Görüşler

Abdulbaki Değer yazdı: Değişmeyen ilişki ve sendikacılığın krizi

Abdulbaki Değer yazdı: Değişmeyen ilişki ve sendikacılığın krizi

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, Toplu Sözleşme müzakerelerinin sona erdiği süreçte Türkiye’de sendikacılığın içerisinde bulunduğu açmazı yazıyor.

Baudrillard, iktidarın bir nesne-özne oyunu olduğunu ve kökeninde ayartma ve meydan okuma olduğunu dile getirmişti bir çözümlemesinde. Bu oyunda öznenin iktidar için başkalarının vekaletine ihtiyacı olduğunu ve vekaletin temini için ayartma, ikna etme ve meydan okuma yollarına başvurması gerektiğini söylemişti. Bu terminolojide iktidarın oyun; metodun ayartma, ikna etme gibi yumuşak bir kavram seti ile ilintilendirilmesi gerçekliğin katı ve tahripkar doğasını değiştirmiyor şüphesiz. Kavramların, kelimelerin gerçekliği inşa edici güçleri elbette var. Ancak unutmayalım kavramların-kelimelerin gerçekliği gizleme, gölgeleme, çarpıtma gibi başka numaraları da var.  

Malum memur ve memur emeklileri için 2018-2019 yıllarını kapsayan Toplu Sözleşme görüşmeleri 1 Ağustos’ta başlamıştı. 22 Ağustos itibariyle Kamu İşveren Heyeti ve Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti arasında varılan uzlaşma ile süreç sona erdi. 3.2 milyon memur ve 1.9 milyon emekli memurun mali, özlük ve sosyal haklarında yapılacak iyileştirmelerin görüşüldüğü Toplu Sözleşme süreci uzlaşı konuları kadar hükümet-sivil toplum ilişkisi bağlamında da değerlendirilmeyi hak ediyor. Şüphesiz kamuoyu bu sözleşme sürecinin tartışmasını yapacaktır, yapmalıdır. Ancak bu Toplu Sözleşme sürecini ve daha öncekilerini dikkate alarak tartışmamız gereken başka hususların olduğu da görülüyor.  İşi teknik detaylara ve istatistik oyunlarına boğmadan hükümet-sivil toplum ilişkisini (sistemin işleyişi, kurumsal yapı ve ilişki biçimi ve oluşturduğu riskler) bu süreç üzerinden okumak ve sendikal yapılanmanın günümüz dünyasında yaşadığı krizle yüzleşmek durumundayız. Bunlara geçmeden önce de kısaca 2018-2019 dönemi için Toplu Sözleşme mutabakatını ve Toplu Sözleşme’nin yasasının vaziyetine bakmakta fayda var.

Varılan mutabakatın vaziyetini ölçen en temel parametrenin memur ve memur emeklilerinin maaşlarına yapılan zam olduğunu söylemek hilafı hakikat olmasa gerek. Bu minvalde, Toplu Sözleşme’nin nasıl bir seyir aldığını yetkili sendikanın talebinden (Memur-Sen) ve hükümetin bu talebe karşılık getirdiği tekliften ve nihayetinde 22 gün sürdüğü görülen pazarlığın ardından uzlaşının  sağlandığı yere bakanlar kolaylıkla tespit edebilecektir.

17-08/24/1-1503608060.JPG

Bilindiği üzere 2010 referandumu sonucunda kazanılan “Toplu Sözleşme” hakkı ancak 2012 yılında 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasasında yapılan değişiklikle yürürlüğe girebildi. Lakin referandum sürecinde devrim yasaları gibi sunulan teklif yasal düzenlemeyle grev hakkını dışlayarak ve sözleşme yetkisinin temsilindeki adaletsiz yapısıyla hayal kırıklığı yaratmıştı. Zira Sendika, tanımı gereği toplu sözleşme ve grev hakkını içerir. Oysa Anayasa’nın 53. Maddesi’nde yapılan değişiklik grev hakkı vermediği gibi yapılan Toplu Sözleşme’de son ve kesin sözü Hakem Kurulu’na vererek sendikaların yaptırımını sıfırlıyor. Dolayısıyla sözleşme göstermelik hale gelmiş oluyor. Oysa altına imza attığımız ILO ve uluslararası çalışma normlarına göre memurların da işçiler gibi grev hakkı bulunuyor. Dolayısıyla getirilen düzenleme uluslararası hukuku bağlayıcı kabul eden Anayasa’nın 90. Maddesi’ne de aykırı. Ayrıca 11 üyeden oluşan Hakem Kurulu’nun 7 üyesinin seçimi de Kurul’un bir hükümet aygıtı olduğunu teyit ediyor. Diğer yandan mevcut yasa grevsiz Toplu Sözleşme gibi bize özgü bir uygulamayı hayata geçirdiği gibi sendika tekelinin önünü de açıyor. En çok üyeye sahip olan konfederasyon dışındaki paydaşların Toplu Sözleşme’de hiçbir rolü ve tesiri kalmıyor. Dolayısıyla sendika heyetinin belirlenme usulü çoğulculuğa ket vuran ve sendika tekeline neden olacak şekilde düzenlenmiş. Oysa yine ILO normlarına göre her sendikaya toplu sözleşmede üyelerini temsil hakkı verilmesi gerekliydi.

Türkiye’nin yarınları açısından hayati önemde olan ve bu yönüyle zam oranından çok daha fazla anlam ve önem ar zeden husus sistemin işleyişi, kurumsal yapı ve ilişki ağıdır. Zira sivil toplumumuzun siyasetle-devletle olan ilişkisi ve bu ilişkinin niteliği kurumsal yapımızın ahvalini belirliyor. Türkiye’de devlet-toplum ilişkisi başından beri ilke ve değerler üzerinden şekillenecek bir alan olarak görülmek yerine birilerinin daha eşit olacağı bir kayırılma düzeneği olarak kodlanmıştır. Maalesef bu düzenek ve kodifikasyon aşılamadığı gibi bir takım gerekçeler üzerinden toplumun değişik kesimleri eliyle sürekli yeniden üretiliyor. Baudrillard, devrimcilerin asıl istediği şey devrim yapmak değil iktidarı elde etmektir, dediğinde galiba haklı bir tespitte bulunuyordu. Bu düzeneğin yıpratıcı, yozlaştırıcı ve kaybettirici olduğu Türkiye’nin siyasal serencamından rahatlıkla okunabilir. Özellikle sivil toplum örgütlerimizin siyasetin uzantısı olmayı, siyasete destek olmakla teslim olmayı ayırt edememesi en büyük handikap olarak önümüzde duruyor. İtirazsız bir desteği, sadakati varoluşsal  bir gereklilik, büyük ve haklı bir mücadelenin gereği olarak gören ilişki esas itibariyle kendisini güçsüz bıraktığı gibi destek olmaya çalıştığı yapıyı da güçsüzleştiriyor. Şüphesiz ilişki tersinden de yozlaştırıcı bir nitelik arz ediyor. Zira sadakat üzerinden yedeğe alınan her sivil yapı hükmü şahsiyetini yitirmekte, özerkliğinden, özgür(n)lüğünden ve ağırlığından feragat etmektedir. Aynı zamanda sadakat talep eden yapı gerçek dostlarının (dost acı söyler) desteğinden yoksun kaldığı gibi ilişkisinin gün geçtikçe rant ilişkisine dönüşerek zincirleme bir yozlaşmayı beslediğini fark etmiyor. Hiç bir yapının öteki mahallede itibar taşımadığı bu ilişki siyasal anlamda sorun teşkil ettiği gibi sosyolojik anlamda da maliyet oluşturucudur. Toplum olma yolunda hala mesafe alması gereken Türkiye, maalesef bu yapı ve ilişki ağıyla on yıllardır büyük bir enerji yitimine sebebiyet veren bir cenderenin içinde debelenmektedir. Desteği ve yandaşlığı eleştirme hakkını kaybetmemek, özerkliğini-özgür(n)lüğünü yitirmeme pahasına sürdürmek sürekli aşınan ilke ve değerlerin muhafazasına zemin  sağlayacaktır. Ayrıca böyle bir konumlanış yapıların kişilik bulmasına, desteklemeyi önemsedikleri siyasi yapının ve alındığı cenderede enerjisini boşa akıtan bu ülkenin güçlenmesine katkı sunacaktır.  

Sanayi döneminin zorlu koşullarında adil, ahlaki bir paylaşım mücadelesinin örgütlenmesi olarak yaşam bulan sendikal hareketler, şüphesiz gerek çalışma koşullarının insandışılığı gerekse de paylaşımdaki derin adaletsizliklerin törpülenmesi, ekonomik yaşamın görece insanileşmesi anlamında inkar edilemez katkılar sağlamıştır. Çalışanların  bugün  tartışma kabul etmeyen pek çok kazanımı bu zorlu mücadelenin ağır bedelleri üzerine inşa edilmiştir. Sosyal-siyasal ve ekonomik alandaki büyük dönüşüm şüphesiz hem kazanımların muhafazası hem de oluşan yeni adaletsizliklerin, hak ve özgürlük kayıplarının telafi edilmesi için kesintisiz bir mücadeleyi zorunlu kılıyor. Söz konusu alanların tümünde yaşanan büyük dönüşümler sadece çalışanların ve toplumun mücadele şeklini değil aynı zamanda söz konusu mücadeleyi vermek üzere örgütlenmiş yapıların sistematiğine de basınç uygulayarak onları dönüşüme zorlamaktadır.

Gelinen noktada hem küreselleşme dalgası hem de post pozitivist dinamikler ilişki biçimini, ekonomik ve siyasal hayatı değiştirmekle kalmıyor aynı zamanda hak, adalet ve özgürlük mücadelelerini yeni mecralara doğru sürüklüyor. Dolayısıyla süreç bir taraftan statükoları ve bu statükoların direnç odaklarını yapıbozuma uğratırken, aynı zamanda günün ve geleceğin talep ve beklentileri doğrultusunda her yapının kendisini yeniden üretmesini de zorunlu kılıyor. Tam da bu kertede, küreselliğin her şeyi abartılı şekilde birbirine bağladığı, eş anlı olarak yerellikler üzerinden birbirine karşı konumlandırdığı, siyasalın özel olana kadar alan genişlettiği genetik uzviyetlerden-ünsiyetlerden, sosyal kültürel kimliklerimize uzanan geniş bir fetişleştirme alanı karşısında çare olarak  dünün kurumlarını ileri sürmek, tortulaşan bu yapılardan medet ummak elbette beklenemez. Bu yeni süreç, yenilenmeyi-yeniden üretilmeyi zorunlu kılarken şüphesiz geçmiş birikimin göz ardı edilmesini gerektirmez. Ancak geçmiş tecrübenin ve ilişki günümüze ve geleceğimize ipotek koymasına karşı dikkatli olarak söz konusu tecrübeyi rafine bir şekilde damıtarak günümüze ve geleceğimiz taşıyabilecek bir harca dönüştürülmekte bizi bekleyen ağır bir görevdir.  

Bu açıdan sendikacılık dile geldiği küresellik üzerinden abartılı şekilde birbirine eklemlenen, birbirini etkileyen dinamikler bakımından mali ve özlük haklar mücadelesinin ötesinde hayatımızın tüm alanlarına ilişkin bir duruşu, mücadeleyi hem mümkün hem de zorunlu kılıyor. İkincisi lokal kimlikler, aidiyetler üzerinden birbirinden ayrışmaya, birbirine karşı konumlanmaya zorlanan kesimler içinde işlevsel bir ortaklık ve mücadele alanının zemini olmayı sürdürüyor.  

Önemli ve en dikkate değer bir boyut ise, sendikal mücadelenin çalışanların çalışma koşullarının ve mali-özlük haklarının iyileştirilmesi mücadelesinin yanında  bugün bizatihi çalışma alanının içeriklendirilmesinde çok daha büyük emek, mücadele ve irade koymalıdır. Salt, olanın iyileştirilmesi, yanlış taraflarının törpülenmesi değil aynı zamanda yeni olanın ne şekilde olacağının parametrelerini, ilke ve kapsamını yetkin bir şekilde kamuoyuyla paylaşmak, siyasal sisteme talep ve öneri olarak iletmek durumundadır.

Sendikaların arka bahçe pozisyonunun yanlışlığını, işlevsizliğini ve kamu çalışanları açısından yarattığı handikapı tarihsel deneyimlerimizden biliyoruz. Belirgin şekilde parsellenmiş, ayrışmış ve belirli bir siyasal gelenekle örtüşmüş sendikal yapıların sorun tekelleri oluşturarak tevarüs eden sembolik savaşı yakıt taşıdıkları görülüyor. Oysa Türkiye’de mevcut sistemi lokal ve yüzeysel bir şekilde ele almak ve işlevsiz bir ilişki biçiminin taşıyıcılığını yapmak yerine statükoyu ahlak, adalet ve özgürlük üzerinden tartışmaya açmak, içeriği, sınırları belirlenmiş tek bir formüle indirgeme şehvetine kapılmadan toplumun çoğul yapısını dikkate alan,  taleplerdeki çeşitliliğe ön açan, farklı ve özgün arayışlara yol verecek bir duruşa ihtiyaç var. Yine bu meyanda küreselleşme, post modernlik, ulus devletlerin aşınması, yerel-etnik ve mezhebi kimliklerin yanı sıra çevre, kadın gibi kimlik eksenli yeni siyaset alanlarının ve şüphesiz dur durak tanımayan yeni kapitalist kültürün yarattığı erozyonu tartışmaya açan, dikkatleri çeken bir mücadele de sendikal yapıları beklemektedir.

Muhalefet eksikliğinin sık sık dile geldiği ülkemizde bu eksikliğin en çok sivil toplum alanında hissedildiğini belirtmek durumundayız. Türkiye’yi kısırlaştıran, yüzeyselleştiren ve sembolik bir karşıtlıkta enerji yitimine uğratan şey şüphesiz bağımlı olmayan özgün-özerk sivil toplum yapılarının eksikliğidir. İnanılmaz üye sayılarına ulaşan yapılarımız var ancak söz konusu sayı ile orantılı bir ağırlık, etki söz konusu değil. Bunun da ilişki biçiminden, zihniyetten kaynaklandığını aşikar. Son Toplu Sözleşme süreci de göstermektedir ki kendi mevcudiyetinin sorumluluğunu titizlikle üstlenmeyen hiç bir yapı hangi gerekçeleri sıralarsa sıralasın gözettiğini varsaydığı ilke ve değerler başta olmak üzere ülkeye, destek vermek için kendinden vazgeçtiği siyasete ve daha da dramatik olanı ise kendisine en büyük darbeyi indirmektedir. Oysa kural çok basit: Kendisine hayrı olmayanın başkasına hayrı dokunamaz. 

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir