Görüşler

Her devrin sakıncalısı: Mehmet Akif Ersoy

Her devrin sakıncalısı: Mehmet Akif Ersoy

İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Mehmet Akif Ersoy'u yazdı. İstiklal Şairi'nin Türk modernleşme tarihinin en sancılı ve en onurlu figürlerinden biri olsuğunu söyleyen Yeneroğlu 'Onu anlamak; İmparatorluğun çöküş psikolojisini, Milli Mücadele’nin meşruiyet temellerini ve Cumhuriyet’in kuruluş travmalarını da anlamaktır' diyor.

Tarih, sadece kazananların yazdığı bir metin değildir; tarih aynı zamanda, kazananların ve kaybedenlerin üzerinde yükseldiği ahlaki zemini inşa edenlerin sessiz çığlığıdır. Bu 'sessiz çığlığın' yakın tarihimizdeki en güçlü yankısı ise hiç şüphesiz Mehmet Akif Ersoy’dur. O, Türk modernleşme tarihinin en sancılı ve en onurlu figürlerindendir. Onu anlamak; İmparatorluğun çöküş psikolojisini, Milli Mücadele’nin meşruiyet temellerini ve Cumhuriyet’in kuruluş travmalarını da anlamaktır. Zira Akif, fildişi kulesinde oturan bir entelektüel değildir. O; Fatih yangınlarında evi yanan, Balkan Harbi'nde onuru kırılan ve Ankara’nın ayazında paltosuz titreyen 'sokaktaki adamın' yüksek sesle düşünen vicdanıdır.

"MAHALLE"NİN SOSYOLOJİSİ VE ŞAHSİYETİN İNŞASI

Akif’in karakterinin harcı, İstanbul’un Fatih semtinde, Sarıgüzel Mahallesi’nde karılmıştır. Burası, 19. yüzyıl sonu Osmanlısının "kalbi" ama aynı zamanda "hasta yatağı"dır. Sosyolojik bir laboratuvarı andıran Fatih; geleneksel İslami dokunun en yoğun hissedildiği, ancak yoksulluğun ve geri kalmışlığın gölgesinde, tevekkülün bazen bir erdeme, bazen de koyu bir atalete dönüştüğü çelişkili bir dünyadır.

Akif, "temizliğiyle melek, ilmiyle derya" dediği babası İpekli Tahir Efendi’den klasik İslam ilimlerini, Arapça’yı ve Farsça’yı tahsil eder. Ancak babası, devrin modernleşme hamlesinin farkındadır ve oğlunu dönemin en modern okullarından Mülkiye İdadisi’ne gönderir. Böylece Akif’in zihni, irfan ile fenni aynı potada eriten bir terkibe kavuşur: Bir yanda İbnü’l-Farız’ın mistik şiirleri, diğer yanda Pasteur’ün bilimsel metodolojisi ve çalışma ahlakı.

Baytar Mektebi’ni birincilikle bitirip Ziraat Nezareti’nde memur olduğu dönemde, hayatının ilk büyük hukuk ve adalet sınavını verir. Dönemin Baytar İşleri Müdürü Abdullah Efendi, siyasi bir kararla haksız yere görevden alınınca Akif, kendisine dokunan bir şey olmamasına rağmen bu durumu bir "haysiyet cellatlığı" olarak nitelendirir. "Ona yapılan haksızlık, mesleğin onuruna yapılmıştır der ve istifasını verir. O günkü İstanbul şartlarında, evini geçindirmek zorunda olan bir memurun, arkasında hiçbir güvence olmadan "sırf haksızlığa ortak olmamak için" böyle bir adım atması, onurunu rızkından aziz bilen asil bir duruştur.

MEŞRUTİYET: ÖZGÜRLÜK YANILSAMASI VE "ŞERHLİ" BİAT

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı, imparatorlukta büyük bir bayram havası estirir; "Hürriyet, Müsavat, Adalet" sloganları sokakları inletir. Akif, Abdülhamid döneminin baskıcı yönetiminden bunalmış her aydın gibi bu değişimi büyük bir umutla karşılar.

Kendisine İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmesi teklif edildiğinde, cemiyetin yemin metninde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğim" ibaresini kabul etmez. Şöyle der: "Ben sadece doğru bulduğum, vicdanıma ve aklıma uygun emirlere itaat ederim. Körükörüne itaat, ancak kölelere mahsustur." Yemin metnini "Sadece hayırlı olan emirlerine" şeklinde değiştirterek üyeliği kabul eder. Çok geçmeden, İttihatçıların getirdiği 'hürriyet'in, aslında başıbozukluk ve yeni bir baskı rejimi olduğunu görür. Bunun üzerine Akif; toplumun 'cehalet, tembellik ve nifak' bataklığında olduğunu, ahlak değişmedikçe rejim değişse de kurtuluşun mümkün olamayacağını hem kalemiyle hem vaazlarıyla haykırır.

Balkan Savaşları (1912-1913), Akif’in ruhunda onarılmaz yaralar açar. 500 yıllık Osmanlı toprağı Rumeli’nin; ordunun siyasete bulaşması ve subayların parti kavgaları yüzünden neredeyse kurşun atılmadan kaybedilmesi, onu adeta kahreder. O meşhur "Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!" dizeleri; düşmana değil, asıl olarak bu zilleti hazırlayan içerideki aymazlığa, ahlakı çürümüş idarecilere ve dalkavuk aydınlara karşı bir öfke patlamasıdır.

Cephedeki mağlubiyet kadar cephe gerisindeki "ahlaki bozgun" da Akif’i yıkmaktadır. O, camilerin dolu ama vicdanların boş olduğunu; ibadetin şekilci bir alışkanlığa, dinin ise ticari bir maskeye dönüştüğünü dehşetle izler. İnsanların namaz kılıp hemen ardından yalan söyleyebildiği bu "tezat" dindarlık anlayışına isyanını, şu yakıcı dizelerle haykırır: "Müslümanlık nerede! Bizden geçmiş insanlık bile... Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!"

‘DİNLERİ VAR İŞİMİZ GİBİ, İŞLERİ VAR DİNİMİZ GİBİ‘

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Enver Paşa, Akif’in İslam dünyasındaki nüfuzunu bildiği için ona çok kritik görevler verir. Berlin’e gönderilen Akif’in görevi, Alman ordusunun elindeki Müslüman esirleri aydınlatmak ve onları 'Hilafet sancağı' altında emperyalizme karşı ortak bir şuura davet etmektir. Almanya’da gördüğü "nizam, intizam, çalışma ahlakı ve kurumsal disiplin" karşısında çok etkilenir. İstanbul’un çamurlu sokakları ve iş bilmez bürokrasisi ile Berlin’in işleyen çarklarını kıyaslar. "Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi." sözü, bu seyahatin özetidir: "Adamların işlerine, çalışma disiplinlerine, sözlerine sadakatlerine baktım; sanki bizim dinimizin emrettiği ahlakı yaşıyorlar. Sonra kendi memleketime baktım; sanki onların (bozulmuş) dinini yaşıyoruz."

Berlin yakınlarındaki Wünsdorf esir kampında gördüğü manzara onu daha çok sarsar. Fransız üniforması giymiş bir Senegalli veya Rus üniforması giymiş bir Kazanlı Müslümana "Neden Halife’ye karşı savaşıyorsunuz?" diye sorduğunda aldığı cevaplar, 'İttihad-ı İslam' idealinin; sömürgeciliğin ve cehaletin kıskacında nasıl can çekiştiğini acı bir tokat gibi yüzüne çarpar. Özellikle Kazanlı ve Kırımlı aydınlarla yaptığı sohbetler, Akif’in "cehalet" vurgusunu daha da keskinleştirir. Emperyalizm, bu insanları sadece topla tüfekle değil, "bilinçsizleştirerek" de köleleştirmiştir.

MİLLİ MÜCADELE VE YENİ TOPLUMSAL SÖZLEŞME (1915 – 1923)

1918 sonrası İstanbul işgal edildiğinde, Akif için varoluşsal bir "eylem" süreci başlamıştır. İstanbul’da Damat Ferit Hükümeti ve Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, Anadolu’daki Kuva-yi Milliye hareketini "asi" ve Mustafa Kemal’i "hain" ilan eden fetvalar yayınlarken, Akif, asıl ihanetin işgalcilerle işbirliği yapmak olduğunu vurgular ve ailesini ve İstanbul’daki kurulu düzenini terkederek küçük oğluyla birlikte, gizlice Anadolu’ya geçer. Mustafa Kemal Paşa onu büyük bir memnuniyetle karşılar. Çünkü Paşa bilmektedir ki; Akif’in içinde olmadığı bir Milli Mücadele, dindar halk kitlelerinin gözünde "İttihatçı bir macera" olarak kalma riski taşımaktadır.

Akif, Birinci Meclis’te Burdur Milletvekili olarak yer alır ama asıl üstlendiği sorumluluk meclis sıraları değil, cami kürsüleridir. Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği tarihi vaazda halka şöyle seslenir: "Avrupalılar... 'Müslümanlar vahşidir, medeniyetten anlamaz, onları biz yöneteceğiz' diyerek topraklarımızı paylaşıyorlar. Sevr denilen o paçavra, bizim ölüm fermanımızdır." Bu vaaz çoğaltılarak on binlerce nüsha halinde cepheye ve köylere dağıtılır. Genelkurmay Başkanlığı kaynaklarına göre, bu vaazlar cephedeki asker kaçaklarını durdurmakta, askeri tedbirlerden çok daha etkili olmuştur.

Sakarya Harbi öncesi top seslerinin Ankara’dan duyulduğu, meclisin Kayseri’ye taşınmasının tartışıldığı o panik günlerinde Akif; dostu Hasan Basri ile birlikte bu "ricat" fikrine şiddetle karşı çıkar. "Oğlunu niye göndermiyorsun?" diyenlere verdiği cevap, inancın ve kararlılığın mührüdür: "İnsanlar paniğe kapılmasın... Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün."

İstiklal Marşı’nın yazılma süreci, Akif’in şahsiyetinin, şiirinden bile daha görkemli olduğunun ispatıdır. Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bir yarışma açar ve 500 lira (o dönem için bir servet) ödül koyar. Akif, "Milletin marşı parayla yazılmaz" diyerek yarışmaya katılmaz. O sırada Ankara’nın dondurucu soğuğunda, Akif’in sırtında paltosu dahi yoktur; dışarı çıkarken arkadaşı Şefik Kolaylı’nın paltosunu ödünç almaktadır. Buna rağmen, Bakan Hamdullah Suphi’nin "ödülün bağışlanabileceği" garantisi üzerine kalemi eline alır.

Taceddin Dergahı’nda duvarlara kazıdığı mısralar, aslında varoluş mücadelesi veren bir milletin "Toplumsal Sözleşmesi"dir. Marşın TBMM’de kabul edildiği gün, Akif mahcubiyetinden meclis salonunda duramaz, dışarı çıkar. Ödül olarak verilen 500 lirayı ise, fakir kadınlara ve çocuklara iş öğreten "Darü'l-Mesai" vakfına bağışlar. Cebinde 2 lirası olmayan bir adamın bu feragati, bugünün gerçekleri ışığında inanılması güç bir ahlak dersidir.

KIRILMA: ZAFERİN ERTESİ GÜNÜ VE "ÖTEKİ"LEŞTİRME (1923 - 1925)

Zafer kazanılmış, Cumhuriyet kurulmuştur. 1923-1925 arası, siyasi tarihçilerin genellikle hızlı geçtiği, ancak hukuk ve insan hakları bağlamında aydınlatılması gereken karanlık bir koridordur.

Akif’in Ankara’daki ruh halini ve devlete bakışını değiştiren en kritik olay, yakın dostu ve Birinci Meclis’in muhalif lideri Ali Şükrü Bey’in, Topal Osman tarafından kaçırılıp öldürülmesidir. Bu siyasi cinayetin "devletin selameti" adına meşrulaştırılması üzerine Akif meclise ve siyasete küser. 1923 sonrasında Ankara’nın havası hızla değişir. Şapka Kanunu ve diğer devrimler, bir toplumsal mühendislik projesi olarak uygulanırken, Akif gibi dindar aydınlar, yeni rejimin "makbul vatandaş" tanımının dışında kalır. Kurulan yeni düzenin inandığı tüm değerleri dışladığına inanan Akif’in ruh dünyasında kapanmaz yaralar açılır. Bir ara dost ortamında hüsran dolu cümlelerle "Biz bunun için mi mücadele ettik" diyecektir.

İstiklal Marşı şairi, takibe alınır ve kendisine "İrtica-906" kodu verilir. Akif, peşindeki hafiyeyi fark ettiğinde dostlarına o acı sözü söyler: "Ben vatan haini miyim? Milli Mücadele’de bu millet için şehir şehir gezdim... Şimdi beni düşman casusu gibi takip ettiriyorlar… ."

Bu dönemde Akif, ekonomik olarak da kuşatılır. Milletvekilliği bittikten sonra emekli maaşını bağlamakta zorluk çıkarılır, bürokratik engellerle oyalanır.

1925 yılına gelindiğinde, Şeyh Said İsyanı sonrası ortam iyice sertleşir. Akif, kalıp devletle çatışmak istemez. Çünkü o, devleti "baba" olarak gören bir geleneğin temsilcisidir. Prens Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitmeye karar verir. Bu gidiş, bir seyahat değil; "Kendi vatanımda parya muamelesi görmek bana ağır geliyor," "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Vatanını satmış adam muamelesi görmektense giderim" diyerek gerçekleştirilen bir "hicret"tir.

SÜRGÜN, SUSKUNLUK VE SİVİL BİR VEDA (1925 - 1936)

Milletin vicdanının sürgün hikayesi olan Mısır yılları, Akif’in en sert sınavlarını verdiği "gönlün harap, zihnin perişan olduğu" bir "içe bakış" dönemidir.

Kahire’nin güneyindeki Hilvan kasabasına yerleşir. Burası, çölün kıyısında, sessiz ve münzevi bir hayata uygun bir yerdir. Safahatın yedinci ve son kitabı olan "Gölgeler", isminden de anlaşılacağı üzere, bu yalnızlığın ve dünyadan el etek çekişin hüzünlü bir izdüşümüdür.

Mısır’dayken Türkiye’den kulağına gelen "Vatanı terk etti, kaçtı" dedikoduları Akif’i derinden yaralar. Bir dostuna yazdığı mektupta "Vatanı satmak mı? Biz vatanı satmadık, biz vatan için yaşadık. Ama vatan şimdi bizi, üvey evlat gibi kapının önüne koydu. Olsun, ana dövse de ana anadır." diye içindeki derin acıyı paylaşır.

Akif, Kahire Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verirken, Berlin’de hayran kaldığı "iş ahlakı"nı burada bulamamanın hayal kırıklığını yaşar. Mısırlı öğrencilerin tembelliği ve disiplinsizliği, onun "İslam dünyasının geri kalmışlığı" konusundaki sosyolojik tespitlerini acı bir şekilde doğrular.

Mısır yıllarına damgasını vuran Meal meselesi; siyasi iradenin din politikası dayatması ile Akif’in 'Kelamullah'a sadakati' arasında sıkışan, çözümü imkânsız bir vicdan düğümüdür. Akif, Diyanet ile imzaladığı sözleşmeyi "ilmî bir eser" olarak görmüş, ancak 1930’larda yükselen "Türkçe İbadet" tartışmalarıyla irkilmiştir.

Eserinin camilerde Kur’an’ın aslı yerine okutulacağı endişesiyle, "Benim yazdığım beşeri bir tercümedir, Allah kelamı yerine geçirilmesine alet olmam" diyerek sözleşmeyi fesheder ve avansı iade eder. Hastalığı ilerleyip Türkiye’ye dönmeye karar verdiğinde, eserin rızası dışında basılması korkusuyla dostlarına "Ölürsem yakacaksınız" vasiyetinde bulunur. Bu radikal karar, emeğini yok etme pahasına inancını ve entelektüel mülkiyetini devletin araçsallaştırmasına karşı koruma refleksidir.

DÖNÜŞ, VEDA VE SİVİL İTAATSİZLİK

Siroz hastalığının pençesindeki Akif, "Hastalık da gurbet de çekilmez oldu, gidip memleketimde öleyim" diyerek 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döner. Galata Rıhtımı’na indiğinde, onu karşılayan ne bir vali, ne bir bakan vardır; devlet, İstiklal Marşı şairine "görmezden gelme" politikasını uygulamaya devam etmektedir.

Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda geçirdiği son günlerinde, o devasa cüsseli pehlivan yapılı adam erimiş, bir deri bir kemik kalmıştır. 27 Aralık 1936’da vefat ettiğinde, resmi makamlar derin bir sessizliğe bürünür; ne bir tören düzenlenir ne de radyodan anons geçilir.

Ertesi gün, Beyazıt Camii avlusunda musalla taşında yapayalnız, örtüsüz, "çıplak" bir tabut durmaktadır. O sırada oradan geçen Tıbbiyeli ve Hukukçu gençler durumu fark eder. "Bu tabut Mehmet Akif’in mi? İstiklal Marşı şairinin tabutu böyle mi kalacak?" feryadı, bir anda yayılır.

İşte o an, "devlet protokolününün" milletin vicdanına yenildiği andır. Kapalıçarşı esnafı dükkanlarından bayraklar getirir, binlerce üniversite öğrencisi meydanı doldurur. Akif’i milli mücadelenin ruhu ve şahsiyet timsali olarak bilen gençler, "Hükümet nerede?" diye sormaz; "Biz buradayız" dercesine tabutu omuzlayıp, Beyazıt’tan Edirnekapı Şehitliği’ne kadar eller üzerinde taşırlar. Mezarlıkta, Akif toprağa verilirken, gençler hep bir ağızdan İstiklal Marşı’nı okur. Bu, Cumhuriyet tarihinin en anlamlı "sivil" törenlerindendir; gençlik, devleti yönetenlerin sırt çevirdiği İstiklal şairine sahip çıkmış, ona olan vefa borcunu, resmi ideolojinin soğuk duvarlarını aşarak ödemiştir.

Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, törene katılan rektöre kızdığı, rektörün ise "Ben gitmedim, gençler beni sürükledi. Gitmesem üniversiteyi başıma yıkacaklardı" dediği rivayet edilir. Bu cevap, otoritenin toplumsal vicdan karşısındaki çaresizliğidir.

SUSTURULMAYA MAHKÛM BİR KARAKTER ANAYASASI

Stefan Zweig’in dediği gibi, tarihin en trajik figürleri çoğu zaman en temiz olanlardır. Çünkü dünya, ilkelerini pazarlık konusu yapmayan insanları affetmez. Akif de affedilmedi. Ama hiçbir zaman da teslim olmadı. Zira o, 63 yıllık ömrüyle herhangi bir zamana sığmayan "ehlileştirilemeyen" bir vicdan; her devrin muktediri tarafından susturulmaya mahkûm edilse de hükmü asla yürürlükten kaldırılamayan bir "Karakter Anayasası"dır. Onun tüm ömrünü ve mücadelesini tek bir nefese sığdıran o ölümsüz manifesto şudur: "Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git!, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!"

Peki, tarihin tozlu raflarına hapsedilemeyen bu vicdan bugün konuşsaydı; yüzümüze hangi hakikatleri çarpardı?

Birincisi; kanunların vicdanla çatıştığı noktada meşruiyetini yitirdiğini... Bir devletin gücünün yasaların keskinliğinde değil, o yasaları uygularken vatandaşına duyduğu "itimat"ta saklı olduğunu hatırlatırdı. Kendi peşine takılan hafiyeler ve "İrtica-906" dosyası üzerinden; devletin öz evladına "olağan şüpheli" muamelesi yapmasının, toplumsal sözleşmeyi nasıl çürüttüğünü yüzümüze vururdu. Zira ona göre masumiyet karinesi basit bir usul kuralı değil, devletin vatandaşına verdiği "ahlaki bir senet"tir.

İkincisi; gerçek sadakatin güce körü körüne boyun eğmek değil, güç zehirlenmesine uğrayan otoriteyi hakikatle uyarmak olduğunu haykırırdı. Vaktiyle İttihat ve Terakki yeminindeki "kayıtsız şartsız itaat" maddesini reddederken gösterdiği duruşu, bugün de tekrar ederdi: Makamların geçici, karakterin kalıcı olduğu bu dünyada en büyük sermaye "samimiyet", en büyük güç ise "omurga"dır.

Üçüncüsü; toplumların tepeden inme devrimlerle veya jakoben müdahalelerle değil; ancak içeriden, "maarif" ve ahlaki bir uyanışla dönüşebileceğini ihtar ederdi. Çünkü onun Asım’ın Nesli ideali, bir siyasi mühendislik projesi değil; Batı’nın disiplinini Doğu’nun faziletiyle mayalayan, kökü mazide olan bir "âti" (gelecek) tasarımıdır.

AKİF’İN MİRASI: BEN EZELDEN BERİ HÜR YAŞADIM, HÜR YAŞARIM

Akif, mezar taşında yazan "Kurtuluş isterseniz; ilme, fenne, sanata sarılın" vasiyetiyle, hamaset tuzağına düşenlere rasyonel bir yol haritası çizer.

Onun şu haykırışı her yurttaşın pusulası olmalıdır: "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem... Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam."

Ne zaman toplumsal bir karamsarlığa kapılsak, "Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak" dizeleri yolumuzu aydınlatmalı; Türkiye’nin geleceğine dair inancımız, İstiklal Marşı’nın o ebedi meydan okumasıyla tazelenmelidir: "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım."

YORUMLAR
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir