Yazısında Muhammed İkbal’in şiir ve düşüncesinden bahseden Senail Özkan, İkbal’in aslında filozof bir şair olduğu kadar, şair bir filozof olduğunu belirtmiştir. Özkan, İkbal’in kendi toprağına dönüp İslam dünyasını şiirleriyle uyandırmayı misyon edindiğini ve eserlerinin büyük bir çoğunluğunu Farsça kaleme aldığına yer vermiştir.
Muhammed İkbal’in şiiri ve tefekkürü üç ana kaynaktan beslenir: Kadim Hint felsefesi ve şiiri, Klasik İslam düşüncesi ve şiiri ve modern Batı felsefesi ve şiiri. Bu üç farklı düşünce ve sanat geleneğinin en güçlü sütunları üzerinde yükselir İkbal’in muhteşem düşünce ve şiir binası. Bu üç farklı medeniyeti kendi dillerinden okuyan İkbal, gayet vukuflu ve vüsatlı bir mukayese ve terkip imkânına sahiptir.
Klasik İslam şiirini ve tefekkürünü bu medeniyetin iki büyük klasik dilinden, Arapça ve Farsçadan okuyan İkbal, eserlerinin büyük bölümünü Farsça kaleme almıştır. Bu cümleden Dante’nin Divina Commedia’sına nazire olarak yazdığı Cavidnâme ve Goethe’nin Doğu Batı Divanı’na nazire olarak kaleme aldığı Peyâm-ı Maşrık başlıklı eserleri Farsçadır. İkbal, hem İslam filozoflarını hem de tasavvufun klasik şair ve düşünürlerini kendi orijinal dillerinde okumuştur. Aynı şekilde Batının en seçkin filozof ve şairlerini de yine orijinal dillerinde tetkik etmiş ve bunlardan bazılarının görüşlerini takdir ile eserlerine nazireler yazmış, bazılarını da cesaret, ciddiyet ve samimiyetle tenkit etmekten geri durmamıştır.
Düşüncenin bütün ufuklarını ve uçurumlarını dolaşan İkbal, nihayetinde kendi toprağına dönmeyi ve bütün bir İslam dünyasını İsrafil’in sûr’u kadar etkili şiirleriyle uyandırmayı misyon edinmiştir. Yabancı diyarlarda nice zaman yeni fikirler avlayan, keşifler yapan, mesâi harcayan büyük şair, varlık cevherini ve hayatını Peyâm-ı Maşrık’da iki mısra ile hülasa etmiştir:
Vücudum Keşmir cennetinden bir güldür,Gönlüm Hicazlı, şarkım Şirazlıdır.
İkbal’in en esaslı hakikati “gönlü (nün) Hicazlı”, şiirinin Şirazlı olmasıdır. Şarkısı Şirazlı olmasına Şirazlıdır amma Şiraz’ın eşsiz bülbülüne, dünya şiirinin en lirik şairi olarak kabul gören Muhammed Şemseddin Hâfız’a da itirazları ve söyleyecekler vardır. Gelgelelim İkbal, Hâfız’ın şiirindeki şarabın, Nietzsche’nin tabiriyle “bütün dünyanın içip bitiremediği” şarabın, bu şiirin Goethe gibi bir dâhinin başını döndürdüğünün, dolayısıyla bu şiirin evrensel etkisinin fevkalade farkındadır; ancak Hâfız’ı teşrih masasına yatırmadan evvel hesap sorulması gereken bir “Yunan keçisi” vardır ve bu çetin ceviz çağları avucunda tutan Platon’dur.
İKBAL’İN PLATON ELEŞTİRİSİ
Felsefe alanında Grek tanrılarından daha etkili olan Platon’la kavga etmeyen filozof yok gibidir. En şöhretli Batılı filozofların hemen hepsi eleştiri oklarını Platon üzerine yağdırmışlar ama bu oklar onun düşüncesinin sert kayasında bir gedik açamamıştır. Çekiçle felsefe yapmaya başlayan Friedrich Nietzsche, bütün mesaisini Platon’un sistemini yıkmaya harcamış; lâkin filozofumuzun kendisi çıldırmış ama ömrü Platon’un felsefe tarihindeki şöhretini altüst etmeye yetmemiştir. Ne olursa olsun bütün bu teşebbüsler, İkbal nezdinde, Platon’un İslam dünyasındaki yıkıcı etkilerine sessiz kalması için bir sebep teşkil etmeyecektir.
Peki, Allâme İkbal neye itiraz etmektedir, Platon’un felsefesinde menfi olarak gördüğü, İslam dünyasının gelişmesine mani telakki ettiği anlayış nedir? Nasıl oluyor da Platon İslam dünyasının geri kalmasına, gelişmemesine sebep olabiliyor? Bu konuda İkbal’in ileri sürdüğü tez nedir?
Evvela şunu söyleyelim ki Platon da ironik bir şekilde İkbal gibi bir şairdir ve Devlet adlı eserinde toplumun gelişmesi için şaire bir misyon yüklemektedir. İkbal’e göre de şair, toplum hayatında gerçek anlamda bir misyona sahiptir; ebedî hayat mesajı terennüm etmeyen, Cebrâil’in ezgisi ya da İsrafil’in sûru gibi olmayan bir şiir — şeytandandır ve susturulmalıdır, çünkü bu neviden bir şiir ölüm ve çöküş getirir.
İkbal, Platon’u, insanı pasifleştiren ve “benliği yok eden” bir felsefe kurmakla suçlar. Platon’un “idealar âlemi” anlayışı, dünyadan el çekmeyi teşvik eder; bu da İkbal’e göre İslâm toplumlarını zayıflatmıştır. İkbal’e göre Platon’un felsefesi, hayatı inkâr eden bir eğilim taşır. Platon, “idealar âlemi”ni asıl gerçeklik olarak görürken, duyularla algılanan dünyayı gölge, eksik, yanıltıcı bir alan sayar. İşte İkbal, tam da buna itiraz eder. Ona göre, Platon’un bu anlayışı insanın benliğini zayıflatır, onu faaliyetten uzaklaştırır, atalete ve pasifliğe sürükler. Platon’un ideal düzeninde, insanın görevi önceden belirlenmiş bir forma uymaktır. İkbal ise insanı “yaratıcı benlik” (khudi, öz-bilinç) olarak tanımlar. İnsan, Allah’ın halifesidir ve dünyada yaratıcı bir Ego (khudî, öz-bilinç) olarak faaliyette bulunur; dinamik, yaratıcı ve üretici bir hayat yaşar. İnsan, hayatın içinde mücadele eden, yaratıcı bir varlıktır; gerçeklik, ancak bu mücadeleyle kavranabilir. İnsanın kurtuluşu, benliği yok etmekte değil, benliği güçlendirip Allah’a yöneltmekte yatar. Hal böyleyken Platon’un felsefesi, İkbal’e göre, insanı pasifleştiren, edilgenleştiren, faal güçlerini felç eden bir idealizm ihtiva eder.
İkbal, Platon’un dünyayı değişmez idealar üzerine kurmasını eleştirir. Çünkü bu anlayışta oluş, yaratma ve evrimsel ilerleme yoktur. İkbal, hem modern bilimden hem Kur’an’ın dinamik dünya tasavvurundan ve hem de Mevlânâ ve Goethe’nin faal, faustiyan ve dinamik insan tasavvurundan etkilenerek, evreni sürekli yaratılan, hareket halinde bir süreç olarak düşünmüştür. İkbal, “Allah’ı daha açık görmek istersen, Ego’yu daha açık görmeği öğren!” der. Hatta bununla da yetinmez, daha cesur ifade eder: “Hakkı inkâr eden, mollaca kâfirdir; Ego’yu inkâr eden bence daha kâfirdir!”
İkbal, Ego’yu (khudî) inkâr değil, bilakis ikrar etmenin; hayattan kaçmak yerine, bütün fırtınalarıyla hayatı kucaklamanın ve hayat denen muamma okyanusun azgın dalgalarıyla boğuşmanın insanı daha güçlü kılacağına inanmıştır. Bu açıdan Platon’un durağan ontolojisi, İkbal’in mütemadiyen değişen, yenilenen, inkişaf eden varlık anlayışıyla bağdaşmaz.
Öte yandan İkbal, Platon’un devlet anlayışını da eleştirir. Platon’un “Filozof-Kral” yönetimi, halkın iradesini küçümseyen ve hiyerarşik bir düzeni meşrulaştıran bir yapıya sahiptir. İkbal ise İslam’ın, insanlara özgürlük, eşitlik ve sorumluluk bilinci kazandırdığını savunur. İkbal’e göre, Platon’un “idealar âlemi”nde insan koyunlaştırılırken, kendi felsefesinde insan faal hayatın tadını çıkarır, yaratma hazzını tadar.
Unutmamak lazımdır ki hayat daima ilerleyen, gelişen, tekâmül eden ve her şeyi içine çeken ve mütemadiyen krizler üreten bir yapıya sahiptir; ilerlemenin gücü yeni istekler yaratma kabiliyetinden gelir. İkbal hayatın devamlı bir gayret ve sürekli bir seyahat olduğunu kabul eder ve bu fikri o kadar önemser ki, Descartes’in Cogito ergo sum fikrine karşı, “Yürürsem varım, yürümezsem yokum” (Câvidnâme) fikrini vurgulamıştır.
İkbal, Platon’un “idealar âlemi” fikriyle İslam düşünce dünyasında nasıl bir etki ve tahribat yarattığını anlatmak için Asrār-i Khudi başlıklı eserinde bir “Koyun ve Aslan” hikâyesi anlatır. Buna göre aslanlara peygamber tayin edildiğini iddia eden bir koyun, vaazlarıyla aslanları koyunlaşmaya ikna eder. Böylece aslanlar benliğini kaybeder, güçsüzleşir, sonunda koyunların kölesi olur. İkbal’in hakiki Müslüman’ına gelince;
O bir gelinciğin kalbini serinleten bir şebnemdir,Ve o, nehirlerin kalbini sarsacak kadar kuvvetli bir fırtınadır!
Evet, koyunlaşan bir aslan daha vardır; lirik şiirin zirvesinde oturan Hâfız-ı Şirazi. Öyle midir acaba?
İKBAL’İN HAFIZ ELEŞTİRİSİ
İkbal’in, Faust’un şairi Goethe’ye duyduğu hayranlığa hiçbir diyecek yoktur; ancak sadece Şark’ın değil, dünyanın en büyük lirik şairi olarak kabul edilen Muhammed Şemseddin Hâfız mevzu olunca İkbal’in;
Onun meclisi dindarlara yaraşmaz, kadehi özgür insanlar için uygun değildir. Hâfız’ın meclisinden uzak dur — koyunlardan sakın, koyunlardan sakın!diyerek okuyucuyu ikaz etmesi bende tuhaf bir duygu uyandırıyor. Dikkat edilecek olursa İkbal, Hafız’ı da “koyunlaşanlar” safına yerleştirmektedir. Gerçi İkbal, öldürücü olsun diye mürekkebine zehir damlatarak yazdığı ve Benliğin Sırları (Asrār-i khudī) başlıklı eserinde neşrettiği bu hiciv şiirini gelen baskılar üzerine dâimi olarak eserinden çıkarmıştır; çıkarmıştır çıkarmasına amma olan olmuştur bir kere.
Söz konusu şiirde İkbal, Hafız’ın “şarap düşkünü”, “şarap içici” (bâde zen) olduğunu, meyhaneyi mesken tuttuğunu, hazlar âleminde yaşadığını ve nihayet “şarkı söylemeyi öğrenmiş bir koyun” olduğunu, dolayısıyla da Müslümanları koyunlaştırdığını, atalete, pasifliğe ve çöküşe sürüklediğini söylemektedir. İkbal’e göre Hafız, İslam dünyasını atalete, rehavete ve teslimiyete sürüklemiştir. Hafız’ın şiirlerinde dile getirdiği şaraba övgü, sermestlik (sarhoşluk), sevgi, neşe ve rindâne hayat İkbal’e çok ters bir hayat tarzıdır. İkbal, Hafız’ın “ebedî şarabı terk et[mesinden]” dolayı duyduğu hayal kırıklığını dile getirir:
“Sâkî’nin ve kadehin şerefini, eserini bir yana bıraktı, Haylazların şölenini ve ebedî şarabı terk etti.”
Doğrusunu söylemek gerekirse Hafız’ın şiirinde İkbal’i rahatsız eden sadece şaraba övgü, sarhoşluk ve rindâne hayat değildir. İkbal için bardağı taşıran son damla, Hafız’ın İslâm nizamının sembolik figürleriyle — müftü, zâhid, ahlâk bekçisi gibi — alaycı biçimde oynamasıydı. Bu yüzden İkbal, eleştiri dozajını yükseltir:
“Onun ülkesinde müftü, omzunda şarap testisi taşır;
ahlâk bekçisi, yaşlı bir şarap satıcısına hizmet eder.”
Bununla da yetinmez İkbal, hafız-ı Kuran olan Muhammed Şemseddin Hafız’ı yeterince “Müslüman” ya da “Kur’ânî” olmamakla suçlar: “Müslüman’dır, ama imanı bir zünnar kuşağı taşır.” Gerçekten de Hafız, “zünnâr” takmaktan çekinmemiş, hatta bu durumu alaycı bir gururla dile getirmiştir. Her ne kadar mecazî anlamda söylese de Hafız’ın bu rindâne ve ironik tavırları İkbal’i çileden çıkarır:
“Onun arp’ının ezgisi — çöküşün rehberi! Onun ilham perisi — çöküşün Cebrâil’i!”
Bu ağır tenkitleri samimi olarak dile getiren İkbal’in, zaman içerisinde kendisine yönelen baskıları da göz önünde bulundurarak bir nefis muhasebesi yaptığını, Hafız hakkındaki yargısında yanılmış olabileceğini düşündüğünü düşünmeden edemiyorum. Bununla beraber İkbal’in, “Ebediyet Kitabı” (Câvidnâme) başlıklı şaheserinde harikulâde tasvir ettiği gökyolculuğu esnasında Hâfız’la hiç karşılaşmamış olması son derece şaşırtıcıdır ve ister istemez dimağımızda garip ve buruk bir tat bırakıyor.
Talihin cilvesine bakın ki İkbal’in, “şarap içenler cemaatinin fakihi” olarak gördüğü ve yanlış anladığı “aşk şairi”, bilge, neşe dolu, rind meşrep Hâfız’ı, başta Goethe, sonra Rückert ve Nietzsche doğru anlamışlardır. İkbal, Goethe’yi doğru anlamış, ona hayran olmuş ve onun insanoğlunun bütün macerasını hülâsa ettiği Faust’unu “ferdileşmiş insanlık” olarak yüceltmiştir. Faust’u okuduktan sonra kendi sınırlarını tanıdığını itiraf etmiştir: “Ruhumuz, büyük bir ruhla temas ettiğimizde kendini keşfeder. Ancak Goethe’nin hayal gücünün sonsuzluğunu kavradığımda, kendi hayal gücümün darlığını fark ettim.” İkbal’in mard-i mu’min’i (inanmış insanı), ile Goethe’nin faustiyan insanı aynı dili konuşurlar; ancak Hâfız’ın “rind”i ile İkbal’in “faustvari mücadeleci mümini” arasında derin bir zihniyet farkı vardır. Goethe de İkbal de – tabii Mevlânâ da - dünyayı derûnunda bir arada tutan gücün “aşk” olduğuna inanır; ikisi de faal, çalışan, yaratan, iradesi kavi dinamik insanı tebcil eder.
İkbal, “Bir şiirde ölüm mesajı gizliyse, ben arpı, ney’i ve rebabı haram sayarım” diyerek, Hâfız’ı Müslümanları pasifleştirmek ve uyutmakla suçlarken, Faust ve Doğu Batı Divanı’nın şairi, Hâfız-ı Şirâzî’nin sesini çok uzaklardan duymuş ve onu “ikiz kardeş” kabul etmiştir. Hâfız’ın şiirini “dönen yıldızlı bir sema”ya benzeten Goethe, Doğu Batı Divanı’ndaki şiirlerin ateşini Hafız’ın gazellerinden almıştır. Goethe, Hafız’ın şiirlerindeki anlam iç içeliğini ve çok katmanlığı görmüş ve Doğu Batı Divanı’ndaki Wink (İşâret) başlıklı şiirinde çok doğru değerlendirmiştir: İşâret
Ne var ki tekdir ettiğim âlimlerin de hakkı var:Zira sözün sadece bir mânâsı geçerli değildir,Doğrusu bu durum kendiliğinden anlaşılmalıydı.Söz bir yelpazedir! …
Tıpkı Goethe gibi, Kuran mütercimi Rûckert ve Schaeder gibi Batılı yorumcular da Hâfız’ın şiirlerindeki bu çok katmanlı anlam yapısını fark etmişlerdir. H. H. Schaeder, “anlam katmanlarının iç içeliğinde Hafız’ın asıl üslup amacını” gördüğünü vurgularken Friedrich Rückert, Hafız’ın şiirdeki bu “çok katmanlılığı” yorumlamak için, tercümesi neredeyse imkânsız bir şiir yazmıştır. Rückert’in bu şiirinde kelimelerin iç içe girmiş çok katmanlı anlamları, parıltıları birbirine aksederek birbirini ışıklandıran ve fakat gözü yanıltan mücevher parçalarının ışıklarıyla mukayese edilebilir.
Hafiz, wo er scheinet Ubersinnliches Nur zu reden, redet über Sinnliches, Oder redet er, wo über Sinnliches Er zu reden scheint, nur Übersinnliches? Sein Geheimnis ist unübersinnlich, Denn sein Sinnliches ist übersinnlich.
Hâfız —görünürde sadece aşkın olandan söz ediyorSanırsın, oysa o duyularla kavranandan söz ediyor,Yahut da, görünürde söz ederken duyularla algılanandanBelki de söz etmekte aslında yalnız aşkın olandan? Onun sırrı, aşkınlığın da ötesindedir; Çünkü onun müşahhas olanı bile aşkındır.Fars şairleri gazel tarzındaki şiiri mükemmellik noktasına taşımışlardır. Hafız’ın gazellerinin metaforik dili, zaman içinde öyle bir çokanlamlılığa ulaşmıştır ki, ifadenin kesinliğini neredeyse ortadan kaldırmıştır. Bu durum ister istemez Hafız’ın şiirlerinin yanlış anlaşılmasına ve yanlış yorumlanmasına sebep olmuştur. Keza Hafız’ın şiirlerini yanlış yorumlayan sadece İkbal değildir. Malum, bizde bile Hafız’ın şiirlerini yasaklamak için Şeyh ül İslam Ebussuud’dan fetva istenmiştir. Bereket versin ki Ebussuud konuda olumsuz bir fetva vermemiştir. Vermediği için de Goethe’nin takdirine mazhar olmuştur.
İkbal filozof bir şair olduğu kadar, şair bir filozoftur. Tıpkı Nietzsche’nin felsefi düşüncelerini şiirlerinde ve bilhassa Böyle Buyurdu Zerdüşt başlıklı eserinde fevkalâde şairane bir şekilde dile getirdiği gibi, İkbal’de bütün bir fikirler kâinatını şiirlerinde, Bâl-ı Cibril, Esrar-ı Khudi, Armağan-ı Hicaz, Peyam-ı Maşrık ve Câvidnâme başlıklı eserlerinde inanılmaz bir lirizmle ifade etmiştir. Rudolf Pannwitz’in modern şiir hakkındaki şu yorumu âdeta Allâme Muhammed İkbal’i tarif etmektedir:
Her büyük edebî eser, hem yaşadığı çağın ürünüdür hem de onu aşar. Zamanı tamamlar; onun henüz açığa çıkmamış, gizli katmanlarından eksik olanı — geleceğin getirmesi gerekeni ve sonsuza dek geçerli olanı — ortaya çıkarır. Büyük edebiyat, çağının aynasıdır; aynı zamanda da onun yargı kılıcı ve ilerlemesini sağlayan itici gücüdür. Bu yüzden pasif değil, etken bir tarihtir; tarihi şekillendiren bir tür peygamberliktir. Çünkü büyük edebiyat, insan ruhlarında öyle bir yaratıcı süreci harekete geçirir ki, bu süreç her dönemin kendi gerçekliğinden daha güçlüdür; zamanı aşar, geleceği bugünden koparıp alabilir ya da onun zincirlerini çözebilir.
