Görüşler

Cumhurbaşkanı adaylığı tartışmaları üzerine

Cumhurbaşkanı adaylığı tartışmaları üzerine

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk "Uzun süredir yaşadığımız yeni sistemin en temel zaaflarından biri de regülasyonu sağlayacak devlet kurumları ile siyasi yönetim erkinin iç içe geçmiş olması" değerlendirmesinde bulunuyor.

Mahir Kaynak çiçeği burnunda Cumhuriyetimizin henüz tam devlet olamadığından bahsederdi. Peki devlet olanlar hangi ülkelerdir diye sorduğumda, İngiltere, Çin ve İran’ı örnek verirdi. Kaynak, A.B.D’yi bile tam olarak bu tasnife katmazdı. Mücadele hareketi kurucularından Yavuz Arslanargun’da “oğlum gece yarısı temel güven duygusuyla sokakta gezebiliyorsan işte orada devlet var demektir” derdi.

Bizim devlet geleneğimizde iktidarın birliği ve güçlendirilmesi varken gelişmiş batıda ise iktidarın sınırlandırılması geleneği evrimleşmiş. “Devleti ‘cehennem’ haline getiren şey, insanın onu ‘cennet’ haline getirmeye kalkışmasıdır.” Diyor muhafazakâr filozof Edmund Burke. Ayrıca Burke, Devletin değişime açık olmasını bu değişim için gerekli olan enstrümanlarını imha etmemesi gerektiğini savunuyor. Ancak maalesef bizim devletimizde reform enstrümanları, geliştirilerek bir köşede pek hazır bekletilmez.

500 yıllık devleti-alimiz 19. Yüzyılın belki de bizler için en uzun yüzyılın başından itibaren bekası için değişimi örgütlemiş. İmparatorluğun ekonomisi ve entelektüel birikimi, devletin tüm iyi niyetine rağmen kurumlar ve kadrolarını ancak genç Türkiye Cumhuriyeti’nin alt yapısı için hazırlayabilmiş. Ali ve Fuat paşalardan, Mithat paşaya kadar devlet kurumlar ve kurallar üzerinden batı bürokrasisine rekabet edebilecek seviyede dönüştürülmeye çalışılmış. Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye bu dönüşümün 3 temel ayağını oluşturmuş. Genç Osmanlılar ve İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) bu üç kurumda okuyan gençler tarafından kurulmuş. O dönemlerin padişahı Abdülhamit tüm istibdatına rağmen devlet kurumlarını alt ve üst yapı bakımından güçlendirmişti. Abdülhamit’ten sonra İTC 1908 Anayasa devrimini müteakiben ülkeyi otoriter bir şekilde yönetti. Özellikle Talat Paşa, İTC’nin sivil kanadı olarak, bugünkü Cumhuriyet güvenlik bürokrasimizi teşkilat yapısı ve felsefesiyle temellendirdi.

İmparatorluk fiilen 1918’de tasfiye olurken Harbiye’si, Mülkiyesi ve Tıbbiyesi ile başta Cumhuriyetimiz olmak üzere Ortadoğu’da kurulan Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün ve hatta Mısır gibi devletçiklerin bürokrasisinin temelini oluşturuyordu.

İTC’nin yetişdirdiği kadrolar 1960’lara kadar ülkemizin bürokrasisi içinde rol aldılar. Cumhuriyetimizin Güvenlik ve İdari bürokrasisi bu yapı üzerine şekillendi. İmparatorluğun dağılmasında rol oynadığına inanılan 3 temel duyarlılık devlet bürokrasisinin kırmızı çizgisini oluşturdu. Bunlar, Osmanlı’nın fetih-yayılma ideolojisi, Etnik talepler ve din-devlet ilişkilerine iç içe geçmişlikti.

İTC’de uzun süre sivil kanat etkiliyken yeni devletimizde askeri bürokrasi kanadı etkili oldu. Askeri kanat uzun süre bu duyarlılık gerekçesiyle sivillere güvenemedi. Cumhuriyetimizin başkanları Özal’a kadar askerlerden oluştu. Celal Bayar sivildi ancak İTC yapısının aktif yöneticilerinden biriydi. Aynı şekilde merhum Demirel sivildi ancak İTC’nin kurucu felsefesini vaz geçilmez görmüştü.

2000’li yıllara kadar ülke sivil asker tartışmalarını yaparken aslında sınıfsal niteliği de olan aristokrasi-bürokrasi ve taşra-küçük burjuva tartışması da yaşıyordu. Güncel değimle bu eski merkez-taşra veya seküler-muhafazakâr tartışması gerilimiydi. Siyaset bu dikotomiler üzerine oturuyordu. 28 Şubat bu tartışmanın dönüm noktasıydı.

Türk Sağının uzun yıllardır dillendirdiği “kahtı rical” yani devlet kadrolarının Anadolu çocuklarına kapalılığı ve elitlerin buna izin vermemesi meselesi buydu. Bu belki de siyasi tarihimizin adı konulmamış devleti ele geçirme sorununun bir diğer adıydı da. Bu gerilimi ülke cemaatlerle devlet ilişkisinde acı örnekleriyle yaşadı. Bugün bu mücadelenin aslında Anadolu çocuklarının mahrum edilme sorunu değil, bir liyakat sorununun kendisi olduğu seküler bir dille açığa çıkmış durumdadır.

Ülkemizde merhum Erbakan’ın önderliğindeki Millî Görüş hareketinin hedefi devleti millileştirmekti. Ancak bu hareket devleti ele geçirmek adına hiçbir zaman diğer Sağ ve bir kısım Sol guruplar gibi kadro yetiştirmeye odaklanmadı. Mahalleyle çok iyi ilişki kuran esnaf ağırlıklı kadroları vardı. Sahanın kendisi onlar için bir uygulama ve hizmet alanıydı. MHP ve Mücadele hareketi gibi hiçbir zaman devlet felsefeleri oluşamadı. Mahalle, kalkınmacılık ve hizmet öncelikleri onları yerel yönetimlere taşıdı. Yerel yönetimlerde halk hizmet üstünlüklerini fark etti. Farklılıkların yaşam tarzları endişelerinin olamayacağını halka yönetimlerinde göstermişlerdi. Ayrıca toplum Millî görüşe devletin artık fazla itiraz edemeyeceğini gördü siyasi iktidarı kendilerine verdi.

Eski Türkiye’nin güvenlik bürokrasisi ve seçilmiş yöneticiler ağırlıklı ortak akıl regülasyon kurumu ( M.G.K) eski işlevinden dönüştürüldü. Bu dönemde bildiğimiz gibi eski çevre yeni merkeze yönelik hazine arazileri öncelikli rantlar üretildi. Yerel yönetimlerdeki hizmet ve kaynak üretme anlayışları, merkeze, devlete taşındı. Devlet artık belediyeleşmiş, sonra şirketleşmiş ve sonra da devlet, icraatları özellikli bir bakıma özelleştirilmişti.

1994 belediye miadından bu yana sırf Sayın Cumhurbaşkanının başardığı gibi değil onun İstanbul’daki halefi veya o dönem Ankara B.B başkanı da bugünkü CHP’li selefleri gibi devlet ve ülke yönetiminde üst düzey rol almayı hedefliyorlardı.

Konu asker kökenli mi veya sivil siyasetçimi tartışmalarından öte devlet adamı mı yoksa sivil seçilmiş popüler partili siyasetçi mi gündemine oturmuş bulunmakta.

İmparatorluğun bakiyesi olarak bölgesel değil ama küresel aktör olarak kurumsal devlet olamadığımız açık ama bir o kadar da nitelikli devlet adamı gelecek için yetiştirme ihtiyacımızda o kadar gözükmekte. Ayrıca bu nitelikli devlet adamları ihtiyacımızın asker veya sivil kökenli olmaları da fark etmemekte.

Uzun süredir yaşadığımız yeni sistemin en temel zaaflarından biri de regülasyonu sağlayacak devlet kurumları ile siyasi yönetim erkinin iç içe geçmiş olması. Devleti yönetenlerden en üst düzeyden kurumlara kadar tarafsız-regülasyon özelliği olan kişi ve kurumun kalmaması gerçek bir beka sorunu kaygısını taşıttırmaktadır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi devletin başının ve temsil ettiği değerlerin seçimidir. Başarılı büyük şehir belediye başkanlarımız ve onların yanındaki devlet deneyimi olmayan yerel danışmanlarının seçimi değil. Bunu fark etmemiz gerekmekte. 1950’den bu yana hızlı zenginleşme aracı olan siyasi sistemimizin devlet eliyle yapılması elzem kurumsal reformlara ihtiyacı vardır. Siyasetin finansmanı, Siyasi partiler kanunu gibi. Kurumlar ve kavramların kaybedilen güveni yeniden kazanabilmeleri için yeniden inşası gerekmekte. Devlet görgüsü içinde bunu müteahhit bakış açılı yerel seçilmişlerimizden beklemek onlara haksızlık olacaktır.

Devletin Belediye başkanlarına değil, devlet adamlarına ihtiyacı vardır. Muhalefetin aday belirleme sürecinde bu hususu, özellikle tüm siyasi parti liderlerimizin dikkate almaları tarihsel bir sorumluluktur.

Sorunun özünün yöneticilerimizi değiştirmekte değil zihniyet, alışkanlıklarımız ve sistemin değişmesinde olduğunu görmemiz gerekiyor.

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir