Görüşler

Görgü, ahlak için gerekli mi?

Görgü, ahlak için gerekli mi?

Tarık Çelenk, Türkiye’de kültür, görgü ve ahlak üzerine yapılan tartışmaların, Tanzimat’tan bugüne uzanan modernleşme serüveni ile Avrupa’nın, özellikle de Viktorya Çağı İngiltere’sinden etkilenmiş bir zihniyetin arayışı olması gerektiğini yazdı.

Geçenlerde Viktorya çağına veya Avrupa’nın II. Rönesans dönemine ilişkin bir yazı yazmıştım. Yazı ilgili çağa ait John Ruskin, Matthew Arnold, Walter Bagehot ve John Stuart Mill gibi düşünürlerin toplumsal düzeni önce kültürel inceliğe, estetik beğeniye ve görgüye dayandırdıkları tezlerine bugünün Türkiye’sinin nasıl çok ihtiyacının olduğuna dairdi. Bunların benim en ilgimi çeken kısım ise nitelikli kültür, estetik veya görgü üretilemeden bunların ayırt edici bakışına bağımlı olan evrensel-şümullü ahlak ve etiğin üretilemeyeceği tezleriydi. Bir bakıma tüm bunlar bende, savunduğum; ahlak ile dönüşemeyen açık-gizli köylülük, görgü gibi kavramların ilişkisini teyit ediyordu.

Türkiye’de kültür, görgü ve ahlak üzerine yapılan tartışmalar uzun süre yalnızca yerli geleneğin kendi iç mantığıyla açıklanmaya çalışıldı. Oysa Tanzimat’tan bugüne uzanan modernleşme serüveni, sadece teknik bir dönüşüm hikâyesi değil; aynı zamanda Avrupa’nın, özellikle de Viktorya Çağı İngiltere’sinin kültürel incelik, estetik duyarlık ve ahlaki olgunluk anlayışından etkilenmiş bir zihniyetin arayışı olmalıydı. Bu çağın temsil ettiği düzen, hukukun ötesine geçen bir görgü sistemine, estetikle ahlakın birbirini tamamladığı bir davranış kültürüne ve toplumsal rızayı incelik üzerinden üreten bir kamusallığa dayanıyordu. İngiltere’de bu kültürel harç, kırılganlıkları bile taşıyan bir toplumsal uyum üretebildi. Türkiye’de ise benzeri bir harç hiçbir dönemde tam olarak oluşmadığından, modernleşme tepeden inme bir dönüşüm olarak kaldı ve her aşamada yeni gerilimler üretti.

Bu incelik arayışı Osmanlı düşüncesinde ilk kez Namık Kemal’de görünür hâle gelir. Namık Kemal modernleşmeyi yalnızca bir siyasal hak genişlemesi değil, aynı zamanda toplumun estetik ve ahlaki bir olgunluğa erişme süreci olarak gördü. “Terbiye-i millîye”, “efkâr-ı umumiye” ve “hürriyet ahlakı” vurguları, toplumun kaba güç ilişkilerinden çıkarılıp incelmiş davranış kalıplarıyla kurulan bir kamusallığa kavuşması gerektiğini sezdiriyordu. Namık Kemal’in sezgisel olarak işaret ettiği bu çizgiyi, Ziya Gökalp bir kültür sosyolojisi hâline getirdi. Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımı, bugün hâlâ Türk modernleşmesinin anahtarıdır. Ona göre milletin ortak estetik ve ahlaki benliği olan hars zayıfsa, medeniyet yani modern kurumlar toplumda kök salamayan birer kabuktan ibaret kalır. Kurumlar işler görünür, fakat toplum onları içselleştirmez.
Cumhuriyet devrimleri, moderniteye uyum yönünde büyük bir siyasî ve toplumsal atılım yaptı; fakat modernliğin geleneğin inşasına bağlı kültürel-incelik boyutunu, yani Viktorya çağında kurulan estetik–görgü–ahlak bütünlüğü taklitten öte anlaşılamadı tam olarak kavranamadı. Toplumu dönüştürmek için kanunlar hızla değişti ama davranış dünyasını inceltecek kültürel araçlar zayıf kaldı. Bu nedenle devlet modernleşti ama toplumun incelik üretme kapasitesi aynı düzeye ulaşamadı.

Tam bu noktada, kültür sosyolojisi ile sosyal psikolojiyi birleştiren kuramsal çizgi önem kazanmakta. Durkheim’ın kolektif bilinç kavramı, Weber’in kültürel tipolojileri, Parsons’ın normatif düzen anlayışı, Tarde’ın taklit psikolojisi ve Allport’un kişilik–tutum çözümlemeleri birlikte düşünüldüğünde, toplumun yalnızca kanunlarla değil, davranışın görünmez ince kurallarıyla, yani görgüyle ayakta durduğu anlaşılır. Freud’un süperego kavramı bu resmi tamamlar: toplumun değerleri ve normları bireyin içine yerleşmezse, kamusal hayat kabalaşır; saldırganlık, ölçüsüzlük ve kutuplaşma normalleşir.

Bu bütünlüklü kuramsal çerçeveyi Türkiye’ye en berrak biçimde uyarlayan isim ise Erol Güngör’dür. Güngör’ün yaptığı şey yalnızca Durkheim, Weber veya Parsons gibi isimleri aktarmak değildir; onların kavramlarını Türkiye’nin davranış örüntülerine, mahalle psikolojisine, modernleşmenin kültürel sancılarına ve devlet–toplum uyumsuzluğuna uygulamaktır. Güngör’e göre görgü, toplumun gizli anayasasıdır; kanunların uygulanabilmesi için önce o görgünün yerleşmiş olması gerekir. Ona göre görgü bir sınıfsal jest değil, ilişkilerin düzenini sağlayan “ahlakın incelmiş biçimi”dir. Güngör’ün sıkça vurguladığı “davranış terbiyesi”, “toplumsal incelik”, “kültürün ahlaki niteliği” gibi kavramlar tam da Viktorya çağının estetik–ahlak çizgisiyle örtüşür.
Güngör’e göre estetik duyarlık köreldiğinde ahlak da körelir; bir toplumun güzellik duygusu zayıflayınca davranışları da kabalaşır. Bu tespit, Türkiye’deki modernleşme sorunlarını anlamada anahtar bir rol oynar. Çünkü bugün sıkça görülen kabalık, nezaketsizlik, kutuplaşmış mahalle dilleri, kamusal hayata yayılan saldırganlık ve estetik yoksullaşma, yalnızca siyasi bir sorunun değil, derin bir kültürel “görgü eksikliği”nin sonucudur. Eğer toplumun iç tuttuğu estetik ve ahlaki bir incelik yoksa, modern kurumlar işlese bile toplum içinde uyum üretmez; siyaset de sürekli gerilim üretir.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de yaşanan kültürel savrulmalar, mahalle davranış kodlarının siyaseti rehin alması, kamusal hayatın sertleşmesi ve estetik beğeninin zayıflaması modernleşmenin teknik ama ruhsuz bir süreç olarak işletilmesinin sonucudur. Güngör’ün “kültür bir toplumun ruhudur” tespiti burada tam yerine oturur. Ruh yaralandığında ya da incelmediğinde, kurumlar iyi çalışsa bile toplum iyi işlemez. Köylülüğün modern biçimleri kamusal alanı belirler; kaba güç ilişkileri estetik ve ahlaki derinliği bastırır; sonuçta kültür yalnızca folklora indirgenir, ahlak soyut bir söyleme, görgü ise unutulmuş bir alışkanlığa dönüşür.

Namık Kemal’in ahlaki idealizmi, Gökalp’in kültürü bir terbiye düzeni olarak kavrayışı ve Güngör’ün kültür psikolojisinden beslenen davranış analizleri birleştirildiğinde, Türkiye’nin modernleşme serüvenindeki kırılmanın özünde bir estetik–ahlak–görgü kopukluğu olduğu görülür. Toplumsal düzen yalnızca hukuka değil, estetiğe; yalnızca kuruma değil, inceliğe; yalnızca siyasete değil, görgüye dayanır. Bir toplum incelik üretme kapasitesini kaybettiğinde hiçbir reform kalıcı olmaz; fakat incelik yeniden kurulduğunda en ağır dönüşümler bile taşınabilir hâle gelir.

Bu nedenle Türkiye’nin geleceği yalnızca siyasi reformlarda değil, kültürel inceliği, estetik duyarlığı ve görgü merkezli bir toplumsal ahlakı yeniden üretme kapasitesindedir. Çünkü bir toplum kendi inceliğini kaybettiğinde reformlar boşluğa düşer; inceliğini yeniden kazandığında ise en karmaşık dönüşümlerin bile altından kalkabilir. Bu, yalnızca sosyolojik değil; tarihsel tecrübeyle sabit bir hakikattir.

YORUMLAR (1)
1 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir