Görüşler

Edgar Morin ve imgesel insan

Edgar Morin ve imgesel insan

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Çok yönlü bir düşünür olan Edgar Morin, bilimsel ilerlemeyi bütünüyle olumsuzlamamakla birlikte ona kuşkuyla bakıyor” diyor.

Edgar Morin günümüzde siyasetin yönetim biçimine indirgenmesine ve ekonominin alanına hapsolmasına en ciddi eleştirileri yönelten, geçen yüzyılın sonlarında çöken reel sosyalizmin kalıntılarının ve küresel neoliberalizmin demokrasi açısından doğurduğu sorunlar karşısında yeniden temellendirme yapmanın zorunluğunu ve eleştirel yurttaşlık bilincini canlandırmanın önemini vurgulayan, bunun demokrasinin geleceği açısından acil bir ihtiyaç olduğunu dile getiren kamu entelektüellerinin başında geliyor. Bu çok yönlü düşünür bilimsel ilerlemeyi bütünüyle olumsuzlamamakla birlikte ona kuşkuyla bakıyor. Örneğin, Hiroşima’nın ve bütün insanlığı tehdit eden nükleer silahların fizik bilimindeki gelişmenin sonucu olduğunu hatırlatıyor. Ayrıca akademik disiplinler arasında çizilmiş sınırların silinmesini, örülmüş duvarların yıkılmasını savunuyor.

İşgal yıllarında Direniş hareketine katılan Morin savaşın ertesinde Komünist Parti’ye üye olmuştu; ancak parti bürokrasisine yönelttiği ve dozu giderek artan eleştirilerden dolayı ihraç edildi.
Ben bu yazıda Morin’ın sinema ve popüler kültür konusundaki düşüncelerinden, Jean Rouch ile birlikte yaptıkları ve belgesel sinemaya yeni bir yaklaşım getiren ‘Bir Yaz Günlüğü’ adlı filmden söz edeceğim.

Morin özellikle 1950’lerin ikinci yarısında sinema üzerine yazdı, ; sinema teorisine mütevazi bir katkı sayılan ve Andre Bazin’ın de takdirini kazan Sinema ya da İmgesel İnsan (The Cinema, or The Imaginary Man ) bu dönemin ürünüdür. İmgenin kitle toplumundaki gücünü ilk kavrayan düşünürlerden biri olan, bu bakımdan Guy Debord’u önceleyen Morin söz konusu çalışmasında sinematik imge ve insan zihninin işleyişi arasındaki ilişkiyi ele alır. Modern özneyi “imgesel insan” olarak niteler. Kartezyen özne tanımından farklı bir tanım sunar.

İlk kez 1956 yılında Fransa’da yayımlanan kitap sinema konusunda sosyo-antropolojik bir çalışmadır. Morin kitabının “gösterge bilimi öncesine ait “ olduğunu belirtir. Bu aynı zamanda onun yaklaşımın Barthes’ınkinden farklı oluşuna yapılan bir vurgudur.
Fransız düşünür film izleme deneyiminin hayli karmaşık bir fenomen olduğunu belirtir. Ona göre esasında sinemada anlatıyı kuran izleyicidir. Sahneye yansıyan ve hareket eden imgeler, gölge ve ışık izleyicinin zihninin işleyişiyle, işleyiş süreciyle karşılaşır. Anlatı bu karşılaşmadan, daha doğrusu izleyicinin “ etkin katılımı”ndan doğar. Morin’in izleyiciyi “zihin-makine” olarak nitelemesinin nedeni de budur.

Sinemayı eski çağlardaki büyü ile kıyaslar. Daha doğrusu, Max Weber’in “büyüsü bozulmuş” olduğunu söylediği modern dünyada büyünün yerini tuttuğunu, modern insanın hayatında büyü etkisi yarattığını ileri sürer. Ona göre sinema büyünün yok olmasına verilen estetiktepkidir. Yedinci sanat sinema ancak belirli bir teknolojik gelişme düzeyinden sonra ortaya çıkabilmiştir, teknolojiye bağımlıdır. Morin’e göre ise büyünün modern teknolojiden yararlanılarak sürdürülmesidir. Şu halde sinema izleyicisi rasyonel modern öznenin varoluşunu aşmak isteyen, modern zamanlarda büyüye sığınan “imgesel insan”dır.
Sinema salonunun karanlığı ona kapitalizmin iş düzeninin, çalışma rejiminin tekdüzeliğinin dışına çıkma imkânı sunar. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını hatırladınız değil mi? Atılgan’ın çalışmayı reddeden anti-kahramanı sinema salonundan çıktıktan sonra adeta bu dünyanın ötesine geçmiş gibi şehrin sokaklarında dolaşır. Film izleme deneyimi onu gündelik hayattan koparmış, çarpmış, büyülemiştir.
Morin sinema teorisine katkı sunmakla yetinmedi, 1960’de Jean Rouch ile yaptığı Bir Yaz Güncesi adlı filmle belgesel sinemaya da farklı bir yaklaşım getirdi. Bu filmde Parisliler ile açık havada değişik mekânlarda yaptıkları söyleşilerle onların gündelik hayatlarını nasıl yaşadıklarını, yakın geçmişin olaylarına nasıl tepki verdiklerini, bu olayların gündelik hayatlarını nasıl etkilediğini ortaya koymaya çalışmışlardı. Filmin yapıldığı tarihte devam eden Cezayir’deki savaş da Parislilerin hayatlarında etkisini duyurmaktadır.

Jean Rouch uzun yıllar Afrika’da etnografik belgeseller yapmıştı. Filmleri “ görsel etnografi” çalışmaları kabul edilir. Morin onun sineması üzerine yazdığı bir yazıda bu belgesellerin özgünlüğünü dile getirebilmek için cinema-vérite terimini ortaya atmıştı. Rouch ’un filmlerinde kamera gerçeği örten her şeyi tarar, gerçeği bütün açıklığı ve çıplaklığıyla ortaya çıkarır. İzleyiciyi gerçekle baş başa bırakır. Fakat söz konusu olan hiç müdahalede bulunmadan olayların, durumların kaydedilmesi değil. Rouch kameraya yeni bir işlev yüklemiştir. Onun kamerası basit bir kayıt aracı ve sabit bir gözlemci değil, bir müdahildir. Kamera izleyiciye varlığını duyurur, hatta izleyiciye görünür. Bütün bu özellikler biraraya geldiğine Bir Yaz Günlüğü’nü yetkin bir cinema-vérite örneği sayanlara hak vermek kaçınılmaz oluyor.

Rouch belgeselcilik anlayışından söz ederken “gerçeğe nüfuz edebilmenin tek yolu kurmacadır” demişti. Bu düşüncesini filmlerine uyguladı. Daha açık bir anlatımla, kurmaca öğeleri içeren belgeseller yaptı. Belgesellerinde insanlar bir ölçüde kendi hayatlarından ve deneyimlerinden yola çıkarak karakterler canlandırdılar. Örneğin, Ben Siyah Bir İnsanım’da (Moi, un Noir ) Nijeryalı üç genç işçi kendi hayatlarından yola çıkıyor, ama farklı karakterleri canlandırıyorlardı. Morin ile birlikte gerçekleştikleri Bir Yazın Güncesi de bu tür öğeler içerir. Söyleşi yapılan, soru sorulan, aralarında tartışan Parisliler oynuyorlar mı? Doğal mı davranıyorlar? İzleyiciye itirafta mı buluyorlar? Yoksa iç dünyalarını teşhir mi ediyorlar? İzleyicinin bu sorulara kesin cevap verebilmesi güçtür.

Rouch ve Morin’in ortak çalışmalarında Parislilerin gündelik hayatlarına odaklanır, Cezayir’deki savaşın da bu insanların hayatlarına nasıl yansıdığını öğrenmeye çalışırlar. Filmi yaptıkları tarihte bağımsızlık mücadelesi sonuna yaklaşıyordu; ama şiddet de finale doğru giderek yoğunlaşıyordu. Filmde Parisliler sansür nedeniyle sömürgedeki bağımsızlık savaşından “Cezayir’deki olaylar” diyerek bahsediyorlar.

Fransız entelektüelleri ve işçi sınıfı Cezayir’in bağımsız mücadelesini desteklememiş, Cezayir halkı ile dayanışma içine girmemişlerdi. Fransız solu bazı istisnalar dışında iyi bir sınav vermemişti. Destekleyen istisnalar Komünist Partisi ve benzeri örgütlü solun dışında kalan entelektüellerdi. Morin bağımsız mücadelesine desteğini açıkça dile getiren, Fransa’nın sömürgeciliğine açıkça karşı çıkan istisnalardan biriydi. Fransa’nın Kuzey Afrika’daki sömürgeciliğine karşı çıkan entelektüeller, yazarlar 1955’te Cezayir’deki savaşın başlamasından bir süre sonra, 121’ler Manifestosu olarak bilinen bildiriyi imzaya açtılar. Morin imzalayanlar arasındaydı. Diyeceğim, o Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine baştan itibaren destek vermişti.

1961 yılında Cannes’da Uluslararası Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan Bir Yaz Günlüğü Paris’in çeşitli kesimlerinden insanların gündelik hayatlarına odaklanır. Parisliler kendilerini oynar, gündelik hayatlarını canlandırırlar. Kendi hayatlarının aktörleri olurlar. Morin ve Rouch birer gözlemci ve kaydedici, kayıt altına alıcı değildirler; onlar da birer Parisli olarak diğerlerinin arasına karışır, yönelttikleri sorularla, gündelik hayatın müdahilleri olurlar. Böylelikle geleneksel belgeselciliğin sınırlarını ihlal ederler.

Bir ofiste sekreterlik yapan İtalyan kadın Marilou, Afrikalı öğrenciler, Renault fabrikasından bir işçi ve daha başkaları… Hayatları Paris’de kesişmiş insanlar. Rouch ve Morin sokakta rastladıkları bu insanlara mutlu olup olmadıklarını sorarlar. İlk bakışta yaz günlerinin keyfini çıkartmaktadırlar. Ama sanki bir sır açıklıyorlarmış gibi konuşmaya başladıklarında gerçekte pek huzurlu ve mutlu olmadıkları anlaşılır. Bazıları geçmişte vuku bulmuş ve hayatında derin iz bırakmış olaylardan söz eder.

Marceline adlı orta yaşlı kadın sabahın çok erken bir saatinde çok tenha Concorde Meydanı’nda tek başına yürürken savaş yıllarında Auschwitz’de yaşadığı dehşet günlerini, babasının orada ölümünü hatırlar. Kendi “Holokost yarası”nı bedeninde taşımaktadır. Kolundaki dövme izlenimi uyandıran sayının ne anlama geldiği sorulduğunda bunun Auschwitz’de tutsaklara verilen ve bedene damgalanan numara olduğunu açıklar. Ölüm kampından sağ ama bu anlamda yaralı olarak kurtulan Marceline bazen monolog halinde ve soğukkanlılıkla konuşur, bazen sanki artık hayatta olmayan babası karşısındaymış ve onunla diyalog kuruyormuş gibi anlatır.

Filmin sonunda Morin ve Rouch bir özeleştiri yapıyorlar. Bir Yaz Günlüğü ile neyi amaçladıklarını, amaçladıklarının ne kadarını gerçekleştirebildiklerini tartışıyorlar.

YORUMLAR (37)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
37 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir