Batı’nın geçmişte ve bugün dünyada yürüttüğü “kirli işler” en azından ahlaki düzeyde Batı’nın kendi hakkındaki tasavvurunu belirleyecektir. Teknolojik gelişme, artık bir yönüyle, medyanın bugüne dek gizlediği ayıplarını açığa çıkaran bir ayna işlevi görmektedir. Küreselleşme ve serbest piyasa ise, Batı’nın tekelinde tuttuğu güç unsurlarını rakiplerinin eline geçirecek imkânların önünü açmıştır.
Esasen coğrafi bakımdan “Doğu”nun karşıtını niteleyen “Batı” kelimesi tarihsel ve düşünsel bazı gelişmeler nedeniyle zamanla başka bir kavramsal boyut kazandı. Bu dönüşüm, Batı’nın, başkenti Roma olan Latin Katolik Avrupa ile; Doğu’nun ise başkenti Konstantinopolis (İstanbul) olan Bizans Ortodoks İmparatorluğu ile özdeşleştirilmesiyle başladı. Böylece, Latin-Katolik ve Yunan-Ortodoks kültürler arasında dilsel, dinsel ve kültürel bir ayrışma ortaya konmuş oluyordu. Haçlı seferleriyle birlikte Batı, İslamî Doğu’ya karşı Hıristiyan Avrupa’yı ifade eden bir kavram haline geldi. Avrupa Rönesansı, dinî reform hareketleri ve 15. ve 16. yüzyıllardaki büyük coğrafi keşiflerle birlikte ise Batı’nın bir uygarlık olarak tahayyülü şekillenmeye başladı. Ancak, “Batı” kavramının siyasal, felsefî ve kültürel anlamı, esasen 18. yüzyıldan sonra, Avrupa modernitesiyle birlikte belirginleşti. Avrupa sömürgeciliğiyle birlikte Batı, kendini “Doğulu öteki”nin karşıtı olarak tanımlamaya başladı. Hegel, Spengler (özellikle Batı’nın Çöküşü adlı eseriyle) ve Toynbee gibi filozof, düşünür ve tarihçiler, bu kavramın felsefî anlamını netleştirdiler ve modern düşüncede yerleşmesine katkıda bulundular. 20. yüzyılın özellikle II. Dünya Savaşı sonrası edebiyatında Batı, artık açık bir biçimde Avrupa-Amerika modern uygarlığı anlamında kullanılmaya başladı.
Bununla birlikte, “Batı” kavramının sıkça kullanılıyor olması, onun tanımında bir birlik olduğu anlamına gelmez. Tam aksine, kavramın tanımı konusunda birbiriyle rekabet eden farklı eğilimler söz konusudur. Bazı yaklaşımlar Batı’yı kültürel ve medenî boyutlarıyla tanımlar: Batı, belirli ilke ve değerlere dayanan bir sistemdir (akılcılık, bireycilik, insan hakları, laiklik, demokrasi, aydınlanma, serbest piyasa, bilim ve teknoloji). Bu sistemin kökleri Antik Yunan ve Roma mirasına, Batı Hristiyanlığına (Katoliklik ve Protestanlık), Rönesans’a, bilimsel devrime ve Aydınlanma Çağı’na dayanır. Öte yandan, daha gerçekçi bir yaklaşım ise Batı’yı jeopolitik ve ekonomik boyutlarıyla tanımlar: Bu anlayışta Batı, Avrupa ülkeleriyle birlikte ABD, Kanada ve Avustralya’dan oluşan ve siyasal-ekonomik ittifaklar çerçevesinde bir araya gelen bir bloktur.
Ayrıca, üçüncü bir eleştirel yaklaşım daha vardır ki bu da, Batı’yı baskıcı bir proje olarak görür ve sömürgecilik, ırkçılık ve beyaz ırkın üstünlüğü üzerine kurulu bir proje olarak değerlendirir. Bu eleştirel yaklaşım, “Batı” sorusunu yeniden canlandırmış ve onu giderek daha da yoğunlaşan bir iç tartışmanın konusu hâline getirmiştir. Bu tartışma, Batı’nın içinden geçtiği dönüşüm evreleriyle de ilişkilidir: Sömürgecilik öncesi dönem – sömürgecilik dönemi – II. Dünya Savaşı sonrası – liberal Batı ile komünist Doğu arasındaki ikilik – postkolonyalizm ve küreselleşme – yeni güçlerin ortaya çıkışı. Bugün gelinen noktada ise, Batı’nın kendi jeopolitik coğrafyasında her geçen gün derinleşen çelişkiler dikkat çekmektedir: Batı’nın demografik yapısı, göç meseleleri ve aşırı sağın yükselişi, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılması, Rusya-Ukrayna savaşı, enerji ve iklim sorunları, Avrupa Birliği ve Avrupa’nın savunması ve ilgili meseleler, Trump’ın Avrupa’ya yönelik politikaları ve tehditleri vs. Son olarak, Batı kamuoyundaki dönüşümler, hem iç hem de dış siyasetin sabitelerini sorgulatır hâle gelmiştir. Bu dönüşümün en çarpıcı başlıklarından biri ise “İsrail”dir: Öyle ki İsrail’in başbakanı, Batılı devletlerin bizzat kurucusu ve hamisi olduğu en önemli uluslararası mahkeme tarafından hakkında yakalama kararı çıkarılan bir isim hâline gelmiştir.
“Batı nedir?”, Fransız filozof Philippe Nemo’nun bir kitabının başlığıdır. İkinci baskısı 2013’te yayımlanmış, Arapça çevirisi ise Arap Araştırmaları ve Politika Çalışmaları Merkezi tarafından 2023’te yapılmıştır. Nemo, bu eserinde tehdit altında gördüğü Batı’yı savunmak için ona zırh olabilecek fikirleri yoğunlaştırmaya çalışır. Kitapta, Batı fikrini tarihte temellendirmeye ve Batı ülkeleri arasında ortak paydaları sıralamaya odaklanır: Hukukun üstünlüğü, demokrasi, düşünce özgürlüğü, eleştirel akılcılık, bilim ve serbest ekonomi. Yazar, bu kültürün birçok halk tarafından ardışık biçimde taşındığını savunur: Yunan şehir-devletlerinden gelen özgürlük ve bilim mirası; Roma hukukundan ve özel mülkiyetten doğan insancıl anlayış; Kitab-ı Mukaddes’in ahlaki devrimi; 11. ile 13. Yüzyıllar arasında gerçekleşen ve Atina, Roma ile Kudüs’ü uzlaştıran Papalık Devrimi ve son olarak da liberal demokrasilerin gerçekleştirdiği devrimler. Yazar bu beş tarihsel olayı, Batı’nın biçimlenmesini sağlayan birleşik unsurlar olarak değerlendirir. Kitabın beş bölüm başlığını da bu unsurlar oluşturur. Ona göre, “Doğu” bu olguları görmezden gelmiştir.
Dış bağlamlarından kopuk bir şekilde ele alınan bu tarihsel kesitlere anakronik bir şekilde modern fikirlerin yansıtılması, bu süreçlerdeki iç çelişkilerin göz ardı edilmesi ve bunlar üzerindeki Arap-İslam etkisinin kesin bir şekilde inkâr edilmesi, yazarın ulaşmak istediği şu yargıya hizmet etmektedir: Liberal demokrasi Batı’ya özgü bir olgudur ve başka bölgelere kolayca aktarılamaz ya da oralarda kökleşemez. Yazar ulaştığı bu yargıyı, Batı dışındaki toplumların bu değerlere layık olmadıkları için değil, tarihsel gelişimlerinin onları buna uygun kılmadığı gerekçesiyle savunur. Dolayısıyla, bu doğrultuda Batı’nın dünya üzerindeki ayrıcalıklı konumunu yüceltmekte de tereddüt göstermez: Öyle ki, “1750’den bu yana yeryüzünde yaşamış beş milyar insan, kapitalizmin çocuklarıdır; bu anlamda Batı’nın evlatlarıdır.” Ancak, filozofumuz, aynı dönemde –ve Batı’nın bizzat kendi topraklarında dahi– yaşanan savaşların, işgallerin ve benzeri felaketlerin milyonlarca kurbanından tek kelimeyle bike söz etmez. O hâlde şu soruyu sormadan geçemeyiz: Bu kurbanların cellatları kimdi?
Yazarın, kitabının başlığı olan “Batı nedir?” sorusuna verdiği cevap, bir vaizin cemaatine ihtişamlı geçmişlerini anlattığı vaazına benziyor. Zira bu anlatı da, bu tür vaazlarda yapılageldiği üzere diğer halkların bu ihtişam ve kahramanlıkların inşasındaki rollerini tümüyle göz ardı ederek, yalnızca tek taraflı bir tarih sunuyor. Fransız bir filozofun, siyasi ve toplumsal felsefe alanında onlarca yıl ders verdikten sonra, “Batı” fikrinin tutarlılığını ispatlamak için böyle derme çatma bir kurguya ihtiyaç duyması, bu fikrin ne kadar parçalanmış ve dağılmış olduğunu açıkça gösteriyor. Bu durum, aynı zamanda filozofun, yükselen mezhepçilikler ya da kültürel melezleşme gibi unsurların yol açtığı “çözülme tehlikeleri” karşısında Batı fikrine yeniden hayat vermeye yönelik bir çaba içinde olduğunu da gözler önüne seriyor.
“Batı’dan geriye ne kaldı?” başlıklı bir diğer kitap 2014 yılında yayımlandı ve Murad Deyyani tarafından çevrilerek 2023 yılında yine Arap Araştırma ve Politika Çalışmaları Merkezi tarafından yayımlandı. Kitap, görüş ayrılıkları bulunan iki Fransız entelektüelin birbirlerine yazdığı mektuplardan oluşuyor. Bu entelektüellerden biri, “Batı’nın sonu” meselesini ilk kez gündeme taşıyan Régis Debray’dır. Debray için “Batı”dan kasıt, esasen Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) örtük adından başka bir şey değildir. Çünkü ona göre yalnızca NATO, itiraza açık olmayan bir komuta zinciri ve ideolojik uyum ile tek sesli konuşma kapasitesine sahiptir. Bu birlik ve tek seslilik, Batı’ya evrensel olanı tekeline alabileceği hissini vermektedir. Öyle ki Batı, kendisini dünyanın merkezi olarak görür ve kendi çıkarlarının insanlığın ortak çıkarları olduğunu varsayar. Diğer yazar Renaud Girard ise bu görüşe karşı çıkarak, Batı’nın hukuk devletine dayalı ülkelerden oluştuğunu, dünyanın geri kalanının ise çeşitli biçimlerde tezahür eden diktatörlükler altında yaşadığını savunur. Ayrıca Batı’yı tanımlayan en temel özelliklerden biri olarak Hristiyanlık boyutuna dikkat çeker.
İki yazar da Batı’nın hâlâ ayakta olduğu ve varlığını sürdürdüğü konusunda hemfikirdir; ancak her ikisi de bu üstünlüğünün sarsılmaya başladığını kabul eder. Bu sürekliliğin nedeni konusunda ise görüş ayrılığı yaşanır: Régis Debray bunu Batı’nın askerî ve teknolojik gücüne bağlarken, Renaud Girard’a göre Batı’nın siyasi varlığı, köklü kültürel mirasından bağımsız düşünülemez.
Debray, Batı’ya dair “klinik veriler” sunarken, Batı’nın başarısını ve gücünü sağlayan beş temel unsur sayar: 1. Emsalsiz bir bütünlük, 2. Evrensel olanı tekelleştirme yeteneği, 3. Dünya düzenini şekillendiren kadrolar yetiştiren bir okul oluşu, 4. İnsanî duyarlılıkları koordine etme becerisi ve 5. Bilimsel ve teknik yenilikçilik. Bunlara karşılık beş zaaf noktası da şunlardır: 1. Aşırı küresel kibir, 2. Üstünlük kompleksinden kaynaklanan körlük, 3. Kutsal olandan arınmanın reddi, 4. Kısa zaman dilimlerine ve hızlı sonuçlara saplanıp kalmak ve 5. Sistemi bozan faktörlerin yaygınlaşması. Bu maddelerin her birinin ayrıntıları oldukça önemli olmakla birlikte burada hepsine değinmek mümkün değil.
Renaud Girard ise meseleyi şu ifadeyle özetler: “Avrupa’nın yalnızca bir telefon numarası sorunu yok; aynı zamanda bir mikrofon sorunu da var. Bu durum, Avrupalı vatandaşlar açısından, yabancılara kıyasla daha da ciddi bir hâl almış durumda.” Girard bu tespitiyle bir yandan Avrupa’nın parçalanmış yapısına, öte yandan da kendisini temsil eden birçok sesin varlığına işaret etmektedir. Ona göre Batı, ortaya koyduğu en iyi icatlardan biri olan Avrupa Birliği’ni hızla tedavi edecek iç kaynakları kendi içinde bulamazsa, nihayetinde siyasî bir dağılmaya mahkûm olacaktır.
Kesin olan şu ki, Batı –kendi kuramcılarının da belirttiği üzere– gün geçtikçe derinleşen krizler yaşamaktadır. Ancak Régis Debray’e göre “zehire karşı bağışıklık kazanma yöntemini, eleştirel olumsuzluğu sistemli şekilde sindirme yoluyla öğrenmek Batı’nın dehasıdır; bu, aynı zamanda onun dinamiği ve koruyucu zırhıdır.” Renaud Girard ise bu yaklaşımı, “siyasal Batı’nın kötü ya da ölmekte olmadığının, aksine kültürel Batı’nın gerçek bir ürünü olduğunun en güçlü kanıtı” olarak değerlendirir. Bu savunmacı ve eleştirel teşhis, yukarıda özetlenen iki kitapta görüldüğü üzere, Batı’nın kendi üzerine yürüttüğü tartışmalara örnek teşkil etmektedir. Ancak, bu yaklaşımlar on yıldan daha uzun bir süre öncesine aittir. Bu geçen on yıl içinde yaşanan gelişmeler, soruları ve sorgulamaları kat kat artırmıştır. Acaba Philip Nemo, Trumpçılık (Trump fenomeni) ortaya çıktıktan sonra da şu iddiasında ısrar edebilecek midir: “Amerikan kimliğiyle karşıt bir Avrupa kimliği kesinlikle mevcut değildir”? İsrail Devleti'nin Batı ülkeleri nezdindeki gelecekteki jeopolitik konumuna dair sorusunun hâlâ bir karşılığı var mıdır? Ona göre bu konum, İsrail’in felsefî ve dinî tercihlerine bağlıydı. Özellikle şu sorular önem arz ediyordu: Acaba siyonizmin sıradan bir milliyetçiliğe dönüşmesinden kaçınılabilecek mi? İsrail bir hukuk devleti olarak Batı tipi bir yapıyı mı benimseyecek, yoksa ülke yeni bir teokrasi türüne mi dönüşecek?
Batı’nın geçmişte ve bugün dünyada yürüttüğü “kirli işler” en azından ahlaki düzeyde Batı’nın kendi hakkındaki tasavvurunu belirleyecektir. Teknolojik gelişme, artık bir yönüyle, medyanın bugüne dek gizlediği ayıplarını açığa çıkaran bir ayna işlevi görmektedir. Küreselleşme ve serbest piyasa ise, Batı’nın tekelinde tuttuğu güç unsurlarını rakiplerinin eline geçirecek imkânların önünü açmıştır. “İnsani nedenler” gerekçe gösterilerek başlatılan savaşlar ya da aynı gerekçelerle uzak durulan askeri müdahaleler ise, mağdurlarını Batı ülkelerinde ikamet etmeye zorlayarak, Batı’nın gelecekteki kimliğini yeniden şekillendirmelerine yol açmıştır. Daha pek çok gelişme, en hafif etkisiyle, yamanması giderek zorlaşan bu yırtığın büyümesine sebep olacaktır.
KİMDİR?
Prof.Dr.Abdulrahman Helli, Katar Üniversitesi’nde Profesör olarak görevine devam etmektedir.
(Çeviren: Ömer Özsoy)
Kaynak: el-Arabi el-Cedid, 7 Ağustos 2025.
