İslam’ın erken döneminde uygulanan evrensel eşitlik içkin hakka dayalı adalet ilkeleri görünmez hale geldi. En nihayetinde Müslüman toplumlar, modern çağda bu hak ve ilkeleri Batı’dan ithal etmek zorunda kaldılar. Oysa bu değerler İslam’ın özünde mevcuttu. İşte bu tarihsel kopuş, günümüz siyasal tartışmalarında hâlâ meşruiyet krizleri olarak devam ediyor.
Tarih boyunca insanlığın en büyük mücadelesi, adalet ve eşitlik ilkesini yalnızca teoride değil, pratikte de hayata geçirmek oldu. Babil’in Hammurabi kanunlarından Roma’nın XII Levha’sına, Atina demokrasisinden Sasani hukukuna kadar tüm büyük medeniyetlerde eşitlik sınırlı bir kavramdı. Özgür erkek yurttaşlar için ayrı, köleler ve kadınlar için ayrı hukuk işletiliyordu. Statü, yargılamanın sonucunu belirliyor; toplumsal sınıf, siyasal katılım hakkını tayin ediyordu.
İşte böyle bir dünyanın ortasında, 7. yüzyılda İslam devrimsel bir çıkış yaptı. Kur’an’ın “adaleti ayakta tutun, yakınlarınız aleyhine de olsa doğru şahitlik edin” çağrısı (Nisa 4/135) ile Peygamber’in “Kızım Fatıma da çalsa cezasını verirdim” sözü, hukuk önünde statü farkı gözetmeksizin eşitliği adalete içkin bir anlamı kurumsallaştırdı. Medine Vesikası ise farklı din ve kabileleri aynı siyasal çatı altında eşit haklarla bir araya getirdi. Bu, yalnızca Müslümanların değil, tüm insanlık tarihinin ilk yazılı çoğulcu anayasa deneyimiydi.
KUR’AN’IN ŞİDDET KARŞISINDAKİ TAVRI
Kur’an, meşru müdafa dışı bir insanı öldürmeyi tüm insanlığı öldürmekle eşdeğer görür (Maide 5/32). Bu, cinayetin yalnızca bireysel bir suç değil, toplumsal düzeni yıkan en ağır ihlallerden biri olduğunu gösterir. Bununla birlikte, aynı Kur’an “iki mümin topluluk çatıştığında” önce barış için arabuluculuğu emreder; fakat barış çağrısına rağmen saldırıya devam eden tarafa karşı savaşmayı da zorunlu kılar (Hucurât 49/9). Burada çatışan tarafların “müslim” değil “mümin” olarak anılması dikkat çekicidir. Bu ifade, meselenin mümin–münafık çatışması denkleminin dışında bir denkleme dikkat çekilmiş oluyor. İç politik düzlemde siyasal amaçlı şiddetin önlenmesinin mekaniği kuruluyor. “Aralarını adaletle bulun.
Sonra barışı bozup şiddete ilk başvurana karşı savaşın”. Bu yaklaşım, barışın yalnızca çatışan tarafların rızasına değil, daha büyük fitne ve fesadın engellenmesine matuf tüm toplumu birinci dereceden ilgilendirdiği ön kabulu varıdır. Bu bağlamda barışın kurulmasında adi şiddet davalarında (Maide 32) olduğu gibi bir “tedip, tecziye ve intikam hislerinin tatmini” gibi bir kök amaca hizmet eden yargısal bir mantık işlemez. Barışın gerek koşulları cihetinden bir hukuki değil anayasal/siyasal bir mantık işler. Ridde istisnasını bir tarafa bırakacak olursak Cemel, Sıffın ve Nehrevan gibi iç politik nedenli savaşların sonunda barışı kabul edenlere karşı bir hukuki süreç işletilmemiştir.
KAYBOLAN MİRAS
Ne var ki bu eşitlikçi miras uzun sürmedi. Dört Halife döneminin ardından halkın rızasına dayalı yönetim yerine babadan oğula geçen ümeyye iktidarı düzeni kuruldu. Kamu görevleri liyakat yerine hanedan ve saraya yakınlık esasına göre tain edildi. İslam’ın erken döneminde uygulanan evrensel eşitlik içkin hakka dayalı adalet ilkeleri görünmez hale geldi. En nihayetinde Müslüman toplumlar, modern çağda bu hak ve ilkeleri Batı’dan ithal etmek zorunda kaldılar. Oysa bu değerler İslam’ın özünde mevcuttu. İşte bu tarihsel kopuş, günümüz siyasal tartışmalarında hâlâ meşruiyet krizleri olarak devam ediyor.
AVRUPA’NIN UZUN YOLU
Aydınlanma düşünürleri bireyin doğal haklarını teorileştirdi ama kölelik sürdü. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı kâğıt üzerinde kaldı. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile eşitlik küresel bir norm haline geldi. Fakat ekonomik ve kültürel eşitsizlikler ortadan kalkmadı. Batı sözkonusu değerleri kendi içinde göreceli olarak uygulasa da dışarıda başka ulus ve inananç sahiplerine karşı “ulusal çıkar” adına kıyıcı, soykırımcı şiddete engel saymadı/saymıyor.
BARIŞ SÜRECİYLE BAĞLANTI
Barış sürecinin başarısı eşitlik ve siyasal tolerans ilkesine bağlı. Ortadoğu’dan Kafkasya’ya, Balkanlar’dan Afrika’ya kadar çatışmaların temelinde statü temelli ayrımcılıklar yatıyor: etnik üstünlük ve/veya millet-i hakime düşüncesi, dini, mezhebi ve sınıfsal ayrıcalıklar…
Barış masasına oturan taraflar, ancak eşit yurttaşlık fikrini içselleştirdikleri ölçüde kalıcı çözümler üretebilir. Medine Vesikası’nın gösterdiği gibi farklı kimliklerin bir arada yaşaması, ancak eşit hakların tanındığı bir sözleşmeyle mümkündür.
ÇÖZÜM: KENDİ KAYNAĞIMIZA DÖNMEK
Müslüman toplumların trajedisi, kendi öz değerlerini kaybedip onları başka medeniyetlerden ödünç almak zorunda kalmalarıdır. Oysa çözüm, başkalarının modelini kopyalamakta değil, İslam’ın erken dönemindeki eşitlikçi ve katılımcı ruhu yeniden keşfetmektedir.
Barış sürecinin en güçlü dayanağı, bu unutulmuş mirastır. Eğer İslam’ın evrensel eşitlik ilkeleri yeniden hatırlanır ve pratiğe geçirilirse, hem meşruiyet sorunu aşılır hem de toplumsal barış için sağlam bir zemin oluşturulur. Bugünün diplomasi masalarında, tarihsel birikimin bu yönünün hatırlatılması, tarafların güven duygusunu artıracaktır.
SON SÖZ
Statüye dayalı ayrıcalıkların anyasal, yasal ve fiili uygulama olarak sona ermediği yerde barış sürekli bir ertelemeden ibaret kalır. Hem İslam’ın ilk yıllarındaki uygulama hem de Avrupa’nın asırlara yayılan tecrübeleri bize bunu öğretiyor: Adaletin herkese eşit ölçüde uygulanması genel fakat alt yasal bir ilke iken, eşitliği içkin adalet anayasal kurucu bir ilkedir.
Şehit aileri ve gaziler üzerinden statü devşirme peşinde olanlar her toplumda zehirleyici bir etken olarak alan kaplamışlardır. Bunlar çok önemli değil fakat şehid aileleri ve gazilerin meselenin tanımıyla ilgili doğru ve doğrudan bilgilendirilmesi elzemdir.
Onlar haklı olarak “biz hangi nedenle bedel ödedik” diyorlar. Ülkeyi böldürmemek için bedel ödedik ve böldürmedik! Bugün bölünmeci taraf koşulsuz teslim olmayı tahüt etti. Şimdi biz çatışmanın kök nedenlerini ortadan kaldırıp bir barış ve kardeşlik ikliminin kuruluşunu sağlayacak adımları onların masya getirmesini mi bekleyelim? Ya da “hayır biz çatışmaya doymadık, siz silah bırakmayın biraz daha savaşalım mı” diyelim?
Bugün önümüzde iki yol var: Ya tarihsel hataları tekrar ederek barışı bir takım sembollere sıkıştıracağız ya da köklerimize dönerek eşitliği yeniden hayatın merkezine koyacağız. Kalıcı barış, ikinci yolu seçmekten geçiyor.
