Kitabın başlarında bir yer

Ara ara düşündüğüm bir konudur; neden Türkçe yazıyoruz? Soru yersiz, cevabı da çok basitmiş gibi görünebilir. Bugünün bir şekillendirmesiyle, bir dili konuşan insanların o dilde yazmasının da çok doğal olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki çeşitli toplumların tecrübeleriyle sabit olduğu gibi bir ülkede konuşulan dil veya diller başka, yazı dili veya dilleri ise başka olabilir. Çoğul olarak “diller” derken de, konuşulan diller açısından durum oldukça nettir: Bir ülkede birden fazla dil konuşulabilir.

Yazı dili veya dilleri açısındansa böyle bir netlik yoktur. Bir ülkedeki konuşulan dillerin hepsi birden yazı dili olabilir, aralarından sadece bazıları veya bir tanesi yazı diline evrilebilir veya hiçbiri yazı diline dönüşmeyebilir. Dahası, bir ülkenin günlük dili, yazı dili hâline gelse bile bilim, din eğitimi gibi özel alanlarda başka bir yazılı dil veya diller kullanılabilir. Bu artık kimsenin konuşmadığı ölü bir dil bile olabilir. Aklıma hemen, bütün Ortaçağlar boyunca Avrupa’da din ve bilim dili olarak Latincenin oynadığı rol geliyor. Bu, üstelik çeşitli konuşma dillerinin bağımsız yazı dillerine dönüştüğü Erken Modern Dönemde de epey bir süre devam etmişti.

İslâm coğrafyalarında da Arapçaya din ve bilim dili olması açısından benzer bir rol atfedilebilir ama tabii ki Arapça ölü bir dil değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Arapça din- hukuk ve bilim dili olarak kullanılmış, Arapça tarih kitapları bile yazılmıştır. Farsçanın kullanımı ise daha ziyade edebiyatla ve özellikle şiirle sınırlı olmuştur. İmparatorlukta konuşulan Rumca / Yunanca, Ermenice, Bulgarca, Sırpça, Rumence, Arnavutça, Kürtçe gibi pek çok dilden bazıları imparatorluk bünyesine girmeden çok önce yazı dillerine evrilmiş, bazıları ise bu süreci daha sonra yaşamıştır.

Türkçenin ise Osmanlı devletinde çok ayrıcalıklı bir yeri vardı. Türkçe, sadece halkın bir bölümünün konuşma dili olarak kalmamış, sarayın, ordunun ve bürokrasinin de dili olmuştu. Başka bir deyişle, çok sınırlı olarak Arapça ve Farsça kullanılmasını dikkate almazsak Osmanlı resmiyetinin dili hep Türkçe olmuştur. Bir dilin bürokrasinin dili olarak kullanılmasının o dilin genel yazı dili hâline gelmesinde önemli bir etken olduğu açıktır. Öte yandan, Türkçenin kullanımı tabii ki sadece bürokrasi ile sınırlı kalmamış; aynı zamanda bilim, edebiyat, sanat ve hatta hukuk dili olarak büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Türkçenin, imparatorluğun en önemli yazı dili olmasının ötesinde, çeşitli unsurlar arasında bir tür lingua franca işlevi görerek, değişik diller konuşan etnik grupların birbirleriyle anlaşmalarını sağladığı da söylenebilir.

O zaman, başta sorduğum soruya, “Osmanlı mirasına yaslandığımız için” şeklinde kestirme bir cevap verilebilir, yanlış da olmaz ama soruyu ötelemek olur. Ben başka bir şeyi kastediyorum: Osmanlılar neden yazı dili olarak Türkçeyi kullanmışlardı? Daha doğrusu, neden Osmanlılar ve çağdaşları olan diğer beylikler, konuştukları ve bizim bugün Eski Anadolu Türkçesi dediğimiz dille yazmaya başlamışlardı?

Daha önceki Anadolu Selçuklularının ve Danişmendliler, Artuklular, Saltukoğulları ve Mengücekliler gibi ilk kuşak Türk beyliklerinin Türkçeyi yani Oğuzcayı yazı dili olarak kullanmadıkları düşünüldüğünde meşru bir sorudur bu. Bu söylediğim, Türkçenin başka şubelerinin çok daha önce yazı dili olarak kullanılmadığı anlamına gelmiyor tabii ki. Sekizinci yüzyılın başlarından kalma Orhun yazıtları ve onlardan daha eski olan Yenisey yazıtlarında, bugün Eski Türkçe diye adlandırdığımız bir Türkçenin yetkinlikle kullanıldığını görüyoruz.

18-01/21/ekran-resmi-2018-01-21-004055.png

Muhakkak ki değişik Türkî kavimlerin kendilerine ait konuşma dilleri bulunuyordu ama yazı dili olan Eski Türkçenin daha sonraki Uygur Kağanlığı ve onları yıkan Kırgız devleti döneminde de pek bir değişikliğe uğramaksızın onuncu yüzyıla kadar kullanılmaya devam ettiği bir gerçektir. 17 Mart 930’da Köktürk alfabesiyle ama taşa değil de bildiğimiz kâğıt üzerine, eski bir Uygur diyalektiyle yazılan ve bugüne gelebilen tek Eski Türkçe kitap olan Irk Bitig, merhum Talat Tekin tarafından yayımlanmıştı. Aynı şekilde, Eski Türkçeyle ilişkisi daha belirgin olan Karahanlı Türkçesiyle yazılmış ve 11. Yüzyıla ait Kutadgubilig gibi anıtsal bir eser de mevcut. Arapça- Türkçe bir sözlük olan Dîvânı Lügâti’t-Türk ‘teki Türkçe de Karahanlı Türkçesidir. Bu Türkçeyle yapılmış Kur’an tercümesi bile var.

Öte yandan Büyük Selçukluların ve dolayısıyla Anadolu Selçuklularının ve diğer çağdaş beyliklerin içinden çıktıkları ve Oğuz Yabgu Devleti diye bilinen oluşumun yazılı bir dile sahip olup olmadığını bilmiyoruz. Bu Oğuzların bir zamanlar Köktürk ve sonra da Hazar devletine tabi olmaktan dolayı Köktürk runik yazısını ve yazı dilini kullanmış oldukları yolunda bir hipotez geliştirebiliriz ama böyle bir dil yadigârının varlığından haberdar değilim.

Sayın İsmail Doğan’ın Kırşehir’de geç dönemlere ait iki makas ve bir halı tarağının üzerinde tesbit ettiğini söylediği karakterler ve bazı halı desenleri gerçekten de runik karakterlere benziyor ama bunlardan yola çıkarak bir yargıya ulaşmak güçtür. Anadolu coğrafyasında Uygur harfleriyle yazılmış yazılar hususunda ise karşılaştırılamayacak kadar çok kanıta sahibiz. Fatih’in divanında bile Uygur alfabesiyle yazan Abdürrezzak Bahşı adında bir kâtip vardı. Otlukbeli zaferinden sonra doğuda bu alfabeyi kullanan kesimler düşünülerek onun kaleme aldığı yarlığı, merhum Reşid Rahmeti Arat yayımlamıştır.

Her hâlükârda Selçukluların Arap harfleriyle de olsa Türkçeyi yazı dili olarak kullandıklarını bilmiyoruz. Bu, içinden çıktıkları Oğuz kabileleri arasında okuryazarlık oranlarının çok düşük olduğuna işaret edebileceği gibi Selçuklu hanedanı ve yönetici kesiminin, İran dünyasında hazır buldukları güçlü bürokratik geleneklerden yararlanmalarına ve hızlı bir şekilde Fars kültürünün etkisine girmelerine de bağlanabilir. İkisinin birbirini dışlamasına da bir gerek yok.

Bu durumun ise, İran dünyasında kendilerine vergi / gelir getiren yerleşikler ile sürüleri sebebiyle sürekli olarak onlarla sorunlar yaşayan Oğuzlar arasındaki çatışmada, giderek yerleşiklerden yana tavır koyan Selçuklular ile Oğuz kabilelerinin arasını daha da açmış olacağı müsellem keyfiyettir. Fazla dağılmayalım ama bu gerginlik sonunda, Oğuzların 12.Yüzyılın ortalarında Büyük Selçuklu Sultanı Sancar ile savaşıp onu esir almalarına kadar tırmanmıştı. 17. Yüzyılda meşhur Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sinde (Bkz. Zuhal Kargı Ölmez yayını), “Selçukîler Türkmen bolup karıntaşımız tip ilge ve halkga faydası tigmedi” (Selçuklular Türkmen olup, karındaşımız deyip ile ve halka faydaları dokunmadı) demesini de herhalde bu bağlamda değerlendirmelidir.

Büyük Selçukluların göçebe Türkleri Anadolu’ya sevk etme politikalarından dolayı Anadolu Selçuklu devleti ile göçebeler arasında, İran’da olduğundan daha farklı tonda ilişkiler olacağı düşünülebilir. Ne var ki, böyle bir şey varsa bile bunun dil ve kültür alanında pek bir yansımasını görmüyoruz. Anadolu Selçuklu devleti bürokrasisi de Farsçayı kullanıyordu ve Fars kültürünün derin etkisi altındaydı. Büyük Selçuklulardan kalan eserlerin Farsça kaleme alındığı olgusu bir yana dursun, Anadolu’da İbn Bibi ve Kerimüddin Aksarayî gibi müelliflerin yazdığı yerli kroniklerin de Farsça olduğunu belirtmek gerekir. İşin gerçeği şu ki, biz, Selçuklulardan kalma ve Türkçe yazılmış herhangi müstakil bir esere sahip değiliz.

Maalesef, Anadolu Selçuklularından fizikî olarak bugüne gelmiş bir resmî belge arşivi de yoktur. Çeşitli eserler ve münşeat mecmualarında dağınık olarak bulunan resmî Selçuklu vesikalarını derleyen, orijinallerini yayımlayan, Türkçeye çeviren ve yorumlayan merhum Osman Turan, 13.Yüzyıldan önceki dönemler için çok az kaynak bulunduğunu vurgulamaktadır. Yine de Turan, bugüne ulaşan arşiv vesikaları arasında temliknâme, sened, fetihnâme, muahedenâme, mektup ve menşur niteliğinde olan belgelerin ve bazıları orijinal nüsha olarak günümüze ulaşan vakfiyelerin önemini vurguluyor.

Bu belgelerin içinde de Türkçe yazılmış bir şey bulunmuyor. Bu da, özellikle Anadolu ortamında bana iyice tuhaf geliyor. Hangi varsayım ileri sürülürse sürülsün, ağırlıklı olarak Farsça, bazıları Arapça (vakfiyeler) olan ve hatta içlerinde Uygur harfleriyle Moğolca olanları bile bulunan bu belgeler arasında nasıl olup da hiç Türkçe olanı veya Türkçe ile karışık yazılmış olanı bulunmaz, pek anlamıyorum. Mesela, merhum Ahmet Temir, Kırşehir emiri Cacaoğlu Nureddin’in 1272 yılına ait ve yarısı Arapça yarısı Moğolca olan vakfiyesini yayımlamıştı. Anadolu’da Türkçeye göre çok daha sınırlı kullanımı olan Moğolca bile vakfiyelerin diline girsin de bu döneme ait vakfiyelerde Türkçe bulunmasın!

Olayı iyice anlaşılmaz bulmamın bir sebebi de şu: Yine Turan’ın yayımladığı resmi belgelerden görüyoruz ki Anadolu Selçuklu devleti kendilerine hitap ettiği devlet görevlilerinin Türkçe unvanlarını da zikrediyordu… Mesela, 1234 yılının sonbaharında Alaeddin Keykubâd tarafından Kayseri subaşısı olarak atanan Kemaleddin Kâmyâr’ın menşurunda (atanma fermanı) unvanları, Farsça metin içinde “Pehlivanü’r-Rum ve’ş-Şam ve’l-Ermen (Rum, Şam ve Ermen memleketlerinin pehlivanı ) İnanç Bilge Tuğrul Tekin Uluğ Subaşı Beğ/ Hasbeğ” olarak ve aynen böyle, Türkçe veriliyor.

Bunun münferit bir referans olduğu düşünülmemelidir. Tersine, Turan’ın araştırmaları, Selçuklu divanının görevlilere, gayet sistematik bir protokol içinde Türkçe unvanlarıyla hitap ettigini gösteriyor. Turan, değişik dönemlere ait çeşitli kaynakları tarayarak, Müstevfî olana; Uluğ inanç bilge, zâimü’l-cüyûşa (askerlerin komutanı); “Uluğ bilge has uğurlu alp subaşı beg”, müşrife; “Uluğ kutluğ bilge”, “Uluğ has müşrif beğ” ve “İnanç uluğ müşrif beğ”, Kubadâbâd emirine; “Uluğ inanç yahşi sübaşı beğ” diye hitap edildiğini tesbit ediyor.

Selçuklu döneminin sonlarında artık beyliklerin belirmeye başladiğı sıralarda bile bu geleneğin devam ettiği anlaşılıyor. Turan, Hoylu Hasan bin Abdülmü’min adlı bir yazarın, Kastamonu’daki Çobanoğlu beyi Emir Mahmud’a sunduğu Kavaidü’r-Risâil adlı inşâ kitabında da benzer unvanları bulmuştur. Burada, emirlere; “Uluğ has alp uğurlu” ve “ Sübaşı / Subaşı beg”, kale muhafızlarına; “Kutluğ bilge has kütüvâl beg”, emîr‘âriz olanlara; Kutluğ bilge inanç ‘âriz beg”, nâiblere; “Uluğ inanç nâib beg”, valilere; “Bilge inanç has vâli beg”, askerlere; “Bilge inanç yahşi beg”, göçebe Türk askerlerine “Mefharü’l-kabâil ve’l-‘aşâir (kabilelerin ve aşiretlerin övüncü) inanç yahşi beg” deniyormuş.

Turan, bu unvanların Köktürkler, Uygurlar ve Karahanlılar’a kadar geri gittiğini vurguluyor ve Selçukludaki kullanımlarının Türkler ve menşei Türk olan makamlarla sınırlı olduğunu söylüyor. Bu unvanlara üstünkörü bir bakış bile gerçekten de bir Köktürk, Uygur ve Karahanlı esinlenmesi olduğunu gösteriyor. Mesela, Tun Baga Tarkan, 780’de Alp Kutluğ Bilge Kağan adıyla Uygur kağanı olmuştu. Aynı şekilde Batı Karahanlıların son hükümdarlarından biri olan Abdülhâlik bin Hüseyin’in taht adı Kutluğ Bilge Han’dı (1178-79). Doğu Karahanlıların da Tuğrul Tegin Ömer bin Yusuf (1080-1088) adlı bir hanları vardı.

Peki, böyle bir devamlılık ve step dünyasından gelme unvanları kullanmak konusunda, Farsça metinler içinde Türkçelerini aynen vermek şeklinde tezahür eden bir hassasiyet varsa Anadolu Selçukluları neden Türkçeyi resmî dil ve yazı dili olarak kullanmadılar? Bahusus, yaslandıkları gelenekteki tüm öncüllerinde üç değişik alfabeyle yazılsa da Türkçe yazı dili olarak kullanılmışken? Tabii bir de devletin dışında Türkçenin yazı dili olarak kullanılması meselesi var.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum