Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haber bütün basında olduğu gibi KARAR’da da kendine yer buldu: “Elif Şafak, Kraliyet Edebiyat Derneği başkanı seçildi.” Bazı internet gazeteleri konuyu daha da ayrıntılı olarak işlemişti: “Yazar Elif Şafak, İngiltere’de 1820’den bu yana edebiyat dünyasının en saygın kurumlarından biri olan İngiliz Kraliyet Edebiyat Cemiyeti’nin (RSL) yeni başkanı oldu.
Şafak, İngiliz Kraliyet Edebiyat Cemiyeti genel kurulunda yapılan oylama ve alınan kararla RSL’nin yeni başkanı seçildi. Şafak, bu görevi önceki dönem başkanı Bernardine Evaristo’dan devralacak.” Haberin sonuna bir de ‘müjde’ iliştirilmişti: “Eserleri 58 dile çevrilen Şafak’ın RSL’de başkan olmasıyla Türk edebiyatı ve yazarlarının uluslararası platformda görünürlüğünün de artması bekleniyor.”
Royal Society of Literature, 1820 yılında, Kral IV. George tarafından İngiliz edebiyatının desteklenmesi, yazarların teşvik edilmesi ve edebi hayatın zenginleştirilmesi için kurulmuştu. 2018 yılına kadar sadece İngiliz vatandaşlarına açık olan kurum, İngilizce eser veren veya eserleri İngilizce’de de yayınlanan yazarlara da açılmıştı. Elif Şafak’ın selefi olan önceki başkan (babası Nijeryalı, annesi İrlanda asıllı İngiliz) Bernardine Evaristo, bir ilk örnek olarak siyahî ve Afro-Karayib kökenli -ancak İngiliz vatandaşı- bir yazardı.
ELİF ŞAFAK’IN SINIRÖTESİ DEĞERİ
Bazı eserlerini önce İngilizce yayınlayan ve bu eserleri daha sonra Türkçe’ye aktarılan Elif Şafak, ülke genelinde en fazla Aşk adlı -Mevlana ile Şems ilişkisini konu alan- eseri ile tanındı ve o günden bu yana hep tartışmaların ve eleştirilerin odağında oldu. İnternet kaynaklarına -ve romanlarına konan biyografi özetlerine- göre romanları 58 dile çevrilen Elif Şafak’ın uluslararası şöhretini sağlayan romanı, ülkemizde Baba ve Piç adı ile yayınlanan, yayınladığı ilk dil olan İngilizce’de ise The Bastard of Istanbul (İstanbul’un Piçi) kapağı ile basılan kitabıdır (Türkçeye Çeviren: Aslı Biçen, 2008). Eserin uluslararası alanda gördüğü ilgi için, söz konusu eser ile ilgili birkaç yüksek lisans tezi yapılması ve onlarca inceleme yazısına konu olması yeterince fikir verecektir. Baba ve Piç romanı, Türk tarihinde cereyan eden, binlerce insanı etkileyen onlarca acı olaydan sadece bir tanesi olduğu halde, her 24 Nisan’da ısıtılıp önümüze getirilen 1915 Tehcir olayını yazarın iddiasına göre iki tarafın gözünden ve tarafsız olarak kamuoyuna sunmaktadır. Oysa romana baktığımızda konunun tamamen çarpıtıldığını görürüz. Eser ile ilgili yazı ve tezleri incelediğimizde ortaya çıkan tablo da bunu göstermektedir.
KİM NASIL SIZDI?
Roman, İstanbullu Türk (Kazancı) ve San Fransisko’da yaşayan Amerikalı Ermeni (Çakmakçıyan) iki ailenin karmaşık deneyimlerini ve tarihî arkaplanın bu ailelerin kimliklerini nasıl şekillendirdiğini gösteriyordu. Temel olarak, eser kimlik, travma, aidiyet ve tarihsel hafıza konularını postmodern kültür ve sosyolojik yapılar merceğinden inceliyordu.
Yazar, Serdar Korucu’ya verdiği bir mülakatta romanını yazarken pek çok Ermeni ailesinin evine konuk olduğunu, aile hikâyelerini araştırdığını; aynı zamanda Türk ailelerin öykülerini de topladığını kaydedip “Her ikisi de sızdı romana” dese de kitabı okuyup bitiren okurun zihninde kalanın sadece Ermenilerin yaşadığı acılar olacağı kesindir. Üstelik romanda kaydedilen “Türk” ailesi toplumumuzun marjinal denebilecek bir kesiti olarak yaşayabilecek, içinde ‘kardeş ensesti’nden doğan bir “piç” barındıran bir örneklem ile anlatılmıştır. Ailenin Kazancı soyadını alırken de sahneye çıkartılan “Kazancı Levon Usta” üzerinden yine bir “mağdur Ermeni” anlatısı metne sızmaktadır. Elif Şafak’ın eserine koyduğu her bir figürü seçerken, gelmesini beklediği eleştirilere karşı “Acının iki tarafını da kaleme aldım” savunmasına malzeme olabilecek unsurları seçtiği, ancak burada da başarılı olamadığı ortadadır. Türkler aleyhine oluşan bu başarısızlık, bana göre bir kalem yetmezliği değildir.
KOLEKTİF TRAVMA
Elif Şafak’ın bu romanındaki Ermeni kimliği, kolektif travma ve intikamcı belleğin sürdürülmesi ekseninde inşa edilmiştir. Amerikalı Ermeni karakterler, özellikle 1915 olaylarının mirası ve Türk milletine karşı duyulan nefret konularını tartışır. Bu tarihî dram, nesiller arası aktarılmaya devam etmekte ve Ermeni kimliğinin en önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Ermeni kimliği için “Unutmak ölmek, hatırlamak yaşamaktır” sözü millî direncin önemini vurgular.
Ermeniler, entelektüel olmanın bile Türkler tarafından tehdit olarak algılandığı bir geçmişten gelmektedir; bu durum, Türk entelijansiyasının, Ermeni cemaatinin “yol gösteren beyin”lerini ortadan kaldırmak için ilk hedef alındığı korkusuyla da ilişkilidir. Elif Şafak romanında bu konuyu eserinde Ohannes İstanbuliyan adlı Ermeni köşe yazarı/şairin öyküsü üzerine kondurduğu “24 Nisan göstergesi”ni de sayfalarına, Amerikalı Ermeni ailenin üniversite öğrencisi kızı Armanuş’un ağzından özenle yerleştirmiştir: “1915 senesinde 24 Nisan Cumartesi akşamı İstanbul’da yaşayan düzinelerce Ermeni ileri geleni tutuklanıp emniyete götürülmüş. Hepsi de törene gider gibi iki dirhem bir çekirdek giyinmişler. Bembeyaz yakalar, zarif takım elbiseler. Hepsi de okumuş yazmış adamlar. Açıklama yapılmadan emniyette tutulmuşlar bir müddet, sonra da ya Ayaş’a yahut Çankırı’ya sürülmüşler.” Türkleri bir bütün olarak yargılayan şu sözler de aynı ağızdan şöylece kayda girmiştir: “Türkler düpedüz Ortadoğuludur ama nedense bunu sürekli inkâr ederler. Eğer biz Ermenilerin de kendi evimizde kalmamıza izin vermiş olsaydınız bizler de diaspora halkı olmak yerine Ortadoğulu kalacaktık.”
GÜNCEL GÖNDERMELER/TİPLEMELER
Roman, post-Osmanlı kimliğinin inşası için devam eden bir arayışı ve bu arayışta Türkçü ideolojinin neden olduğu amnezi (unutma) ile diasporik travmalar arasında bir çatışma olarak tezahürünü ele alır. Kimlik stratejileri, Kafe Kundera (Türk tipi entelektüel ve karikatürize edilmiş müşterilerin amnezi ve Batı’ya öykünmeyi deneyimlediği yer) ve Cafe Constantinopolis (Ermeni-Amerikan toplumunun travma ve nefrete dayalı homojen kimliği barındırdığı yer) olmak üzere iki karşıt mekân aracılığıyla ifade edilir. Baba ve Piç romanının başkahramanları Asya Kazancı ve Armanuş Çakmakçıyan üzerinden bu mekânlarda geliştirilen sembolik anlatılar, eserin ana kurgusunu oluşturur.
İstanbul’daki tarihinden kopmuş nihilist entelektüellerin buluşma mekânı olan Kafe Kundera İstanbul’un Avrupa Yakası’ndaki bir kafedir. Kafe müdavimlerinin her biri karikatürize bir tipoloji örneğidir. Yazarın “Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi” olarak kodladığı, kısa boylu, sıska adam, “genç kadınların olgun erkeklerden hoşlandığına kanaat getirdiğinden beri sakalını kül rengine boyuyordu. Popüler TV dizileri yazardı ve çocukların pek sevdiği ‘Aslanyürekli Timur’un yaratıcısıydı. Akın akın düşman alaylarını birkaç darbede kanlı püreye çevirebilen irikıyım bir milli kahraman. Senariste yaptığı bayağı ve bayat filmlere dair bir soru sorulduğunda, meslek itibariyle milliyetçi olduğunu ama tercih itibariyle tam bir nihilist olduğunu iddia ederdi.” Yazarın karakter koleksiyonundaki diğer isimler de ilginçtir: “Alkolik Karikatürist”, “Alkolik Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı”, “Gizli Gay Köşe Yazarı”, “Olağanüstü Yeteneksiz Şair”. (Yazarın bu tiplemeleri sıralayıp betimlerken gerçek hayattaki yakın çevresinden etkilendiğini düşünmemek mümkün değil!)
Amerikalı Ermeni ve diğer ‘anti-Türk’ gayrimüslimlerin buluştuğu sanal sohbet odası olan Cafe Constantinopolis’in grubun en fanatik üyelerinin kontrolünde olması normaldir. Ermeni diasporası, kimliklerini sürdürmek ve acılarını paylaşmak için Cafe Constantinopolis gibi sanal buluşma odalarını kullanır. Bu siberkafe, Ermenilerin Türkleri ‘ortak düşman’ olarak görme ve ‘travmatik tarihî anlatı’ları paylaşma alanı olarak tasvir edilir.
Cafe Constantinopolis adlı sanal sohbet odasında uygulanan “Yeterince Ermeni misiniz?” konulu test ibretamizdir. Sorulan 15 soruya verilen yanıtlara göre bir değerlendirme yapılmakta ve insanlar Bilinçsiz Ermeni/Mağrur Ermeni arasında seyreden dört grupta tasnif edilmektedir. Bazı diaspora Ermenileri, Türkler soykırımı resmen tanırsa, bu durumun kendilerini birleştiren en güçlü bağı ortadan kaldıracağı korkusunu taşır.
YENİÇERİ PARADOKSU
Armanuş, büyüklerinin tarihî kimlik hafızasını sürdürme dayatması ile Amerikan kültürüne asimile olma isteği arasında kalır; bu durum, kitapta Şafak tarafından “Yeniçeri paradoksu” olarak adlandırılır: “Yeniçerinin Paradoksu birbiriyle çelişen iki varoluş hali arasında kalmaktır. Bir tarafta geçmişin kalıntıları birikir. Öte tarafta vaat edilen geleceğin ışıltıları. Geçmiş üç H -Hafıza, Hüzün, Haksızlık- demek bizim için. Gelecek ise başarının süslemeleriyle bezenmiş bir sığınak, daha önce hiç sahip olmadığın bir emniyet duygusu, çoğunluğa katılma, normalleşme arzusu.” Armanuş, kendi Ermeni kimliğini tam olarak bulamadığını itiraf eder ve bunu sağlamak için Türkiye’ye gitme yolculuğuna çıkar. Armanuş’un asimile olmuş babası Barsam, Türkiye’deki ailenin ABD’ye kaçmış oğlu Mustafa ile benzer şekilde, geçmişini silmeyi ve “diğer herkes gibi Amerikalı olmayı” arzu eder. Elif Şafak, milliyetçi ve ayrımcı kimlik stratejilerinin “kusurlu yaklaşımlar” olduğunu öne sürer ve hibrit bir kimlik anlayışına kapı açmak için herkesi uzlaşmaya davet eder. Türk kimliğinin Osmanlı mirasını kucaklayan, “daha az ‘etnik’ ve daha çok ‘çokkültürlü’ bir vatandaşlık” anlayışı önerir.
ENSEST VE TEHCİR SIRLARI
Baba ve Piç kitabında ensest (aileiçi tecavüz) ve tabu temaları, millî hafıza kaybının bir yansıması olarak sunulur. Kazancı ailesinin sırrı, romanın aslî kahramanı İstanbullu Asya’nın annesi Zeliha’nın ağabeyi Mustafa tarafından tecavüze uğraması sonucu Asya’nın doğmasıdır. Ancak bu sır ailede hiçbirisi tarafından bilinmemektedir. Bu ailevî amnezi, Türkiye Cumhuriyeti’nin sözde Ermeni Soykırımı gibi “utanç verici” olayları hafızasından silme çabasını yansıtır. Kazancı ailesindeki dört kız kardeşin tek ve en küçük erkek kardeşi olan Mustafa Kazancı, işlediği aileiçi suçun utancından kaçmak için ABD’ye gider ve geçmişini silmeye çalışır. Ancak bu kaçış başarısız olur ve romanın sonunda geldiği İstanbul’da öz ablası Banu Kazancı’nın zehir kattığı aşuresini bilerek yiyerek intihar eder. Yazar bunu utanç verici suçu için ailesi tarafından cezalandırılmasını simgelemek üzere kaleme almıştır. Büyük abla Banu Hanım, Mustafa’yı zehirleyerek aile içi adaleti sağlayan dönüştürücü bir figürdür.
Romandaki ‘piç’ olan Asya Kazancı, geleneksel rolleri reddederek kendi kimliğini inşa eden, sosyal normlara uymayan bağımsız bir bireydir. Amerikalı Ermeni kahraman Armanuş ile geliştirdiği etkileşim sayesinde bilinçlenen Asya, Türk Devleti’nin resmî söylemlerine direnmeye hazır hale gelmiştir. Armanuş, Türk mutfağı terimlerini bilmesiyle, Türk ve Ermeni kültürlerinin ortak tarih ve kültüre sahip olduğunu gösteren bir ‘melezleşme’ örneği sunar.
‘MİSTİK BANU’ TEYZE
Yazar eserinin yazıldığı yıllarda çok moda olan post-modern roman kalıbına uyması için bu karakteri seçmiştir. Kitapta en çok işlenen karakterlerden birisi olan Banu Kazancı, kardeşine tecavüz ederek yeğeninin doğmasına neden olan tek erkek kardeşi Mustafa’nın ‘suç’unu ilk keşfeden insan olarak öne çıkar. Gece namazları kılan, Kur’an ayetlerine kafa yoran, kendi kendisine başını örtmeye karar veren Banu Hanım, Kazancı’ların en büyük kızıdır. Tarot, kavrulmuş fındık ve kahve fallarına bakarak müşterilere hizmet veren falcı, romandaki “Fındık Ana”dır. Büyü ve nazar gibi konulara merak sarmış ve kendi kendisine uyguladığı ritüeller ile “iyi saatte olsunlar” ile temas kurmayı başarmıştır. Bu sayede birisi mûnis (Şekerşerbet Hanım) diğeri habis (Ağulu Bey) iki cini olmuştur. İyi cin Kur’an bilgisine sahiptir ve dindardır. Bu cinlerinden habis olanı ise çok yaşlı olduğundan sağlam bir bilgi kaynağıdır ve Banu, onu kırk günlük perhizinin sonunda kendine bağlamıştır. Banu Kazancı, aile sırrını da bu habis cin (Ağulu Bey) aracılığıyla öğrenmiştir. (Yazarın bu gizemli konudaki satırları yazarken kimden lojistik destek aldığı meçhul olsa da tahmin edilebilir.) Bu dehşet verici bilgiyi diğer kız kardeşlerinin kaldıramayacağı korkusu ile onlardan saklar.
ÖDÜL ÇOK MU GECİKTİ?
Elif Şafak’ın altına İngiliz Kraliyet ailesinin kontrolündeki bir “Edebiyat Cemiyeti” tarafından sürülen bu prestijli koltukta otururken nasıl bir ruh halini yaşayacağı merak edilesi bir durumdur. Kendisini Baba ve Piç romanındaki kahramanlarından Ermeni köklerine dair kimlik verilerini korumaya çalışan Armanuş’a mı yoksa, aileiçi ensest nedeniyle kardeşini öldürerek ailenin namusunu temizleyen Banu Hanım’a mı yakın hissedecektir? Kendisi ile yapılan ve kendi internet sitesinde de paylaştığı bir röportajında Baba ve Piç romanı hakkında konuşurken babası ile ilişkisinin çok zayıf olduğuna “Benim için ‘baba’ kelimesinin sözlük anlamı ‘boşluk’tur” diyen ve bu nedenle “piç psikolojisi”ne yakınlık hissettiğini ima eden Elif Şafak’ın romanı yazıldığında bu koltuk metaforunu mutlaka kullanmak gerekecektir. Görkemli bir mekânda iki asırlık şatafatlı koltuğa oturacağı belli olan yazarımız, masadaki yazı takımının kalemi ile oynarken kendi kendisine şunu da sormalıdır: “Bu koltuğu hak edecek ne yaptım acaba?!”
