Sürekli yoksulluk altında büyüyen çocuklar bilişsel, duygusal ve sosyal açıdan riskli bir konumda hayata başlıyor. Bu da eşitsizliğin yalnızca bugünü değil, kuşakları aşan bir biçimde yeniden üretildiği anlamına gelir.
Yoksulluk sadece rakamlardan ibaret değil, sokakta, evin içinde, okul bahçesinde, pazarda, hastane koridorunda yüzünü gösteren bir yaşam mücadelesi. Bu mücadelenin en görünmeyen, en derin hali “derin yoksulluk”, derdim derin yoksulluğun çok katmanlı yapısını, yapısal köklerini ve onu görünmez kılan politikanın görmezliğini açığa çıkarmak. Derin yoksulluk, açlık sınırının altında yaşamakla sınırlı olmayan, süregiden ve çok boyutlu bir yoksunluk biçimi. Gelir yetersizliğinin ötesinde; bireylerin barınma, eğitim, sağlık, ulaşım, dijital erişim, hatta aidiyet ve insan onuru gibi temel haklardan mahrum kaldığı bir hayat. Bu durum, bireyin yalnızca ekonomik değil, sosyal, psikolojik ve kültürel anlamda da dışlandığı bir süreci ifade eder. Toplumsal hayata katılımın önündeki engeller büyüdükçe, yalnızlık derinleşir, sosyal bağlar çözülür, dayanışma yerini sessizliğe bırakır. Umutsuzluk ve görünmezlik hissi bireyin yaşama tutunmasını, direnme kapasitesini, hatta varoluşsal haklarını tüketir. Bu nedenle derin yoksulluk, yalnızca ekonomik bir durum değil, hak temelli bir kriz. Bugün hala resmi yoksulluk ölçütlerinin büyük bir kısmı, gelir odaklı. Kişi başına düşen harcama ya da asgari geçim kriterleri üzerinden yoksulluğu ölçmek, derin yoksulluğun içsel gerçekliğini anlamaya, anlatmaya yetmez.
Çünkü yoksulluk, gelirin ötesinde; eğitime devam edememek, sabit bir adresinin olmaması, sağlık hizmetine erişememe, gıda güvencesizliği yaşamak, sosyal hizmetlerden ve insan haklarından yoksun olmak gibi bir dizi yapısal ve duygusal yoksunluğu da içerir. Yalnızca gelirle yapılan yoksulluk ölçümü, bu görünmeyen boyutları dışarıda bırakır. Sonuç olarak, politika yapanlar için görünmeyen yoksunluklar hesaba katılmaz, göz ardı edilir. Bu durum, geliştirilen sosyal politikaların da yüzeyde kalmasına ve derin yoksulluğu azaltmak yerine yeniden üretmesine neden olur. Ülkemizde uygulanan sosyal yardım politikalarının büyük bir kısmı, geçici rahatlama sağlamaya yönelik olmakla birlikte ki şu anda bu “rahatlama” da mümkün değil, yapısal eşitsizliklerin üzerine gitmemektedir. Sosyal yardımlar, “hayırseverlik” ve yoksulluğa “muhtaçlık” üzerinden bakmak, derin yoksulluğun döngüsünü kırmak için yeterli değil. Çünkü bu anlayış, bireyin haklarını değil, “muhtaçlığını” besler; özgür birey olmak yerine bağımlılığı ve yoksulluk yaşayanlara baskıyı artırır. Eğitim hakkına erişemeyen çocuklar, güvenli konutta yaşamayan kadınlar, kronik hastalıklarını tedavi ettiremeyen, huzur evlerinde “huzur” bulamayan yaşlılar sadece yardıma değil, insan hakları temelli sosyal politikalara ihtiyaç duymaktadır. Derin yoksullukla mücadele, gıda kolisi değil; hakların güvence altına alınması, kapsayıcı hizmetlerin sunulması ve sosyal bağların yeniden örülmesiyle mümkün. Bugün ülkemizde, derin yoksulluğun çok boyutlu biçimde tanımlanmasını ve izlenmesini sağlayacak kapsamlı bir ulusal ölçüm mekanizması yok. Bu eksiklik yalnızca teknik değil; aynı zamanda haklara değil “bağımlılığa” odaklı politik bir tercihtir.
Ölçülmeyen şey görünmez kalır, görünmeyen şey ise tartışılmaz. Bu nedenle derin yoksulluğun ölçülmesi yalnızca bir ihtiyaç değil; aynı zamanda bir hak, bir zorunluluk. Derin yoksulluk üzerine konuşmak, yalnızca istatistikleri analiz etmek değil; aynı zamanda bir çift yeni ayakkabı alamayan çocuğun hüznünü duymaktır. Doğalgaz olduğu halde açılmayan bir evde geçen geceyi, okul beslenmesi koyamayan bir anneyi, çalışacak bir alanı olmayan çocuğu, yeni giysi alamadığı için akran zorbalığına uğrayan ve eğitimden kopan çocuğun sessizliğini anlamaktır. Yoksulluğu sadece rakamla tanımlamak, yoksulluk içinde yaşayanları görünmez hale getirir. Derin yoksulluk, insan onuruna dokunan ve tükenmişliğe iten bir krizdir. Bu nedenle çözüm, geçici önlemlerle değil; insan hakları temelli, gerçekten katılımcı, gerçekten kapsayıcı, insana yaraşır yaşamı güvence altına alan, bireyin ekonomik ve sosyal özgürlüğünü önceleyen sosyal politikalarla mümkün. Yoksulluğun içinden gelen sesler, deneyimler, yalnızca tanıklık değil; aynı zamanda değişimin ve haklara erişimin de öncüsü olmalıdır. Yoksullukla mücadelede geliştirilen birçok politika ve ölçüm aracı, halen kişi ya da hane başına düşen gelir düzeyine odaklanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, gelir belirli bir eşik değerin altındaysa birey “yoksul”, üzerindeyse “yoksul değil” kabul edilmektedir. Ancak bu sınırlı tanım, yoksulluğun yalnızca ekonomik bir eksiklik olmadığı; aynı zamanda sosyal, kültürel, duygusal ve bilişsel boyutları da içeren çok boyutlu bir olgu olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Özellikle çocuklar söz konusu olduğunda, yoksulluk yalnızca hane gelirinin düşüklüğüyle açıklanamaz.
Türkiye’de 2024 yılı itibarıyla TÜİK verilerine 7 milyon 34 bin çocuk, yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altında. Bu veri, yoksulluğun sadece maddi değil; yaşamın bütününü tanımlayan yapısal bir sorun olduğunu gösteriyor. Yetersiz ve düzensiz beslenme, okul devamsızlığı, öğrenme materyallerine erişememe, oyun oynayamama, akran zorbalığına maruz kalma, ders çalışacak sessiz bir alanın olmaması, sosyal etkinliklerden dışlanma, utanç duygusu, içe kapanma ve depresyon gibi durumlar, çocuklar için yoksulluğun çok boyutlu gerçekliğini oluşturuyor. Bu bağlamda, derin yoksulluk yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ilişkisel ve duygusal bir yoksunluk halidir. Özellikle çocukların deneyimlediği bu görünmeyen yoksunluklar, çocukların fiziksel ve ruhsal gelişimsel kapasitesini, özgüvenini ve toplumsal katılımını kalıcı biçimde etkiler. Dolayısıyla, gelir temelli ölçütlerin ötesine geçilerek, yoksulluğun bütüncül biçimde tanımlanması ve sosyal politika araçlarının bu kapsamda yeniden yapılandırılması gerekiyor.
ÇOCUK YOKSULLUĞUNUN GÖRÜNMEYEN BOYUTLARI
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2024 yılına ilişkin “Çocuk Sağlığı ve Yoksunluğu” istatistiklerini yayımladı. 15 yaş ve altındaki çocukların sağlık durumu, günlük yaşamlarını etkileyen faktörler ve maddi yetersizlikler nedeniyle karşılaştıkları zorluklar araştırmada yer aldı.
Bu araştırmaya göre; maddi yetersizlik nedeniyle;
- Çocuklarına yeni giysi alamayan hanelerin oranı: %9,2
- Düzgün iki çift ayakkabı alamayan çocukların oranı % ),4
- Günde en az bir kez et, tavuk veya balık tüketemeyen çocuklar: %23,1
- Günde en az bir kez taze meyve ve sebze tüketemeyen çocuklar: %10,0
- Yaşa uygun kitaplara sahip olmayan çocuklar: %8,0
- Paralı okul gezilerine katılamayan çocuklar: %18,7
- Bir haftalık tatil masraflarını karşılayamayan çocukların oranı, %22,2
- Evde ders çalışacak alanı olmayan çocukların oranı, %11,2
- Evde oynanabilecek oyuncakları olmayan çocuklar: %11,7
- Arkadaşlarını oyuna veya eve yemeğe davet edemeyen çocuklar: %8,7
Bu veriler, çocuk yoksulluğunun yalnızca ekonomik değil; sosyal, bilişsel ve kültürel boyutları olduğunu da açıkça gösteriyor. Her bir gösterge aynı zamanda Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin temel ilkelerine aykırı düşen durumlara da işaret ediyor:
- Giysi ve ayakkabı alamama, çocuğun onurla yaşama ve ayrımcılıktan korunma hakkını zedeler.
- Yeterli beslenememe, yaşam ve sağlık hakkının doğrudan ihlalidir.
- Tatil yapamama, oyun oynama, dinlenme ve kültürel yaşama katılma hakkını engeller.
- Ders çalışma alanı yokluğu, eğitimde fırsat eşitliğini fiilen ortadan kaldırır.
- Oyuncak ve kitap eksikliği, bilişsel gelişim ve kültürel yaşama katılım gibi hakları sınırlandırır.
Bu örnekler, yoksulluğun çok boyutlu yapısını yalnızca teknik düzeyde değil, aynı zamanda çocuk hakları temelli bir perspektifle değerlendirmemiz gerektiğini, bu çocukların yalnızca “yardıma muhtaç” değil, ihmal edilen temel hakların öznesi olduğunu da gösteriyor. Derin yoksulluk, çocukların eğitimden sağlığa, gelişimden güvenli yaşama kadar birçok alanda geri bırakıldığı yapısal bir eşitsizlik rejimini üretiyor. Bu nedenle çözüm, yalnızca sosyal yardım mekanizmaları değil; çocukların tüm haklarına erişimini güvence altına alan, bütüncül ve insan onuruna dayalı sosyal politikalardır.
Kısaca, derin yoksulluk bir istatistik değil; ihlal edilen çocukluklar ve görünmeyen yoksunlukların toplamıdır. Her çocuğun onurlu, güvenli ve sağlıklı bir yaşam hakkı vardır. Bu haklar tanınmadıkça, ölçülmeyen yoksulluk sessizce artmaya ve derinleşmeye devam edecektir.
2024 yılı Eurostat verilerine göre Türkiye’de nüfusun %22,2’si, yani yaklaşık 18 milyon 675 bin kişi yoksulluk riski altında. Özellikle 15-24 yaş grubundaki gençlerin %21,1’i, yaklaşık 2 milyon 870 bin genç aynı riskle karşı karşıya. Genç nüfusun beşte birinin yoksulluk riski altında olması, yalnızca bugünün değil, aynı zamanda geleceğin de kriz içinde olması demek. Bu durum, yoksulluğun ülkemizde geçici ya da bireysel bir sorun olmaktan çıkıp, kalıcı ve yaygın bir toplumsal yapıya dönüştüğünü gösteriyor. Barınma, sağlık, eğitim ve sosyal koruma gibi temel alanlardaki yetersizlikler, yoksulluk içinde yaşayan bireylerin sistematik olarak dışlanmasına neden olurken, toplumsal eşitsizlikleri de pekiştiriyor. Ülkemizin, Avrupa’da yoksullukta ilk sırada yer alması, sosyal devlet mekanizmalarının sınırlı işlediğini ve temel kamusal hizmetlerin eşit biçimde sunulamadığını ortaya koyuyor. Bu nedenle bu tablo, yalnızca bir “gelir sorunu” değil; aynı zamanda haklara erişim, insan onuruna yaraşır yaşam ve sosyal adalet bakımından derin bir boşluk anlamına gelmektedir.
YOKSULLUK KALICI HALE GELİYOR
Bununla birlikte, TÜİK verilerine göre nüfusun %13,7’si sürekli yoksulluk içinde yaşamakta. Bu oran, yalnızca bir yıl değil, en az dört yıl üst üste yoksulluk sınırının altında kalanları ifade eder. Sürekli yoksulluk, geçici gelir kayıplarına kıyasla çok daha yıkıcı ve derinlemesine bir kriz. Uzun süreli yoksulluk koşullarında yaşayanlar, zamanla sistemin dışına itilmekte; eğitimden kopan çocuklar, uzun süre işsiz kalan gençler, sağlık hizmetlerine erişemeyen yaşlılar gibi gruplar toplumsal yaşamdan da soyutlanıyor. Bu durum, yoksulluk içinde yaşayanların eğitim, istihdam ya da sosyal destekler aracılığıyla yoksulluktan çıkma ihtimalini de ciddi biçimde azaltıyor. Sürekli yoksulluk altında büyüyen çocuklar bilişsel, duygusal ve sosyal açıdan riskli bir konumda hayata başlıyor. Bu da eşitsizliğin yalnızca bugünü değil, kuşakları aşan bir biçimde yeniden üretildiği anlamına gelir. Dolayısıyla, sürekli yoksulluk sadece bir ekonomik zorluk değil; hem bugün hem de gelecek açısından çözülmesi gereken yapısal bir sosyal kriz. Bu nedenle yüzeysel müdahaleler değil, uzun vadeli, hak temelli ve bütüncül sosyal politikalarla yoksulluğa yaklaşmak zorunludur.
Türkiye’nin hem Eurostat , hem TÜİK verileriyle yoksullukta, gıda, enerji ve kira artışlarında en üst sıralarda yer alması, yoksulluğun bireysel tercihlerle değil, sistematik eşitsizliklerle ilgili olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu nedenle, yoksulluk, bireysel değil; yapısal koşulların ve politik tercihlerinin ürettiği bir kriz. Gelir desteği, sosyal yardımlar, eğitim hakkı, sağlık hizmeti gibi temel koruma sistemlerinin yetersizliği, çok katmanlı yoksunluğun derinleştiğini gösteriyor. Yani yoksulluk artık istisnai bir durum değil; normalleşmiş ve görünürlüğünü yitirmiş bir toplumsal gerçekliğe dönüşmüştür.
İNSAN HAKLARI TEMELLİ MÜDAHALE ÖNERİLERİ
Yoksulluğun bu düzeyde yaygınlaştığı, derinleştiği ve kuşaklar arası aktarıldığı bir tabloda, çözüm yalnızca ekonomik desteklerde değil, insan hakları temelli ve bütüncül sosyal politikalarda aranmalıdır. Bu doğrultuda atılması gereken temel adımlar şunlardır:
- Yoksulluğu Ölçme Yöntemleri Güncellenmeli : Mevcut yoksulluk tanımları yalnızca gelir düzeyine odaklıdır. Bu yaklaşım, eğitimden sağlığa, barınmadan sosyal katılıma kadar birçok yoksunluk biçimini dışarda bırakır. Çok boyutlu yoksulluk ölçüm modelleri, politika üretiminin ön koşulu olmalı.
- Gıda Güvenliği ve Beslenme Desteği Sağlanmalı: Özellikle çocuklar için yeterli ve dengeli beslenme hayati önem taşır. Bu bağlamda, kamusal , ücretsiz, sağlıklı okul yemeği programları, düşük gelirli haneler için koruyucu bir sosyal politika işlevi görebilir.
- Acil Sosyal Koruma Reformları Yapılmalı : Gelir temelli yardımların ötesine geçilerek; barınma, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlere eşit ve hak temelli erişimi garanti altına alan politikalar hayata geçirilmelidir. Sosyal yardımlar “muhtaçlık” değil, insan hakları üzerinden kurgulanmalı.
- Yerel Yönetim ve Sivil Toplum İşbirlikleri Güçlendirilmeli : Derin yoksulluk yaşayanlara ulaşmak için yerel çözümler de önemlidir. Mahalle düzeyinde kadının terliğiyle ulaşabildiği, esnek ve gerçekten katılımcı destek mekanizmaları geliştirilmelidir.
