Bu topraklarda yaşanan acılar, mübadeleler, müsadereler ve korkular artık bastırılamaz bir hafızayı oluşturmuştur; devletin bu hafızayla yüzleşmeden yeni bir toplumsal sözleşme kurması mümkün değildir. Geleceğe yönelik sağlıklı bir ortak aidiyet isteniyorsa bundan kaçınılmamalıdır.
Bir dönem kurumumda birlikte çalıştığım romantik bir Kemalist emekli rütbeli dostum bana sıkça, “Artık bugünü dünden açıklama alışkanlığını bırak, Atatürk’le yeni bir tarih ve ulus inşa edildi; o geçmiş hep geride kaldı” derdi. Bu cümle bana hep Vamık Volkan Hoca’ya yıllar önce yönelttiğim bir soruyu hatırlatır: “Hocam, 28 Şubat sürecinde üst düzey askerler neden başörtüsüne bu kadar obsesif biçimde yaklaştılar veya neden İmparatorluk tarihi müfredatta pek tartışılmamakta?” Volkan’ın cevabı, hem o dönemin psikolojisini hem de bu tür o dönem askerlerinin Cumhuriyetçi reflekslerin kökenini mükemmel özetliyordu:
“Çünkü başörtüsü gibi İslami semboller Osmanlı geçmişinin askeri travmatik acılarını çağrıştırıyor. Bu yasla yüzleşmek yerine, inkâr ve bastırmayla başa çıkabiliyorlar.”
Gerçekten de Türkiye’nin modernleşme ilgili reform serüveni, yalnızca 100 yıllık Cumhuriyet tarihine sıkıştırılamayacak kadar uzun bir hafızaya dayanıyor. Devletimizin bugünkü karakterini anlamak için, endüstri devriminden itibaren 19. yüzyılda başlayan reform geleneğine bakmak şart. Tarihsel süreklilik kesintiye uğramamış, yalnızca biçim değiştirmiştir: Devlet Osmanlı’dan, toplumun taşıyıcı-kurucu unsurları ise Osmanlı’nın kurucu millet çekirdeğinden doğmuştur.
İbn Haldun’un deyişiyle “geçmiş ve gelecek, su damlalarının birbirine benzemesi gibidir.” Bugünkü devlet reflekslerimizin kodları, II. Mahmud’dan II. Abdülhamid’e, Reşid Paşa’dan Ahmet Cevdet Paşa’ya, oradan Talat Paşa’ya ve Atatürk’e uzanan bir reform zincirinde saklıdır. Cumhuriyet bir kopuş değil, devlet formunun yeniden biçimlenişidir. Modern Türk devleti, bu 19. yüzyıl reformlarının hem birikimini hem de travmasını taşıyarak yoluna devam etmektedir. Karar vericiler açısından son dönemde bu travmalara 2013 Gezi olayları ve 15 Temmuz darbe kalkışması da eklenmiştir.
BAHÇELİ’NİN “TERÖRSÜZ TÜRKİYE” ÇIKIŞI VE 1856 ISLAHAT FERMANI’NIN TARİHSEL YANKISI
Sayın Devlet Bahçeli’nin bir yıl önce yaptığı radikal ama dolaylı “Kürt sorununa ilişkin çözüm” çıkışının bazı çevrelerce 1856 Islahat Fermanı’na benzetilmesi bu bağlamda anlaşılabilir bir şeydir. Bilindiği gibi 1856 Islahat Fermanı, Osmanlı’da modern eşit vatandaşlık ilkesini resmen ilan eden ve gayrimüslimlere hukuki-toplumsal eşitlik getirmeyi amaçlayan bir reform belgesiydi. Görünürde Batı’nın baskısı vardı; fakat özünde imparatorluk artık iç bütünlüğünü kaybediyor, “bir arada kalmak” için reform kaçınılmaz hale geliyordu. Fermanın püf noktası, tebaa ve kul kavramları yerine “eşit yurttaşlık” fikrinin anayasal güvenceye alınmasıydı.
Ne var ki Osmanlı’nın güncellenmemiş şeriata dayalı hukuk sistemi bu yeni eşitlik anlayışını içselleştiremedi. “Egemenlik” (Hakimiyet-i Milliye) kavramı yalnızca Müslüman unsurlar için geçerliydi. Halk, Tanzimat ve Islahat reformlarını “Gavura gavur denilmeyecekmiş” rahatsızlığıyla karşıladı. Bürokratik seçkinler arasında da benzer bir çekince hakimdi.
Saidi Nursi gibi aydınların konuya teorik çerçeve bulma içten gayretleri iknaya yetmedi.
Ahmet Cevdet Paşa, bu eşitlik anlayışının “toplumsal huzuru bozabileceğini” düşünüyor, gayrimüslimlere tanınacak hukuki eşitliğin Müslümanların tarihsel statüsünü zayıflatacağından kaygı duyuyordu. Daha sonra etkisinin arttığı dönemde, “Artık gavurun etkisini bastırdık” sözleriyle bu gidişata duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Bu, onun adalet kavramını evrensel eşitlikten ziyade hiyerarşik denge temelinde kavradığını gösteriyordu.
Fakat bu yaklaşım, İmparatorluğun çözülmesini engelleyemedi. Tanzimat, Islahat, Jön Türk reformları, hatta 1911 Ermeni reform girişimleri sonuçta aynı duvara çarptı: Eşit vatandaşlık düşüncesi içselleştirilemedi. Ahmet Cevdet Paşa’nın şeriat-modern hukuk sentezi çabası da bu kopuşu durduramadı. Sonuçta devlet, “Misak-ı Milli” sınırlarına çekilerek kendi güven alanını tanımlamak zorunda kaldı. Büyük reformların yerini “mecburi tasfiyeler” aldı; tehcir, mübadele ve rızaya dayalı etnik arındırmalar bir ulus-devlet inşasının acılı arka planını oluşturdu.
CUMHURİYET VE SÜREKLİLİK: REFORMDAN REFLEKSE
Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen reformlar da bu tarihsel sürekliliğin izlerini taşıdı. Devlet modernleşti ama toplumun bütün kesimlerini aynı çatı altında eşit yurttaşlık fikrinde buluşturamadı. Bugün hâlâ “eşit vatandaşlık” meselesi, tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi, kimliklerin gölgesinde tartışılıyor.
Bölgesel gerilimlerin arttığı bir dönemde, “Terörsüz Türkiye” vizyonu güvenlik temelli bir reform hamlesi olarak öne çıkıyor. Bu güvenlik tanımla hamlenin arkasında ne yazık ki şimdilik bir demokrasi veya hukuk üstünlüğü hamlesi gözükmemekte. Belirttiğimiz Gezi ve 15 Temmuz travmaları izale edilememiş gözükmekte. Ancak bu girişim, demokratik ve hukuki temelleri güçlendiren bir eşit vatandaşlık anlayışıyla bütünleşmediği sürece, 1856 Islahat Fermanı’nın yarım kalan hikâyesini tekrar etme riski taşımakta. Bugün devletin karşısındaki görev, sadece güvenliği sağlamak değil, aidiyet duygusunu yeniden inşa etmektir. Yani bu hamle, “güvenlik reformu” olmaktan çıkıp, 1856-2026 çizgisinde bir zihniyet reformuna dönüşebilirse tarihsel anlam kazanacaktır.
DEVLET AKLI, REFORM ZİHNİYETİ VE GELECEĞE DAİR
200 yıllık devlet reformları zincirinde temel sorun, aynı hataların tekrar edilmesidir. Devlet, sorunları çözmek yerine genellikle kontrol altına almayı tercih etmiş; reformu bir yönetim aracı, bir güvenlik protokolü olarak kullanmıştır. Bu durum, devletin aklının gelişmesini değil, reflekslerinin sertleşmesini sağlamıştır.
Artık “Hakimiyet-i Milliye” ile “kurucu unsur” arasındaki demokratik ilişkiyi yeniden tanımlamanın zamanı gelmiştir. Devlet, “öteki ne düşünüyor?” sorusunu sormalı, dış tehditlerin gölgesinde değil, insanının refahı için reform yapmalıdır. Zira eleştirel bakmak, geçmişin acılarıyla yüzleşmek, gerekirse Batılı devlet insanlarının özrü misali özür dilemek zayıflık olmamalı bu olsa olsa kadim kültürümüzün getirdiği bir asalet olmalıdır. Bu topraklarda yaşanan acılar, mübadeleler, müsadereler ve korkular artık bastırılamaz bir hafızayı oluşturmuştur; devletin bu hafızayla yüzleşmeden yeni bir toplumsal sözleşme kurması mümkün değildir. Geleceğe yönelik sağlıklı bir ortak aidiyet isteniyorsa bundan kaçınılmamalıdır.
Reformlarımızı neden hep dış baskı ya da güvenlik gerekçesiyle yapıyoruz da kendi insanımızın huzuru ve adaleti için yapamıyoruz? Bu sorunun cevabı, belki de “dönüşemeyen kasabalılığımızda” ve devletin aklının yaşadığı kaygıdan oluşan öz güven eksikliğinde gizli.
Gerçek reform, ancak devletin kendine güveni, ahlaki sorumluluğu ve vicdanî cesareti ile mümkündür. Ahmet Cevdet Paşa’nın hayal ettiği gibi, “ahlakî reform”u önce devlette, sonra toplumda başlatmadan hiçbir dönüşüm kalıcı olamaz.
Sonuçta mesele, öncelikte sadece yeni yasalar yapmak ya da kurumları güncellemek değildir. Mesele, devlet aklının vicdanla, reformun ahlakla, adaletin de özgürlükle yeniden buluşmasıdır. Ancak o zaman Türkiye, 200 yıllık modernleşme döngüsünü olgunlaştırarak, refleks devleti olmaktan çıkar ve örnek hukuk devleti olabilir.
Ve belki o gün, Ahmet Cevdet Paşa’nın asırlık cümlesi nihayet anlamını bulur:
“Kanunla nizam bulunur; ama ahlak olmadan adalet olmaz.”
*Tarık Çelenk, Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin kurucusudur.
