“Berna Güzey eserinde kurguladığı Abus kentini gelecekte oluşmuş distopik dünyanın bir şehri olarak betimler: Dünya bildiğimiz âlem de değil artık. Bir zamanlar sekiz milyardan fazla insan yaşayan yeryüzünde nüfus yarıya inmiş. Sıcak savaşlar, ekonomik savaşlar, biyolojik savaşlar, açlık... Milyonlarca insanın kıyımına sebep olmuş.”
Distopya insanların sefil, insanlıktan uzak, korku dolu hayatlar yaşadığı hayâlî bir dünya veya toplumu ifade eder. Gazze katliamı, Suriye’de devrim, Los Angeles yangınları ve son olarak 78 canımızı yitirdiğimiz Kartaltepe otel yangını… Dünyamız hayâlî distopyaları kıskandıran bir ‘gerçek distopya’ya dönüşüyor mu denilse yeridir.
Bir gelecek tasarımı olarak distopya, ütopyanın karşıtı, korkutucu bir kurgudur. Bu türü anlatan edebî ürünler distopik romanlar olarak bilinir. Distopya yazarları, gelecek tasarımından söz etseler de, okurun mevcut toplum düzeni hakkında düşünmeye yönelmesini hedefler. Distopik romanlar arasında en iyi bilinenler George Orwell’in 1984 romanı ve Suzanne Collins’in Açlık Oyunları eseridir. Distopik romanların ortak özellikleri, baskıcı yönetimler, kişilerin özel hayatları baskılanarak toplumun gözetlenmesi, kategorize edilerek bölünmesi, mahremiyetin kaybıdır. Toplumun baskılara direnişi ve mücadelesidir. Çevre felaketleri de distopyaların sık işlenen bir temasıdır. Bu yazıda Berna Güzey’in son eseri olan Abus romanını distopik bir anlatı olarak değerlendireceğim.
BİR DİSTOPYA OLARAK ABUS
Berna Güzey eserinde kurguladığı Abus kentini gelecekte oluşmuş distopik dünyanın bir şehri olarak betimler:
“Dünya bildiğimiz âlem de değil artık. Bir zamanlar sekiz milyardan fazla insan yaşayan yeryüzünde nüfus yarıya inmiş. Sıcak savaşlar, ekonomik savaşlar, biyolojik savaşlar, açlık, tabiatın hor kullanılması sonucu ortaya çıkan salgın hastalıklar; hırs, açgözlülük, kaynakların tükenme korkusunun terörle birleşmesiyle işlenen cinayetler, milyonlarca insanın kıyımına sebep olmuş.
İnsanlar belki bencillikleri, belki hayata bakış açıları, sayılamayacak kadar çok bir sürü belkiden dolayı çocuk sahibi olmaktan kaçınmış. Böylece de nüfus eriyip gitmiş. İdeolojik, ekonomik, hukuksal teorilerin çoğu çökmüş ya da tahrif olmuş. (…) İyilik yapmak Abus şehrinde utanmazlık, vicdan sızlaması ise bayağılıktı.” Abus kentinde “Verilen hediyenin, ısmarlanan bir yudum kahvenin bir sebebi olmalıydı.” “(…) kibar olmak, hoşgörülü davranmak, teşekkür etmek, iltifatta bulunmak bir zafiyet hatta suçtur Abus’ta.” Kalpleri yumuşatabilecek, ruhlara dokunabilecek her türlü sözlü/yazılı anlatım yasaktır. “Edep, delik deşik acınası bir paçavradır. Acılar ve sevinçler paylaşılmaz. Yapılan kötülüğe aynı şiddette cevap verilir.”
Abus romanının en önemli mekânı Baldıran Apartmanı’dır. Yazar iki kata bölünmüş sekiz daireli Baldıran Apartmanı, daire sâkinlerinin girift ilişkilerini şematik olarak gözde canlandırılacak kadar ayrıntılı olarak verilmiştir. Berna Güzey Abus kentinde yaşayan kahramanlarını iyi/kötü olarak tasnif eder. Kötülerin egemenliğinin -sayısal fazlalıklarına rağmen- mutlak olamayacağını vurgulayıp iyilerden ümit kesilmemesi gereğine işaret eder.
ABUS'TA DİN, İNANÇLAR VE METAFİZİK
Distopik romanların ortak konularından birisi de Tanrı inancının ve dinî ritüellerin gelecekte ne yönde bir seyir izleyeceğidir. En iyimser olan yazarlar bile dini, insan vicdanına hapsedilen bir duygu durumu olarak niteler. Distopya yazarlarının çoğu Hrıstiyan toplumlardan çıktığı için kilisenin özgürlükleri kısıtlayıcı, oluşturduğu hiyerarşi ile insanları boğacak hale gelen zorlamaları nedeniyle din aleyhtarı insanlardır. Bazı distopik romanlarda din, otoriter yöneticiler tarafından toplumu kontrol etmek ve bireylerin özgür düşüncelerini bastırmak için kullanıldığı işlenmiştir. Bazı distopik anlatılarda ise din, özgürlükleri tehdit eden bir söylem olarak görülür ve yasaklanması veya bastırılması söz konusudur. Bu tür yapıtlar, seküler ama baskıcı bir yönetimi eleştirir. Yazar dinin yerini alarak toplumu kontrol etme işlevi görecek yeni bir ideoloji veya inanç sistemi teklif eder. Bazı distopya yazarları toplumun çarpık düzenini eleştirmek ya da alternatif bir hayat tarzı önermek amacıyla, reel dünyadaki dinlerden farklı olarak tamamen kurgusal bir din veya inanç sistemi teklif ederler. Nadiren de olsa bazı distopik romanlarda, din ve inanç, bireylerin içsel yolculukları ve inançlarını koruma mücadelesini yansıtan bir anlam arayışı ve direniş biçimi olarak ele alınır.
Berna Güzey bu noktada tutarlı bir analiz yapar:
“Abus’ta köşeye fırlatılmış, banal ve sıkıcı din mefhumu şehrin bazı bölümlerinde atıl olarak bırakılmış hayalet gibi harabelerle kendini göstermeye çalışır fakat insanlar için bu yapılar görünmez, umursanmazdı. (…) İnançlar değişmiş, insan bir yaratıcının varlığını kendine göre, kendi aklına göre şekillendirmiş herkes algısı, aklı ve isteği doğrultusunda ya tamamen reddetmiş ya da bir şeyleri kendine tapınmak için seçmişti.”
Güzey’in dini sorgulatan satırlarında ulaştığı derinlikte İslam tasavvufunun 1000 yıllık birikimin sağladığı imkânlar etkili olmuştur. Yeryüzündeki merhametin ancak Allah’ın rahmanî sıfatlarının yansıması olduğunu kabul eden tasavvufun sağladığı huzur materyalist dünyada hiçbir maddi kazanımlar elde edilemeyecek bir haslettir. “Abuslular başkaları için üzülmenin verdiği merhamet duygusunun ağırlığının zor bir şey olduğunu bildikleri için bu duyguları yok etmişlerdi.” Romanda en olumlu kahraman olarak sunulan ‘Kadim Ağabey’ ledünnî sırlara vakıf bir insan-ı kâmil olarak konumlandırılmıştır. Kötülük ve vicdansızlık diyarı Abus’ta iyilik damarını besleyen bir kahramandır. Mütevazı evinden 20 milyonluk bir şehre egemen olan hoyratlıkların şifası için nefes alıp veren birisi olan Kadim, Sırlı’nın ruhunu besleyen berrak kaynaktır: “Abus’ta bir hayalet gibiydi bu adam. Bambaşka, garip biri. Sertti, ketumdu. Az konuşurdu. Geçmişten kalmış da dünyadan gitmeyi unutmuş sanki. Hatta yaşadığı yerde de unutulmuş gibi.”
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden sufî bir karakter olan Somuncu Baba (Hamidüddin Aksarayî, 1331-1412) romanda yoksulları sarmalayan bir merhamet kaynağı olarak tanımlanır. 14. yüzyıldan bir karakterin geleceğin dünyasında oynayacağı rolü yazar eserinde başarı ile tanımlar: “Sabaha karşı fakir semtlerin sokaklarında, parklarda gördükleri ağaçların dallarına birer torbaya taze ekmek asıp bırakmak fikri tabii ki Sırlı’nındı. Elbette bunun için işbirlikçisi de şehrin dip sokaklarında gezerken tanıştığı “Somuncu Baba” lakaplı yaşlı bir adamdı.” Abus romanında Somuncu Baba yanında edebî bir kişilik olarak bazı mısralarının iktibas edildiği Türk edebiyatının klasik isimlerinden Ahmet Haşim (1887-1933) de yer alır. Yazar bu isimleri okuruna hatırlatarak eserinin gerçek zeminden kopmasını engellediği gibi okurun genel kültürünü de zenginleştirmek istemiş olmalıdır.
Tanrı’nın varlığı ile ilgili türlü yaklaşımların yanında “Doğum günü”, “Sevgililer günü”, “Evlilik yıldönümü” gibi kapitalist dönemin tüketim şenlikleri bir yana hayatın acımasız bir gerçekliği olan ve tarih boyunca hemen her dindeki eskatolojik anlatılarla önemli bir paydasını teşkil eden ölüm konusu da Güzey’in, Abus’ta başarı ile tasvir ettiği hayat sahnelerindendir: “Abus’ta herkes dilediği gibi gömülürdü. Kimi yakılır, kimi en güzel elbiseleri giydirilerek gömülür ama yüzü gözü görünmeden bütün vücudu bembeyaz bir örtüyle sarılarak gömülen pek az olurdu.”
Kitapta “Ölüm korkusu ve ölüm sonrasındaki hayatın var olma ihtimali olmasa insanların dinî inançları nasıl bir seyir izlerdi?” sorusuna yeterince yer verilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Oysa yazar kitabından anlaşıldığı üzere edindiği tasavvufî deneyimleri eserinde çok rahatlıkla yansıtabilirdi. Romanın kahramanlarından birisinin adı Kâbus iken olumlu/olumsuz sonuçlar üreten rüyalar da kurgunun bir parçası olabilirdi. Dünya ne kadar değişirse değişsin bazı rüyaların hiç değişmeyeceğini, rüyalara sansür konulamayacağını vurgulamak günümüzün/geleceğin huzursuz insanları arasındaki okurlar için rahatlatıcı bir terapi etkisi üretebilirdi.
KAR MAKSİMASYONU ODAKLI EVLİLİK ŞİRKETLERİ VE CİNSEL AHLAK
Bazı distopik romanlarda, ahlâkî kısıtlamalar tamamen ortadan kaldırılarak toplumun bir çöküşe sürüklendiği anlatılır. Bu tür eserlerde, insanlar haz peşinde koşan, anlamdan yoksun bir hayat sürerler ve evlilikleri anlamsızlaştıran ahlâkî değerlerin kaybolması toplumun çöküşünün önemli bir nedeni olarak gösterilir. Güzey, distopik şehir devleti Abus’ta ahlâkî değerlerin ihmal edilmesi ile mekanikleşen insanlarası ilişkilerden evlilik kurumunun da nasibini alacağını ve birlikteliklerin sadece cinsel gereksinimlerin tatminine odaklanacağını kaydeder:
“(…) sadakat duygusu yoktu evliliklerde, kimse bunu itiraf etmese de. İnsanların nefislerinin ve vücutlarının her isteğini kırmadan yerine getirebilmesidir doğru olan Abus’ta ama genellikle kıskançlık devreye girdiği için aldatmalar karşısında eşler birbirine tepki verir. Bu tepki ve kıskançlığın sebebi; eşini sevdiği, paylaşamadığı ya da aşkın iki kişilik olduğunu düşündükleri için değil, tamamen hırslarından dolayıdır.”
Aile birliği ve karşılıklı fedakârlığın bu ilişkide neredeyse hiçbir önemi kalmamıştır: “Abus’ta eşlerin birbirine maddi olarak bakması gibi bir şey söz konusu değildi. Evlilik sadece iki insanın birlikte yaşamasından ibaretti. Birbirlerinin maddi ve manevi sorumluluklarını üstlerine almalarını gerektirmiyordu. Kimse kimseye bir şey vermez ve kimse kimseden bir şey almazdı. Karı koca bile olsalar.”
ABUS'TA EKONOMİK GÖNDERMELER
Distopik romanların ortak özelliklerinden birisi de yazarın gelecekte olabilecek olumsuzlukları biraz abartılı bir şekilde sunarak iktidar sahiplerini için bir erken uyarı görevine talip olmalarıdır. Bu durum dikkate alınırsa distopya yazarlarının, ‘daha insanî ve yaşanabilir bir dünya’ya katkıda bulunmak istedikleri düşünülür. Berna Güzey’in Abus romanında gelecekteki ekonomik sistemlerin sosyal adalet boyutunun tamamen gözardı ederek vahşi kapitalizmin de ötesinde kıyıcı bir ekonomik silaha dönüşeceği endişesini şu satırlarında paylaşır: “Abus’ta insanların işlerine son verildiğinde tazminat almaları gibi durum söz konusu değildi. Yeni iş bulana kadar bir insanın kendini idare etmesi gerektiği, yıllardır verdiği emeğin ufak bir mükâfatı olmasının lazım olduğu; kuralların, yapının, sistemin anlayışın, ahlakın tamamen zıttı olan çok tahripkâr ve sakıncalı düşüncelerdi. Tazminat; içinde sanki biraz teşekkür, biraz merhamet barındıran tehlikeli ve melun bir kavramdı. Abus’ta emeklilik sistemi de farklı idi. Kişi öldüğü zaman eşinin ya da çocuğunun onun emekli maaşını alması gibi bir durum söz konusu değildi. Hatta çalışamaz hâle gelene kadar herkes çalışmak zorundaydı. Miras yoluyla ölen kişinin mallarının yakınlarına kalması için ölmeden önce yüzlerce kâğıt imzalaması gerekirdi. Aksi takdirde tüm mal varlığı devlete kalırdı.”Berna Güzey’in bu satırlarını okuyunca emeklilerin açlık sınırı altında bir maaşa mahkûm edildiği Türkiye’nin şimdiden bir distopyaya dönüştüğünü düşünmeden edemiyor insan!
ABAS'TAKİ KATI HİYERARŞİ
Herkesin gözetlendiği, kişisel özgürlük alanlarının iyice daraltıldığı distopik şehir devletinde katı bir hiyerarşi egemendir ve bu hiyerarşiyi resmetmek üzere, piramidin en tepesinde konumlanan bir “Başkan” portresi çizilir. ‘Başkan’ın okurun gözünde canlanması için yazar, makam odasının dekorasyonundaki her unsuru, duvarlardaki desenlere kadar her ayrıntısı ile verir, kalemini ustaca kullanır: “Koyu kahverengi ceviz kapı açıldı. Tüm duvarlar abanoz lambriyle kaplıydı. Lambriler bir takım ejderha, yılan şekillerinde oyulmuş, oyulan kısımlar kırmızı ve siyahla renklendirilmişti. Başkan’ın arkasındaki tabloda şehrin sembolünün usta ellerden çıkmış bir resmi vardı. Yanında da adamın tam boy resmindeki haşin gözleri gerçeğinin yanında öyle masum resmedilmişti ki adamla karşı karşıya gelindiğinde ‘Şeytan’ nasıl bir varlıkmış diye düşünmeye gerek kalmazdı.”
İYİLİĞİN ZAFERİ
Bütün sayfalarında iyilik ile kötülük kavramlarını çarpıştıran yazar, en olumlu/iyicil kahramanlarından Sırlı’nın harekete geçirdiği ruh ile Abus’a adeta bir metamorfoz yaşatır: “Aylar sonra Abus bambaşka bir şehirdi. Çok zorlu geçen bir sekiz ayın ardından hükûmet devrilmiş, yönetim devralınmıştı. Bu kanlı savaşta insanlar hayatını kaybetti, sokaklar birbirine girdi, akıllara durgunluk veren sahneler yaşandı ama nihayetinde hepsi birer Sırlı olan arkadaşları, gönüldaşları, vicdanın, merhametin ve iyiliğin savaşçıları galip geldi. Evet; artık Abus idaresiyle, kurallarıyla en önemlisi vicdanıyla bambaşka bir şehirdi.”
Yazar kitabının sonunda zafere ulaşan iyilik duygusunun, ne kadar engellenirse engellensin insanlık âleminden yok edilemeyeceğini anlatmak istemiştir. İyilerin zaferi ile kitap boyunca karamsarlığa kapılan okur da rahatlar.
SONUÇ
Genel olarak distopya yazarlarının amacı, toplumsal eleştiri yapmak, güncel sistemlerin potansiyel tehlikelerini göstererek okuru, insanlığı ve ülkelerinin geleceği hakkında düşünmeye yöneltmektir. Distopyalar genellikle gelecekte veya alternatif bir dünyada geçen karanlık senaryolar üzerinden, bugün önemsenmeyen bazı sorunların büyüyerek ileride nasıl felaketlere yol açabileceğini anlatır. Böylece distopya yazarları, hem uyarı niteliğinde mesajlar verirler, hem de insan doğasına ve topluma dair derin sorgulamalar yaparlar. Berna Güzey Abus romanında bu tanıma uygun bir yazımla geleceğin hayâlî bir şehir devleti üzerinden Türk toplumunun mevcut değerlerinin önemi vurgulamış ve bu ahlâkî değerlerimizin yozlaştırılması ile varılması muhtemel bir tabloyu kelimeleri ile çizmiştir. Güzey böylesi bir kötü senaryoda bile Türk toplumunun manevî mirasının önemini vurgulamak suretiyle toplum direncimizi arttırılması noktasında Türk tasavvuf geleneğinin sağladığı imkânlara dikkat çekmiştir.
Kitap Ötüken Neşriyat tarafından yayınlandı ve Karar gazetesinin 2024 yılı sonundaki değerlendirilmesinde ‘Yılın En Önemli Romanları’ arasında yerini aldı. Kalıcı bir eser olarak Türk edebiyatında şimdiden yerini alan Abus, yazarı Berna Güzey için bu güç yazılır alanda başarılı bir metin inşa etmesi ve Türk distopyaları alanına kalıcı bir katkıda bulunmayı başarmasıyla övgüyü hak ettiren bir anlatı olarak okurlarını bekliyor.