AB istesin, elimizi uzatırız

AB serüvenimizin en dramatik anekdotlarından birini rahmetli Mehmet Ali Birand’ın Demirkırat belgeselinden öğrenmiştim çok yıllar önce. 15 Eylül 1961, Yassıada. Cunta mahkemesi idam hükümlerini tebliğ eder. Rahmetli Menderes dışındaki 14 hükümlü İmralı’ya nakledilmek üzere bir muhribin ambarına konur. Belgeselde şöyle anlatılıyor:

“Yolda bir muhribin ambarında elleri kelepçeli son yolculuğunu yapanlar bir dönemin cumhurbaşkanı, bakanları, milletvekilleriydi. Tam olarak nereye gittiklerini bilmeseler de ne için gittiklerini artık çok iyi biliyorlardı. Bu ölüm yolculuğuydu. Muhrip İmralı’ya doğru yol alırken Bayar, Fatin Rüştü Zorlu’ya döndü ve adeta bir bakanlar kurulu toplantısındaymış gibi konuşmaya başladı.”

Devamını idamlık DP milletvekillerinden Baha Akşit anlatıyor: “Dedi ki Fatin Rüştü Bey’e, ‘Fatin’ dedi, ‘Sen Türkiye’nin ekonomik şartlarını, dünya politikasını en iyi bilen arkadaşlarımızdan birisin. Şimdi bize anlat bakalım Müşterek Pazar’a girmemiz Türkiye’nin hayrına mı olur, zararına mı olur?’ Şimdi bu sohbet açılınca Fatin Rüştü Zorlu bu işi anlatmaya başladı.”

***

Cuntanın hukuksuzluğuna karşı vakar ve metaneti koruma çabası değildir yalnızca bu. Sonrasında da sürekli darbelerle kesilen demokrasi tarihimizin örnek öyküsüdür. O şartlar altında Müşterek Pazar’ı tartışan siyasetçilerin devlet adamlığı, işi ele alışlarındaki ciddiyet dikkate değerdir. 31 Temmuz 1959 tarihindeki ortaklık başvurumuzla başlayan serüvenin ilk anları böyleydi işte.

1960’lar ve 70’leri daha çok içe dönük siyasi kavgalarla tükettik. Biraz da “Onlar ortak, biz pazar” popülizminin eşliğinde 1963 Ankara Anlaşması’ndan doğan haklarımızı yeterince kullanamadık. Rahmetli Özal dönemindeki tam üyelik başvurusuyla ivme yakaladık, ama izleyen koalisyonlar döneminde yeterince hızlı davranamadık. Sonraki ivme Erdoğan döneminde tam üyelik müzakerelerinin başlamasıyla geldi. Belki baştaki coşkumuzu ve enerjimizi sürdüremedik, ama AB cephesinden de gereken karşılığı alamadık. AB, Türkiye karşısında “ekonomik dev, siyasi cüce” tanımını hak edecek bir akıl tutulması sergiledi.

1990’lar derinleşen AB ile genişleyen AB arasında savrulma yıllarıydı. Almanya-Fransa ekseni, Avro bölgesi ve Avrupa Merkez Bankası’yla derinleşen AB’nin çelik çekirdeği konumundaydı. İngiltere üzerinden ABD gölgesini hep hisseden bu çelik çekirdek, Türkiye önündeki en büyük engeli oluşturdu. Belki de derinleşen Avrupa’nın bir İngiltere-Türkiye parantezinde kalacağından korktular. Almanya genişleme dalgasını denetlemek için de çok çaba harcadı, ama başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere yeni üyelerin çoğu ABD’yle yakınlaşmayı seçti.

***

Bugün hem ekonomik hem siyasi bir kriz yaşıyor AB ve onun çelik çekirdeği. İngiltere’deki referandumun sonucu da bunun tuzu biberi, İngilizlerin ince alayı. AB üyeliğini her zaman önemsemiş biri olarak, AB’nin bugün siyasi akıldan en fazla uzaklaştığı bir dönem yaşadığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın haklı eleştirileri de bu akıldışılığı hedef alıyor.

On yıllardır şunu savunurum: “Ekonomik dev, siyasi cüce” yaftasından kurtulmak istiyorsa, AB’nin Türkiye gibi bir aktöre ihtiyacı var. Avrupa’nın aklı, eğer biraz olsun stratejik düşünmeyi beceriyorsa, Türkiye’nin tam üye olmasını gerektirir. Her zaman da bizim AB’ye ihtiyacımızdan daha çok, AB’nin bize ihtiyacı var demişimdir. Bugün de aynı kanıdayım. ABD gölgesinden bu kadar rahatsız olan bir AB, uluslararası etkisini sadece Türkiye aracılığıyla yükseltebilir. Neredeyse siyasi bir dağılmanın eşiğine doğru sürüklenen, aşırı sağın ve İslam fobisinin akıldışılığına savrulan ve hızla içe kapanmakta olan AB, bu tehlikeden sadece Türkiye’yle sıyrılabilir. Yeter ki istesinler, biz büyük bir ülkeyiz, elimizi uzatırız.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum