Söz, yazı ve susku…

Söz, yazı ve susku, kültürel ve düşünsel olanın iklimine doğar ve orada yaşamaya çalışır. Her biri tek başına ve hep birlikte eylemdir aynı zamanda. Onları yaratan sanat ve düşünce insanı, yeri geldiğinde söze bağlanır, yeri geldiğinde yazıya ve yeri geldiğinde de suskuya. Bazen onu yazıya götüren sebeple konuşmaya götüren sebep aynıdır. Ontolojik gerekliliğe ve etik köke bağlı kaldıkça, söz, yazı ve susku adamı hep değer ağı örer insan ve toplum için. Burada ayırıcı nokta, onun kendisine biçilen bir rol ve görev ile hareket etmediğidir. Vazife, ontolojik bir zorunluluk olarak keşfedilir. İklimin yazmaya ve konuşmaya imkan verdiği yerde ise karşılıklı verim kanunu işler. Bu işleyişten özgün kültür ve düşünce dünyası doğar.

***

Ne var ki söz de yazı ve susku da bazen işlevsizleşir. İklim onun aleyhine bozulur. Yaratıcı özne, muhatap kaybına uğrar. Sanat yapmanın düşünce üretmenin gerilimi artar. Düşünen ve yazan insan yalnızlaşır. Sözü ve yazıyı düşürmeme adına eylemini suskuya dönüştürür. Bu onun yazıp düşünmediği, yaratıcılıktan düştüğü anlamına gelmez. Kültür ve düşünce insanını aradan çıkaran dönemsel ortamlar onun yerine başka özneleri ikame ederler. Görünüşte konuşan, yazan ve hatta susan tiplerdir bunlar da. Hatta bir önceki çizgide gerçek bir sanat ve düşünce kimliği taşıyanlardan bu safa sıçrayanlara bile rastlanır. Kitlesel çekimler büyük cazibe anaforları yaratırlar bazen.

Sözün alabildiğine üreyip çoğaldığı, çenebaz türlerin çeşitlendiği, neredeyse her konunun durmaksızın konuşulduğu ama hiçbir şeyin çözüme kavuşturulamadığı dönemler, Foucault’ın ‘parrhesia’ kelimesinden kavramsallaştırdığı hakikati söylemenin unutulduğu dönemler demektir. Hakikat güncele bağlı bir kavram değil asıl günceli aşan bir insan ve insanlık meselesi olduğundan, söz insanı, sözü geri çekmek ya da sözü elde tutarak yeni bir söylem bulmak zorundadır. Tıpkı yazıda ve suskuda olduğu gibi. Öyleyse başından sonuna kadar, söz, yazı ve susku bir yöntem meselesidir. Sanat ve düşünce adamı günün şartlarına göre değil kendi yaratıcı hakikatine bağlı kalarak eylemini yöntem yapabilen kişidir. Konuşup yazarken, hatta susarken yöntem sahibi değilse bir kişi özünde parrhesia’dan uzak yapay bir karakter demektir başından beri.

Söz, yazı ve susku, doğduğu yerden itibaren toplumsal olana değil tamamen bireysel olana yönelir. Özneden özneye akıştır bu. Mayasında dil vardır hep. Yazı ve düşünce sadece dilden neşet etmekle kalmaz ona yeni yaratım kanunları icat eder. Bunun için dilde duran ve ancak özneden özneye geçebilen etkileşimden sağlıklı bir toplumsallık doğar. Daha başlangıçta bireyi, onun özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen her tür eylem uzun erekte kadük kalmak durumundadır. Tohum ile toprak arasındaki bağ gibidir bu. Tohum toprağa düşmese bile tohum olma vasfını kaybetmez ama toprağın verimi tohumladır. Tohum yeşerdikten sonra da ne tohum gözükür ne de toprak.

***

Sözü, yazıyı ve suskuyu sahiplenmek, onun hakikat çizgisinde durmak, kitlesel ve gündelik akımın şehvetine kapılmadan kendi yolunu bulmak elbette kolay değildir. Ne var ki, özgün ve yaratıcı yazı ve düşüncede bulduğumuz kolaylık, onun yaratıcı özne tarafından zorluklarının aşılarak önümüze serilmiş olmasındandır. Düşünce konformizmine kapılmayan toplumlar, kısa zamanda sanat ve düşüncenin önlerine koyduğu bu var olma alternatifini hayata dönüştürürler. Bu, iklim olarak belirir. Tarihteki yükselişler, vazgeçişlerle değil ebedi yola çıkışlarla gerçekleşir. Söz, yazı ve susku bu yönüyle ebedi bir yola koyuluştur zaten.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum