Ensar anlatılarıyla yetişen dindar nesillerin, Gazze’ye dua yüklü şişeleri Akdeniz’e bırakmak vb. teatral eylemlere yönelmesi güncel bir kanıttır. “Re-sosyalizasyon” (yeniden sosyalleşme), bireyin egemen siyasal söyleme ve güç dengelerine bakarak kendi tutum ve pozisyonunu güncellemesini ifade eder.
Rivayetler ‘denizde bir filonun’ yok edeceğini söylemişti ulusumuzu. Ve bunun üzerine sevgili annem, İkiz doğurdu bir defada, hem beni hem de korkuyu.”
Yukarıdaki dizeleri, Thomas Hobbes’un (1588-1679) kendi yazdığı manzum biyografisinden alıntıladık. İngiltere’ye yaklaşan İspanyol donanmasının yarattığı korku, annesinin erken doğum yapmasına yol açmıştı.
KORKU VE UMUT
Otoriter devlet fikrinin öncülerinden Hobbes’a göre, korku en mahrem meskenidir hepimizin. Ancak korku asla tek başına gelmez. Hobbes, ünlü başyapıtı Leviathan’da, umudun, bir kötülüğü “onu önlemenin yollarıyla birlikte” düşünmekten doğduğunu; korkunun ise bir iyilik söz konusu olduğunda onu yok edebilecek şeyleri tasavvur etmekten kaynaklandığını yazar. Eş deyişle, umut korkunun sadık yoldaşıdır.
Siyasal alana gelince, korku daha belirleyici ve kurucu bir işleve sahiptir. En iyi rejimin hukuki ve etik temelleri korku üzerine atılır. Korku, rasyonel ve üretken bir güç olarak tehlikeyi düşünmeye ve onu yönetmeye teşvik eder. Devleti ve böylece sivil toplumu var eden Toplum Sözleşmesi’nin ön varsayımı budur. Devletin yokluğunun yarattığı dehşet, insanları bir araya gelmeye iterken Carl Schmitt’in tabiriyle, bir akıl kıvılcımı çakar ve aniden karşılarında yeni bir tanrı belirir. Bu tanrı, Hobbes’un “Ölümlü Tanrı” dediği Devlettir; ya da Tevrat esinli adıyla Leviathan.
Korku artık yenilenen çehresiyle karşımızdadır: Devlet öncesini (Doğa Durumu) damgalayan “karşılıklı” anarşik korkunun yerini, sivil durumu karakterize eden “ortak” kurumsal korku almıştır. Bu senaryoda, despotik devleti meşru devletten ayıran şey, korkunun azlığı veya çokluğu değil sınırlarının belirsizliğidir. Meşru devletin görevi, korkuyu yok etmek değil bilakis onu kesinleştirip belirli hale getirmektir. Devletin, kendisini var eden sözde korku iklimini ortadan kaldırmakta hiçbir çıkarı yoktur. Özellikle modern devlet, tam da korku üzerine kurulu olmakla, onu iyi yönetimin motoru ve güvencesi haline getirir.
Leviathan’ın bir “tanrı” olmasının nedeni budur. Bu tanrı, bir iç savaşla paramparça olma ihtimaline maruz ölümlü bir tanrıdır. Süngüyü gereksiz kılan modern tahakküm vasıtalarının harekete geçirdiği korku, itaati hem birey hem de kitleler için makul bir seçenek haline getirerek bu ihtimali zayıflatır. Dolayısıyla, sıkça duyduğumuz “yurttaşlar neden bu kadar sessiz” mealindeki muhalif soruların siyasal meşruiyeti yoktur. Kaynak dağıtımının siyasallaştığı, sosyoekonomik dışlanmanın kurumsallaştığı, birbiriyle ilişkili bir dizi anayasal kurum veya işlevin tek merkezden yönetildiği bir ülkede, kitlesel bir öfke veya infial gözlenmiyorsa orada “istikrar” vardır. İstikrar, korku ikliminin muhafazakâr kurgudaki karşılığıdır.
Korku, bir dereceye kadar özel bir deneyim olsa da iç savaş veya devlet terörü altında binlerce kişide aynı anda üretildiğinde, sosyopolitik anlamda işlevsel bir önem kazanır. Şili’deki Pinochet dönemi üzerine çalışan psikolog E. Lira ve arkadaşlarına (1988) göre, bu korkuyu başlıca dört duygu karakterize eder: (1) Kırılganlık ve savunmasızlık hissi; (2) artan teyakkuz hali; (3) kişinin kendi hayatı üzerindeki kontrol kaybı hissi ve (4) kişinin kendi deneyimlerini ve bilgilerini nesnel olarak doğrulamasını imkânsız kılan çarpıtılmış bir gerçeklik duygusu. Bu bulgular, insanların neden sessiz kaldığına dair kısmi bir açıklama sunmaktadır.
Hobbes’un sivil toplumun bünyesine “gömülü” bir duygu durumu olarak tasvir ettiği korku, çoğu kez sessizliğin başlıca kaynağı olsa da açıklamanın tamamı bu değildir. İnsanlar, genellikle uzmanların, hükümetlerin veya içinde yaşadıkları kültürel ekolojinin sağladığı gerçekliğin tanımını kabul etme eğilimindedir. Keza, farklı görüşlerin yokluğu ve adaletin er geç yerini bulacağı inancı da gerçeklik algısını zulme izin verme ve haklı çıkarma yönünde değiştirir. Ensar anlatılarıyla yetişen dindar nesillerin, Gazze’ye dua yüklü şişeleri Akdeniz’e bırakmak vb. teatral eylemlere yönelmesi güncel bir kanıttır. “Re-sosyalizasyon” (yeniden sosyalleşme), bireyin egemen siyasal söyleme ve güç dengelerine bakarak kendi tutum ve pozisyonunu güncellemesini ifade eder.
DİNDAR VE İTAATKAR
Korkunun açıklama gücünün asgari düzeyde olduğu bu bağlamda, dinlerin “narkotik” özelliği devreye girer. Özellikle tek tanrılı dinler, günah ve kötülük ile ceza arasında nedensel bir ilişki varsayar. “Kim zerre miktarı kötülük işlerse karşılığını görür” (Kur’an, 99: 8). Keza, Tevrat ve İncil, erdemlilere zafer, kötülere ceza vadeden birçok hikâye ve öğüt içerir. Dahası, çoğu inanç sistemi acı çekmede erdem görür ve ahirette telafi vadeder. Bu vaat, sosyal psikologlar M. Lerner ve L. Elkinton’ın (1970) ünlü anketinin gösterdiği sonuçları açıklar: En yoksul ailelerden gelen bireyler, köktenci bir dinsel anlayışı benimseme olasılığı en yüksek olanlardır. Bu bireyler aynı zamanda, durumlarında herhangi bir adaletsizlik görme olasılığı en düşük bireylerdir. Dünyanın adil bir yer olduğuna inananların çoğunluğunun düşük eğitimli ve köktenci dinsel yönelimlerin etkisindeki alt gelir grubundan çıkması anlamlıdır.
Dindarların, tipik olarak, daha az dindar veya dindar olmayanlara göre yeterlilik değerlerini (bağımsız, entelektüel, mantıksal) düşük puanlarken itaatkârlığa daha yüksek değer atfetmesi de aynı ölçüde anlamlıdır. Bir diğer sosyal psikolog M. Rokeach’ın (1969) 1.400 yetişkin üzerinde yürüttüğü “dini değerler ve sosyal şefkat” araştırması, bu sonucu destekleyen bulgular sunmaktadır.
Buna karşın itaat yönlü tercihlerin sınıfsal doğası ana akım akademinin çok az ilgisini çekmiştir. Oysa itaatin küresel yaygınlığı, korkudan ziyade kalabalık yoksul kitlelere dayatılan bir “değer” olmasıyla yakından ilgilidir. Çocukların değer tercihlerini etkileme konusunda önemli bir kapasiteye sahip olan ebeveynler arasındaki sınıfsal farklılıklar, itaatin değerler hiyerarşisindeki yerini de tayin eder. ABD’deki ebeveyn değerlerini sınıflar itibarıyla karşılaştıran sosyolog M.L. Kohn’un (1969) çalışması, orta-üst sınıf ebeveynlerin çocuklarına “özyönetim” öğretmeye vurgu yaparken alt gelir grubundaki işçi ebeveynlerin davranışsal uyumu yansıtan değerlere (itaat ve düzen) öncelik verdiğine dair kanıtlar sunmaktadır. Orta-üst sınıflar, kendi kendini yönetme ve empatik anlayış gibi içsel süreçlere odaklanırken yoksullar dışarıdan tanımlanmış standartlara uymaya odaklanır. Büyük ölçüde ebeveyn etkisiyle gelişen bu tercihler, bir sonraki nesilde aynı kazanım farklılığının yeniden üretilmesini kolaylaştırır. Kohn’un bulguları, sosyologlar A. Lareau (2018) ve T. Cano (2022) tarafından da farklı açılardan teyit edilmiştir.
Muhafazakârlığın toplumsal yapıyı karakterize ettiği ülkelerde, yoksulluk dindarca ve vatanseverce güdülerle daima el üstünde tutulur. Ne de olsa yoksullar olmadan hayat doğal görünmeyecektir ve egemen sınıflar, onların her zaman yanlarında olduğundan emin olmak isterler. Türkiye örneğinde, yoksulluk da en az bir TOGG ya da KAAN kadar yerli ve millidir. Yine de milli güvenlikle ilgili sözde endişeler, savunma sanayiinin geliştirilmesini yoksullukla mücadeleden daha öncelikli kılar. Yoksullar, cennete zenginlerden beş yüz yıl daha erken girmekle (Tirmizî, Zühd: 37), bu dünyadaki acılarını nasılsa telafi edeceklerdir.
DEVLETTEN KAÇIŞ
Hobbes’un insancıl korkular üzerine inşa ettiği devlet kuramının mutlak monarşiyi gerekçelendirme amacı taşıdığı açıktır. İnsanların “nerde bu devlet” nidalarıyla bir araya gelip, aralarından birini kral seçtiklerine dair zayıf bir kanıt bile yoktur. Bilakis arkeoloji ve antropoloji literatürü aksi yönde hikâyeler anlatmaktadır. Örneğin yakın zamanlı bir çalışmada, arkeolog C. Glatz ve arkadaşları (2024), Aşağı Sirwan vadisindeki (K. Irak) Shakhi Kora yerleşiminin neden terk edildiğini (M.Ö. 3631-3377) sorguladılar. Araştırma sonuçları, yerel halkların Aşağı Mezopotamya merkezli Uruk kültürünün etkisiyle gelişen merkezileşme eğilimlerine karşı koyduğunu gösteriyordu. Vadideki devlet benzeri oluşumlarla ilgili bu ilk deney, M.Ö. 4. binyıl sonlarında terk edilmiş ve en az 1.500 yıl boyunca bir sosyal örgütlenme modeli olarak tekrar gündeme gelmemişti. Bunun yerine, bölgedeki minik yerleşimlerin sayısında gözlenen artış, topluluk örgütlenmesinde önemli bir dönüşümün işaretidir. Yerleşimlerin sık sık terk edilmesi ve mekânsal hiyerarşilerin yokluğu, sonraki bin yıllarda yerleşim düzenini karakterize etmekle; merkezileşme eğilimlerine karşı düzenli olarak başvurulan bir kültürel repertuarın parçasıdır. Özetle, insanlar, devletin ilkel formlarının kendini gösterdiği yerlerden hızla uzaklaşıyorlardı.
Bütün kaçış yollarının kesildiği senaryoda ise iç savaş kaçınılmazdır. Hobbes’un perspektifinden, iç savaş devletli toplumların Doğa Durumu’dur. El Salvador iç savaşının (1979-92) halkta yol açtığı bilişsel ve davranışsal değişiklikleri analiz eden siyaset bilimci J. Samayoa (1987), bu değişikliklerin dört önemli insanî yetenekte zayıflamaya yol açtığını saptadı: (a) Berrak düşünme, (b) samimi iletişim kurma, (c) ötekinin acısına duyarlılık ve (d) umutlu olma. İç savaş koşulları, toplumu topyekûn bir “insanlıktan çıkma” (dehumanizasyon) sürecine taşımıştı.
SONUÇ
Hobbes’un korkunun siyasal alandaki rolüne yaptığı vurgu ve iç savaş koşullarının yol açtığı insanî yetenek kaybına ilişkin bulgular birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’de post-modern bir iç savaş yaşandığını söylemek mümkündür. Bu savaş, Türkiye toplumunu yoksulluğun da ötesinde “yoksullaştırılmış” bir toplum haline getirdi. Dahası, bu toplum sadece bölünmüş değil, aynı zamanda şiddetle parçalanmış bir toplumdur. Bu koşullarda, yoksul çoğunluğun temel ihtiyaçlarının karşılanmasını istemek, ayrımcı bir sistemin temellerine saldırdığı için başlı başına “yıkıcı” bir taleptir.
Buna karşılık, özellikle ekonomik kaynakların yağmacı bir anlayışla yönetilmesi, yüksek siyasal pozisyonların ayrıcalıklar dağıtmak için fırsat olarak görüldüğü Türk kültürel deneyimleri ile tutarlıdır. İslam ganimet hukuku ve antik Roma’nın “vae victis” (veyl mağluplara) ilkesiyle uyumludur. Böyle bir siyasal ekolojide, çoğunluğa yönelik “bunu hak ettiniz; beter olun” mealindeki suçlamalar eleştirel değerden yoksundur. Hak ettiğimiz için değil, karşı koymadığımız için bu sonuca yazgılı hale geldik.
