Mustafa Yeneroğlu 14 Haziran 1997’de Dortmund’da İslam Toplumu Milli Görüş’nün düzenlediği kongreye ilişkin o dönem Türkiye’de atılan manşetleri ve Fatih Altaylı’nın kaleme aldığı yazısını şimdiki şartlarla karşılaştırarak değerlendirdi. Aradan geçen çeyrek asır sonrasında cezaevinde olan Altaylı’yı o dönemki öfkesini adalet arayışına dönüştürerek ceza evinde iki kez ziyaret ettiğini belirtti.
Bazen hafıza, insanın en büyük yükü, bazen de en keskin imtihanıdır.
1997 yılıydı. Henüz 21 yaşında, idealleri uğruna koşturan bir hukuk öğrencisi olarak, Batı Avrupa’daki Müslüman toplumunun sesi olmaya çalışan IGMG (İslam Toplumu Milli Görüş) bünyesinde yöneticiydim. 14 Haziran‘da, o zamanki adıyla Westfalenstadion olan Borussia Dortmund stadında, 50 binden fazla insanın katılımıyla muazzam bir yıllık kongre organize etmiştik. Tribünler hınca hınç doluydu; o gün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere birçok siyasetçi ve kanaat önderi, İslam dünyasının ve Avrupa’nın her yerinden insanlar, kadınlar, çocuklar büyük bir coşkuyla kongremize katılıyordu.
28 ŞUBATIN EN KARALIK GÜNLERİYDİ
28 Şubat döneminin o boğucu, o kurşun gibi ağır havasını soluyorduk. Türkiye’de dindarların sadece kamusal alandan değil, neredeyse hayatın olağan akışından tasfiye edilmek istendiği günlerdi. Genç kızların başörtüleri sebebiyle üniversite kapılarında itilip kakıldığı, inançlı subayların ordudan atıldığı, “İkna Odaları” adı verilen utanç merkezlerinde gencecik zihinlere psikolojik şiddet uygulandığı, muhafazakar yaşam biçimine sahip insanların her gün alenen ekranlardan aşağılandığı bir dönemdi. Gazete manşetlerinden dindarlara yönelik nefret pompalanıyor, yargı brifinglerle hizaya getiriliyor, “mürteci” yaftası vurulan insanlar “iç tehdit” konseptiyle düşmanlaştırılıyordu. Bir korku imparatorluğu kurulmuştu ve biz, o imparatorluğun “paryaları” ilan edilmiştik.
Dortmund’da, inandığımız değerlerin onurunu, kardeşliği ve dayanışmayı haykırırken; Türkiye’deki manşetler yine o bildik, zehirli dille atılmıştı. O günlerde, Hürriyet gazetesindeki kudretli köşesinde Fatih Altaylı bir yazı kaleme aldı. Dortmund’da bir araya gelen o 50 bin insanı, benim ailemi, dostlarımı ve arkadaşlarımı kast ederek, „Meydanı vatan haini köpeklere bırakmayalım“ diyordu. Manzara onun açısından „Mide bulandıran sinek“ti.
O genç yaşımda hissettiğim öfkeyi tarif etmem imkânsız. Bu, sadece bir hakaret değil, bizi insan yerine koymayan, bizi “yok edilmesi gereken bir ur” gibi gören o “üsttenci” zihniyetin en çiğ tezahürüydü. Yazısındaki veriler de tamamıyla gerçek dışıydı.
Aradan çeyrek asır geçti. Tarihin sarkacı, hiç umulmadık bir yöne savruldu. Bugün Fatih Altaylı cezaevinde.
Ben ise o günkü öfkesini adalet arayışına dönüştürmeye çalışan bir hukukçu ve siyasetçi olarak, Fatih Altaylı’yı cezaevinde iki kez ziyaret ettim. Karşılıklı oturduk, sohbet ettik.
Ona o gün yazdıklarını hatırlatmadım. Hatırlatmadım, çünkü bir insan özgürlüğünden mahrumken, devletin ezici gücü altında mağdurken, geçmiş defterleri açıp hesap sormak, ahlaka sığmazdı. O an karşımda “eski Türkiye’nin öfke ve kibir dolu güçlü kalemi” değil, hukuksuz bir düzenin mağdur ettiği bir “insan” vardı.
Geçenlerde, iktidarda önemli görevlerde bulunmuş, hakkaniyetine güvendiğim, dini hassasiyeti yüksek bir dostumla konuşuyorduk. Altaylı’ya yapılan hukuksuzluklara karşı yükselttiğim itirazı görünce, sitemkar bir dostane uyarıyla; „Altaylı’yı da savunmasak be Üstadım...“ dedi.
Bu cümle, üzerine yıllardır düşündüğüm, nasıl aşarız diye kıvranıp durduğum Türkiye’nin içinde bulunduğu ahlaki ve hukuki buhranın özetidir aslında. Ve bu yazıyı, tam da bu cümleyi kuran, içinden “Oh olsun” geçiren veya “Ne hali varsa görsün” diyen, “Bize neler yaptılar, şimdi sıra onlarda” diyen dindar kardeşlerim için yazıyorum.
ADALET, DOSTLAR ARASINDA PAYLAŞILAN BİR GANİMET DEĞİLDİR
Biz adaleti sadece sevdiklerimiz, sadece “bizden” olanlar, sadece bizim mahallenin çocukları için mi istiyoruz? Yoksa adalet, tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi; “Düşmanınız dahi olsa, ona yapılan haksızlığa karşı çıkmak” mıdır?
Bugün Türkiye’de yaşananlar, Ernst Fraenkel’in “İkili Devlet” yapısını andırıyor. Bir yanda “Norm Devleti” var gibi görünse de, asıl hükmü süren, muhalif gördüğü herkesi “düşman” ilan edip hukukun dışına iten “Tedbir Devleti”dir (Maßnahmenstaat). Fatih Altaylı bugün herhangi bir somut suçtan değil, sadece etkili bir muhalif olduğu için cezaevinde. Etkili bir gazeteci olduğu için, iktidarın çizdiği sınırların dışına çıktığı ve muktedirlerin “dost-düşman” parantezinde “düşman” tarafına yazıldığı için özgürlüğünden mahrum.
Şimdi soruyorum: Eğer biz, geçmişte bize “köpek” diyen, “mide bulandıran sinek” diye bakan birinin bugün uğradığı haksızlığa, sırf geçmişteki o nefreti yüzünden öfkemize yenilip sessiz kalırsak; 28 Şubat’ın o kudretli generallerinden, o gün hakkını arayan başörtülü genç kızlarımıza kin ve nefretle yaklaşıp haklarını gasp edenlerden ne farkımız kalır?
Zalimlik yapanın kimliği değiştiğinde zulme bakışımız değişiyorsa, biz adaleti değil, sadece “kırbacın bizim elimize geçmesini” beklemişiz demektir.
ZOR SINAV: HASMIN HUKUKUNU SAVUNMAK
Adalet, konforlu zamanların süsü değil, zor zamanların can simididir. Ve bizim inandığımız kitap, bu konuda hiçbir kaçış noktası bırakmaz. İlahî emir açıktır:
“Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun. Takvaya en yakın olan budur.” (Maide, 8).
Lütfen dikkat buyurun; bu ayet bizlere “sevdiklerinize adil olun” demiyor. Dostunuza adil olmak kolaydır, bunu herkes yapar. Kur’an, insan tabiatının en zorlandığı noktaya neşter vuruyor: Öfke duyduklarınıza, canınızı yakanlara, hatta size düşmanlık edenlere karşı adil olmayı, aktif bir duruş göstermeyi emrediyor. Bu, bir tavsiye değil, farzdır. Adaletten saptığınız an, meşruiyetinizi ve inandığınız değerlerin üstünlüğünü kaybedersiniz.
Benim Fatih Altaylı ile; demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik ve özgürlükler konusundaki fikirlerim hala taban tabana zıt olabilir. Hatta belki kendisi, bugün yaşadığı mağduriyete rağmen, o günkü fikirlerini hiç değiştirmemiştir. Belki de hücredeki yalnızlığında içten içe; “Dortmund’dakiler bugün ülkeyi bu hale getirdi, hukuksuz bir rejim kurdular, demek ki ben o günkü sertliğimde haklıymışım” diyordur. Bilemem.
Bunun hiçbir önemi de yok.
Çünkü hukuk, insanların fikirlerini, niyetlerini, geçmişteki yanlışlarını, günahlarını veya sevaplarını tartmaz. Hukuk, somut fiili ve kanunu esas alır. Birine duyduğumuz öfke, onun temel haklarını gasp etme hakkını bize vermez. Bugün Altaylı’ya uygulanan, modern hukukta yeri olmayan bir “Düşman Ceza Hukuku” pratiğidir. Onu bir vatandaş, bir hukuk kişisi olarak değil; etkisiz hale getirilmesi gereken bir “tehdit” olarak gören bu zihniyet, dün bizi eziyordu, bugün onu eziyor.
Nasıl mı eziyor? Fatih Altaylı, sırf bir televizyon programında sarf ettiği sözleri nedeniyle “Cumhurbaşkanına fiili saldırı” suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına mahkûm edildi. Bununla birlikte “kaçma şüphesi” gerekçesiyle tutukluluk halinin devamına da karar verildi. Karar tam bir hukuk garabeti. Savcılık ve mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun suç ve cezada kanunilik ilkesini yok sayarak, söylenen sözleri zorlama bir niyet okumayla “suikast ve fiili saldırı” kapsamında değerlendirdi. Oysa ki kanun maddesi açık; ortada ne bir fiili saldırı ne de somut bir tehlike var. Ancak yargı, kanunun aradığı maddi unsurlar (cebir, şiddet, yakın tehlike) oluşmadığı halde, en ağır şekilde cezalandırma yoluna gitti. Çünkü bugünün kudretlilerine göre çoktan “suyu ısınmaya başlamıştı.”
Eğer ben bugün, “Ama o da bize çok çektirdi” veya “Geçmişte zulmü alkışlıyordu” diyerek susarsam; kendi varoluşsal zeminimi, inandığım değerleri inkar etmiş olurum. O zaman demezler mi; “Sizin şikayetiniz zulümden değilmiş, zulmün size yapılıyor olmasındanmış” diye?
HERKESE ADALET BORCUMUZ
Dindar-muhafazakâr camianın bugün vermesi gereken asıl sınav budur. Tarih önünde şu soruyla yüzleşiyoruz: Güç elimize geçtiğinde, “rövanş” mı alacak, zorba bir rejim mi kuracak, yoksa bir daha kaybedilmemek üzere, herkesin emin olduğu “adalet”i mi tesis edecektik?
Fatih Altaylı’nın hukukunu savunmak, onun fikirlerini tasvip etmek veya geçmişte yaptıklarını aklamak değildir. Onun hukukunu savunmak; kendimize duyduğumuz saygıyı, inandığımız değerlerin tutarlılığını, birlikte huzur içinde yaşamayı, Türkiye’nin kâmil manada bir hukuk devleti olma iddiasını savunmaktır.
Ben, 1997’de Dortmund’da o stadyumu dolduran 50 bin kişinin izzetini ve onurunu, bugün Fatih Altaylı’nın hukukunu savunarak koruduğuma inanıyorum. Çünkü biz, “bize taş atana gül atan” bir medeniyet iddiasıyla yola çıkıp, eline güç geçince o gücü kaybetmeme uğruna her kötülüğü meşru görüp herkese taş atanlardan olamayız.
Adalet, ancak “ötekinin” hakkını, en az kendi hakkın kadar, en az kardeşinin hakkı kadar kutsal bildiğinde yerini bulur. Gerisi, kabilecilikten, değer yargılarından yoksun kimlikçilikten ibarettir.
Ve Türkiye, bu kabile ve kimlik kavgasından çok yoruldu.
Birbirimizi sevmek zorunda değiliz, ama artık birbirimizin hukukuna bekçilik yapmak zorundayız. Kurtuluşumuz, öfkemize yenilmemekte, öteki gördüğümüz, hasım ve hatta düşman bildiğimize bile adalet borcumuz olduğunu unutmamaktadır.
