Görüşler

Bezginliğe ve can sıkıntısına karşı

Bezginliğe ve can sıkıntısına karşı

‘Ütoypanın Sesleri’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “İnsanların gerçekle bağlarını koparan gösteri onları sahici (otantik) bir hayat yaşamaktan mahrum bırakır. Bu noktadan itibaren insanın sahici varoluşuna dönmesi oldukça zordur” diyor.

Georg Simmel şehir ortamındaki yaşamın psişik formlarını, şehirli insanın zihinsel yapısını inceleyen ilk toplumbilimcilerden biriydi. Metropol ve Zihinsel Hayat bu açıdan öncü bir çalışmadır. Yeni Kantçı okulunun temsilcilerinden olan düşünür sosyolojik analizlerinde modern hayatın birçok probleminin büyük şehir ortamında doğduğunu, bu ortamdaki çok sayıdaki şiddetli dış uyarımın insanın iç dünyasını etkilediğini, sinirsel olarak da baskı altında tuttuğunu yazıyordu.

Ticaretin yaygınlaşmasıyla, ardından endüstri devrimiyle birlikte insanlar şehirlerde yoğunlaşmış, Batı dünyasında şehirler büyümüş, yanısıra birçok sorun da ortaya çıkmıştı. Toplumsal ilişkiler şehirde farklı bir biçim almış, karmaşıklaşmıştı. Ancak bu kaçınılmaz olarak insanın iç yaşantısına da yansımaktadır. Bunun başlıca nedeni değişen ekonomik yapı, ekonomik ilişkiler, paranın yegane kıymet belirleyici haline gelmesi, bütün ilişkilere damga vurmasıdır. Metropolde paranın ve sermayenin gücü sınırsız hale gelmişti. Modern insanın varoluşunu belirleyen, niteliğin yerine niceliği ikame eden para bireyi silmiş, onun yerine anonim kişilerden oluşan büyük şehir kalabalığını yaratmıştı. Metropol insanı başkalarına karşı ihtiyatlı, hatta çoğu kez kayıtsızdır. Metropol insanları arasında karşılıklı bir yabancılık söz konusudur.

Para ekonomisiyle birlikte sayılar öne çıkmış, her şey hesaplanabilir, her şey satın alınabilir olmuştu. Esas itibariyle şehirde doğan ve orada gelişen para ekonomisi, çalışan insanlardan üretkenlik, verimlilik ve yüksek performans talep ediyordu. Bu talep çalışma hayatının, genelde büyük şehirdeki hayatın temposunu hızlandırmıştır. Fakat esasında hızlanmış olan tekrara dayalı rutin bir hayattır. Toplumsal, ekonomik ve mesleki hayatının bu hızlanmış rutin işleyişi birey üzerinde yoğun sinirsel uyarımlarda bulunur. Sinirsel uyarımların yoğunluğu ve şiddeti giderek artar. Aşırı uyarılma tepki gösterme yetisinin körelmesi, giderek kaybolmasıyla sonuçlanır. Simmel’e göre biteviye tekrarlar, yoğunlaşan uyarımlar şehirli insanda bezgin (blasé) tavra neden olur Bezginlik şehir hayatının belirleyici duygusu haline gelir. Simmel bezginliğin metropole özgü bir psişik fenomen olduğunu vurgular.

Bezginlik ve sıkıntı birbirine hayli yakın duygular. Baudelaire, Simmel’in sözünü ettiği duygunun çok benzerinin, neredeyse aynısının Paris açısından geçerli olduğunu belirtir. Paris Sıkıntısı’nın şairi bu hükme şehirde gezinen ve şehir mekânını, şehrin kalabalığını gözlemleyen bir aylak olarak varmıştır. Kalabalığın arasına karışan, ama yine de kalabalığa belirli bir uzaklıktan bakabilen, kalabalıkların içinde dahi eleştirel mesafesini koruyabilen, şehrin sokaklarında, bulvarlarında dolaşarak, kafelerde mola vererek modern zamanların yol açtığı bezginliğin, sıkıntının üstesinden gelmeye çalışan, sıkıntıya karşı esrikliği öneren bir flaneur olarak.

Tamamlanmamış eseri Pasajlar’da “on dokuzuncu yüzyıl başkenti” Paris örneğinden hareketle şehir hayatının ticarileşmesini, modernitenin şehir mekânı üzerindeki etkilerini, mekânsal form olarak şehri ele alan Walter Benjamin “on dokuzuncu yüzyıl başkenti”nde 1840’larda gerçekleşen dönüşümünü açıklarken Baudelaire’in de bir flaneur olarak portresini çizmişti. Gerçekten o dönemde Paris’in alt yapısı bütünüyle değişmiş, ortaçağ şehrine özgü son kalıntılar da kaldırılmıştı. Haussman’ın Paris’inde labirent benzeri, iç içe geçmiş dar ve girift karmaşık sokaklar yok edilmiş, düz çizgi halinde düzenlenen geniş bulvarlar şehre damga vurmuştu.

David Harvey’in tabiriyle, “modernitenin havarisi” olan Baudelaire gerçekten modern çağın taleplerine uygun olarak düzenlenmiş büyük şehrin keskin bir gözlemcisiydi. Onun gözlemlediği aslında değişime uğramakta olan şehir mekânı ve “karınca sürüsü gibi” benzetmesini yaptığı modern şehir kalabalığıdır. Baudelaire’in modernite algısında bir çelişki vardı. Modern hayata tepki duyuyor; fakat onun getirdiği yeniliklere de ilgisiz kalamıyordu. Keşfe çıkıyor, gözlemliyor, anlamaya çalışıyordu. Gelenek ve modernitenin getirdiği değişiklikler arasında gidip geliyor, karamsarlık ve alaycılık arasında salınıyordu.

Geleneğin altını oyan, zayıflatan ve giderek hızlanan bir değişime yol açan modernite bulvarlarda gezinen kalabalığın yanısıra binlerce “köksüz hayat” ve yalnız, yoksul insanlar yaratmıştı. Bir zamanlar insanları eğlendirmiş olan yoksul düşmüş, zavallı, bitkin soytarıya, akrobata şimdi kalabalıklar kayıtsızdılar. Nankör kalabalık artık geçmişe ait olan, modern çağın köksüz insanlarını hor görmekte, onlara hiç bakmadan yanlarından geçmektedir. Modern çağın insanı yakın geçmişi dahi hatırlamak istememektedir. Flaneur bir kez daha şehrin kalabalığından ayrı düşmekte, onlardan farklı düşünmekte ve duymaktadır. O modern hayatta yeri olmayan soytarıya, akrobata sevgi ve acımayla yaklaşır.
Andrew Hussey’in “devrimci bir mikro-toplum” olarak nitelediği Durumcular (Situationists) Paris’i yürüyerek keşfetme açısından Baudelaire’in mirasçıları, flaneur geleneğinin geçen yüzyıldaki son temsilcileriydiler. Onların bu geleneği birkaç adım daha öteye taşıdıkları da söylenebilir.

Flaneur geleneğine yaptıkları stratejik katkılarla modern şehrin düzenini ihlal ettiler. Dérive (sürüklenme) bu katkılardan sadece biri. Guy Debord ve diğer Durumcular özellikle 1960’larda deneysel ve doğaçlamaya dayalı bu davranış sayesinde kapitalizmin talepleri doğrultusunda biçimlendirilmiş, kapitalist şehir planlamacılığına göre düzenlenmiş şehir mekânını, bu mekândaki sınırları, sınırlamaları ihlal ettiler. Kalabalıkla bütünleşmeden, özdeşleşmeden algıların, duyumların akıntısına kapılarak şehrin sokaklarında, bulvarlarında, kimi kalabalık kimi tenha köşelerinde sürüklendiler. Şehrin psiko-coğrafyasını incelediler.

Kapitalizmin zamansal düzenlemesi çalışma (üretim) ve dinlenme saatlerini kesin hatlarla birbirinden ayırmıştır. Çizdiği çizgilerin dışına çıkılmasına, çalışma saatlerinde aylaklık yapılmasına izin vermez. Bu gündelik hayatın disiplin altına alınmasının çok belirgin bir örneğidir. Durumcular, tıpkı flaneur geleneğinin kendilerinden önceki temsilcileri gibi bu ayrımı reddettiler. Kapitalizmin aylaklık üstüne koyduğu örtülü yasağı çiğnediler.

Durumcular’ın Paris’deki aylaklıkları, sürüklenmeleri hiç de amaçsız değildi. Tam aksine, attıkları her adım değişimi ve yeni toplumsal ilişkileri, davranışları anlamaya yönelikti. Paris’in alternatif bir haritasını çizmek istiyorlardı. Bir zamanlar Oscar Wilde ütopyaları göstermeyen haritaların hiçbir değeri olmadığını söylemişti. Durumcular’ın haritası ütopyaları gösterecekti. Bunun için bir metin olarak kavradıkları şehrin özgün bir okumasını yapıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında dérive hem kartografi çalışması, hem de bir metin okumasıydı.

Guy Debord 1967’de yayımlanan Gösteri Toplumu’nda kapitalist topluma bir teşhis koyuyor ve toplumsal hayatın gösteriye dönüştüğünü yazıyordu. Berrak bir ifadeyle metanın fetiş karakterinin aldığı en uç biçimin Marx’ın öngöremediği kadar yoğun yabancılaşmaya yol açtığını ve sonuç olarak gösteri toplumunu yarattığını, toplumsal ilişkilerde imgelerin aracı haline geldiğini, onların aracılığı olmaksızın iletişiminin mümkün olmadığını belirtiyordu. (G.Debord,Gösteri Toplumu,çev.A.Ekmekçi-O.Taşkent, Ayrıntı Yay.,2006).

Gösteri kavramı Debord’un teorisinin merkezinde yer alır. Kapitalist toplumun geldiği aşamadaki özelliklerini bu kavramla açıklamaya çalışır. Ona göre çağdaş kapitalizm toplumda tahakküm kurmada gösteriden yararlanmaktadır. İnsanları manipüle eden, zihinleri üzerinde egemenlik kuran, onları edilgen izleyiciler haline indirgeyen gösteri modern hayatın her düzeyine, her yönüne ve elbette şehre mekânına nüfuz etmiştir. Toplum gösteriyi adeta hipnotize edilmişçesine izler, ama tepki vermez, eleştirmez ve eyleme geçmez. Gösteri esasında eğlendirmez, tam aksine can sıkıntısı yaratır. Durumcular gösteri toplumundaki can sıkıntısını “karşı devrimci duygu” olarak niteliyor ve buna meydan okuyorlardı. İnsanların gerçekle bağlarını koparan gösteri onları sahici (otantik) bir hayat yaşamaktan mahrum bırakır. Bu noktadan itibaren insanın sahici varoluşuna dönmesi oldukça zordur. Sonuç olarak, Debord’a göre gösteri toplumu ciddi bir varoluşsal soruna yol açar.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir