Silivri yolcularını Yassıada ya da Nazi Kampı yolcularına benzetmek ağır bulunabilir. Burada kişilerin suçlu ya da suçsuzluğu üzerinde durmuyoruz. Vurgulamak istediğimiz husus, suçsuzluğu kanıtlanmamış insanları polis koridoru altında suçlu gibi medyaya servis ederek, itibarsızlaştırmaktır. Onların ruhları üzerindeki tahribat açısından Yassıada veya Nazi Kampı sakinleri ile benzerliğine dikkat çekmek istiyoruz. Bu bir linçtir.
Son dönemde kitle halinde göz altına alınanların, adliyeye sevklerinin polis koridoru altında gösteriye dönüştürülerek yapıldığını, bunun ise tartışmalara neden olduğunu biliyoruz ve görüyoruz. Medyaya ve sosyal medyaya servis edilen bu görüntülerle ceza hukukunun evrensel ilkeleri olan masumiyet karinesinin ve lekelenmeme hakkının ayaklar altına alındığını da hayretle izliyoruz. Buradaki “polis koridoru” olgusunun, olağanüstü dönem uygulamaları ve edebiyata yansımaları üzerinden bir tahlilini yapmaya çalışacağız. Bu uygulama esasen linç psikolojisinin dışa vurumudur. Linç, kişiyi katletmek ise, medya önündeki itibarsızlaştırma gösterileri kişinin ruhunu katletmeye yönelik bir girişimdir. Görüntülerdeki polis koridoru da toplum önünde kişinin alnına leke sürerek ruhunu tahrip etmeye yöneliktir.
İşte size bir koridor öyküsü; Dostoyevski’nin Ölü Evinden Anılar’ı, yazarın kendi hayatından da izler taşıyan otobiyografik bir romandır. Sibirya’ya sürgüne gönderilen mahkumların gündelik yaşantısından kesitler sunulur. Kendisi de Sibirya’ya sürgüne gönderildiği için, sürgündeki mahkumların toplandığı yerleri, yaşantılarını bizzat görmüş ve yazmıştır. Suçluya bin, hatta bazen dört bin değnek vurulması cezası verilir. Ancak bazen suçlu ile alay etmek ve onu aldatmak için değnek cezasından kurtulmasının yolunu da gösterirler. Yetkili kişi, suçluya “Yeşil Sokak” dediği, askerlerin oluşturduğu bir koridordan hızlı şekilde geçmek isterse sırtına vurulacak sopadan kurtulabileceğini söyler, ama koridoru oluşturan askerlerin elinde de değnek vardır ve oradan hızlı şekilde geçerken, askerler de değnekle vurmaya çalışacaklardır. Yazar olayı şöyle anlatır;
- Bana bak azizim, der. Cezanı gerektiği gibi vereceğim.
Çünkü bunu hak etmişsin. Sana ancak bir yardımda bulunabilirim, dipçiğe bağlatmam seni. Serbest kalacak, koşacaksın. Gene değneklerin hepsini yiyeceksin, ama ne de olsa, iş daha çabuk bitecek. Ne dersin, denemek ister misin?
Mahkûm şaşkınlıkla, güvensizlikle dinler; sonra düşünür. Kendi kendine, “Belki böylesi daha kârlı olur” der. “Var kuvvetimle koşarsam, çekeceğim azap beş kat azalır. Belki her sopa isabet etmez bile.”
- Baş üstüne ekselans, razıyım.
- Pekâlâ, ben de razıyım, haydi bakalım!
Sonra askerlere dönerek bağırır;
- Hey, gözünüzü dört açın!
Zaten tek bir değneğin suçlunun sırtını kaçırmayacağından emindir. Sopasını isabet ettiremeyen asker, sonunda başına geleceği pekâlâ bilir. Mahkûm “Yeşil Sokak”ta olanca hızıyla koşmaya başlar, ama on beşinci sıraya bile varamaz. Değnekler, sık bir trampet vuruşu gibi şimşek hızıyla birden sırtına iner, zavallı bağırarak, kurşun yemiş gibi yere yıkılır. Adamcağızda bet beniz kalmamıştır; korkuyla yerden ağır ağır kalkarak, “Vazgeçtim ekselans, kanun neyse, öyle olsun” der. İşin bu sonuca varacağını önceden bilen Jerebiyatnikov gülmekten kırılmaktadır.
YASSIADA’YA GÖTÜRÜLENLER DAYAK KORİDORUNDAN GEÇİRİLMİŞTİ
Dostoyevski’nin “Yeşil Sokak” dediği koridorun bir benzerini 27 Mayıs Darbesi’nde, darbeci askerler Demokrat Partili bakan, milletvekili ve üst düzey bürokratlara yaşatmışlardı. Göz altına alınarak Harp Okulu’na getirilişte, İstanbul’da Yeşilyurt Hava Alanı’nda uçaktan indirilip askeri araca bindirilirken, Yassıada’ya çıkışta benzer koridordan geçmişlerdi. Buradaki koridor da Dostoyevski’nin “yeşil sokak” dediği gibi askerlerin sıra halinde oluşturdukları koridordan başka bir şey değildi. Anılarını yazan birçok DP’li bu koridor olgusuna yer vermiştir. Bazıları “ölüm koridoru”, bazıları “dayak koridoru” ibaresini kullanmıştır. Bazıları maruz kaldıkları aşağılayıcı bu davranışa utancından üstü kapalı değinmiş ise de, bazıları çok açık şekilde yazmıştır. Örneğin Antalya Milletvekili Adnan Selekler, Denizli Milletvekili Baha Akşit, Milletvekili Kemal Biberoğlu, Bakanlık da yapmış olan Hayrettin Erkmen’in anılarında nasıl bir dayak koridorundan geçtikleri açıkça yazılıdır.
Adnan Selekler anılarında “Bir ölüm koridoru halinde ikiye ayrılan grup sille, tokat, yumruk, tekme arkadaşın üzerine yürüdüler. Darbelerin ve tekmelerin tesiriyle, bir ara arkadaşımın havada uçtuğunu gördüm” diyor.
Baha Akşit, “Dar bir koridordan geçirilerek dayak yiyorduk” diyor.
Hayrettin Erken ise “Uçak merdiveninin önüne ikişer kol halinde genç hava subayları ve hava astsubayları dizilmiş, aralarına ancak bir kişinin geçebileceği dar bir koridor bırakılmıştı” dedikten sonra yedikleri dayağı anlatıyor.
Darbecilerin Yassıada’ya komutan olarak atadıkları Tarık Güryay bile üstü kapalı olarak bu hadiseleri kabul etmekte ve anılarında “Yassıada’ya gelinceye kadar bunları biraz hırpalamışlar” diyor.
Bugün hukuk camiamızda yüz akı bir hukuk yıldızı olarak kabul edebileceğimiz Sami Selçuk, 27 Mayıs Darbesi esnasında askerliğini yedek subay olarak yaptığını ve bu görüntülere şahit olduğunu gazeteci Gökçer Tahincioğlu’na anlatmıştı.
TURPUN BÜYÜĞÜNE O ZAMAN BÜYÜKBAŞ DİYORLARDI
İhsan Sabri Çağlayangil de 27 Mayıs Darbesi öncesinde Bursa Valisi olduğu için göz altına alınanlardandı ve o da anılarında dayak koridorundan geçen arkadaşlarının bazılarına “büyük baş” bazılarına “küçük baş” dendiğini yazıyor. Bugün de benzer kategorileştirmede “turpun büyüğü” lafzını hayretle görmekteyiz.
Beş yüzün üzerinde insanın Yassıada’da tecrit edilmiş vaziyette askerlerin kontrolü altında toplanması, Nazilerin Yahudiler ve Çingeneler için uyguladıkları toplama kampına benziyordu. Hatırlatalım ki, Naziler de Yahudiler için bilinen toplama kamplarından önce bir adada toplamayı düşünüyorlardı. Hannah Arent’in Kötülüğün Sıradanlığı isimli eserinde yazdığına göre, büyük getto olarak Madagaskar Adası düşünülmüştü. Yahudilerin Madagaskar Adası’na nakli gerçekleşmedi ama 27 Mayıs mağdurlarının Yassıada’ya nakilleri gerçekleşti.
MAKSAT, RUHU TAHRİP ETMEK
Yahudi kamplarında geçen günlerini romanlaştıran Nobel ödüllü yazar Elie Wiesel Gece isimli anı romanında trenle götürülüşlerinden bahsederken, pencerelerden dikenli teller görünüyordu; bu yerin bir kamp olduğunu anladık diyor. Daha sonra kamp içinde elektrik verilmiş dikenli teller içinde sürekli yürütüldüklerini, her iki metrede bir makineli tüfeği kendilerine çevrilmiş bir SS’in durduğunu yazıyor. Benzer ifadeleri bir başka yazar, Primo Levi’nin anı / romanında da görüyoruz. Toplama Kampı dendiğinde, elbette bir sevkiyat da olmalı. Primo Levi, Yahudilerin “sevk edileceği” öğrenildi diyor. Sevkiyatta otobüsten indirilip trene bindirilmeden önce istasyonda ilk tokatları yediklerinden bahsediyor. Bir insan nasıl dövülebilir diye de sormayı ihmal etmiyor. Şu meşhur Auschwitz Kampı’na giderken, küfürler, yumruklar, körü körüne atılan tekmelerin havada uçuştuğu olayları bizzat yaşayan yazarın ifadelerinden anlaşılıyor. Yahudilerin Toplama Kamplarına sevkiyatının bir benzerinin Yassıada sevkiyatında yaşandığını söylemek abartılı değildir. Küfürler, aşağılamalar, yumruklar, tekmeler ve yere kapaklanmalar Yassıada yolcularının da başına geldi.
Nazilerin Toplama kamplarında Yahudilere uyguladıkları sistematik işkence sonucu sadece bedenlerini değil, ruhu da öldürdüklerinden bahsediyor olayları yaşayanlar. Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan ve Elie Wiesel’in Gece isimli anı romanlarında bu konuda yeteri kadar tecrübeye dayalı bilgi mevcuttur. Elie Wiesel “Tanrımı ve ruhumu katleden, rüyalarımı çöle çeviren bu anları asla unutmayacağım” demektedir. Dostoyevski de Sibirya’ya sürgün edilenleri anlattığı Ölüler Evinden Anılar’da, mahkumlara gereksiz eziyet çektirilmesi olgusu için “faydasız gaddarlık” ibaresini kullanmakta ve gereksiz yere pranga takılmasına da, “küçük düşürme aracı, bir ayıp, bedene de, ruha da bir ağırlıktır” tespitini yapmaktadır. Elie Wiesel’ın “ruhun katledilmesi”, Dostoyevski’nin “ruha ağırlık” dediği olguya toplama kampları üzerine psikolojik incelemeler yapanlar “ruhsal ölüm” demektedir.
Yassıada’da yatan ünlü şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel “ruhun mahkumiyeti” ve “ruhun zindanda kalması” demektedir. İşte Faruk Nafiz’in o mısraları;
Ya gezen bir ölü, yâhud gömülen bir diriyim;
Mumyadır, canlı da, cansız da, bu kabristanda.
Gömdüler ruhumu yüz bir sene mahkûm gibi;
Cismim ayrılsa da ruhum kalacak zindanda.
KARANLIK BİR KORİDORDAN GEÇİYORUZ
Silivri yolcularını Yassıada ya da Nazi Kampı yolcularına benzetmek aşırı ya da ağır bulunabilir. Burada kişilerin suçlu ya da suçsuzluğu üzerinde durmuyoruz. Vurgulamak istediğimiz husus, suçsuzluğu kanıtlanmamış insanları polis koridoru altında suçlu gibi medyaya servis ederek, itibarsızlaştırmaktır. Onların ruhları üzerindeki tahribat açısından Yassıada veya Nazi Kampı sakinleri ile benzerliğine dikkat çekmek istiyoruz. Bu bir linçtir.
Ünlü yazar ve şairlerin ifadelerinde geçen, büyük gaddarlık, ruhun katledilmesi, ruha ağırlık, ruhun mahkumiyeti, ruhun zindanda kalması gibi kavramların bunlar için de geçerli olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Bu durum, insanları linç etmenin bir başka versiyonudur. Vücudu öldürmese de ruhu öldürmeye yönelik bu davranışın başka bir anlamı yoktur. Dostoyevski’nin “yeşil sokak”, diğerlerinin “dayak koridoru”, “ölüm koridoru” dedikleri bugün “karanlık koridor” olarak karşımızda duruyor ve o karanlık koridorda insan hakları ayaklar altına alınmaktadır! Ve sevgili ülkemiz karanlık bir koridordan geçiyor!
Yayınlanmış pek çok kitap ve makaleleri bulunan Abbas Bilgili, 2000 yılından beri avukatlık yapmaktadır.