumluluk kültürüne ihtiyaç duyduğu ifade edilerek ancak güçlü bir Birlik’in barışın, güvenliğin ve refahın garantisi olacağı belirtilmektedir. Hem daha entegre hem de daha büyük bir AB’nin destekleneceğinin sinyalleri verilerek Avrupa’nın kendi kaderini eline alması gerektiği ifade edilmektedir. CSU’nun milliyetçi söyleme hitap eden söylem ve tutumlarıyla CDU’nun ve SPD’nin daha Avrupalı pozisyonları arasında bir uyum sağlanmasının zor olacağı düşünülüyor.

İkinci meydan okuma ise ABD’deki Donald Trump yönetiminin, hem liberalizme aykırı ekonomik politikaları hem de İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere yönelik gerginlik yaratan söylem ve uygulamaları. Dünyanın en fazla ihracat yapan ülkelerinden biri olan ve dış ticarette en çok fazla veren ülkelerden olan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi Almanya, Trump’ın giderek daha fazla korumacılığa yönelen politikalarından rahatsız. Öte yandan, İran’la 2015’te imzalanan nükleer anlaşmanın sorgulanması ve Washington yönetiminin Kuzey Kore’yle gelgitli ilişkileri, uzlaşıya ve diyaloğa dayalı geleneksel Alman dış politikası için zor meydan okumalar.

Sonuç olarak, geçen yıl 24 Eylül’de yapılan seçimler gösterdi ki Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrası dönemde atılan siyasetin temelleri, bugün ciddi meydan okumalarla karşı karşıya. AfD gibi ırkçı bir partinin ana muhalefet konumuna yükselmesi, ana akım partileri, kısa vadeli oy hedefleri ile uzun vadeli rasyonel politikalar paradoksuna sokmuş gözüküyor. AB’nin içindeki meydan okumalar ve Trump’ın popülist ve korumacı politikaları da Alman liderleri yaratıcı yeni çözümler bulmaları yönünde zorluyor. Almanya hem içte hem dışta ciddi meydan okumalarla karşı karşıya. Zorlu bir süreç geçiriliyor ve “zoraki” kurulan koalisyon hükümetinin kendi içinde uzlaşı sağlayıp sağlayamayacağı, yeni dönemin en çok merak edilen konusu. Ancak şu kesin ki Avrupa’nın en istikrarlı kalesi, en azından görünür gelecekte eskisi kadar istikrarlı değil.

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir