Görüşler

Milada Horâkovâ

Milada Horâkovâ

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, Netflix'de ekrana gelen ve Milada Horáková'nın hayatına odaklanan yapım üzerinden değerlendirmede tarihin sayfalarına mercek tutuyor.

Netflix’teki Çekya yapımı Milada filmini seyrettiniz mi? David Mrnka’nın 2017 yapımı filmini ‘fazla yumuşak’ bulmama karşın, yine de tavsiye ederim. Çünkü, herkesin Milada Horáková’yı oynayan İsrailli Ayelet Zurer’in mermerden yontulmuş gibi ifâdesiz bir şekilde beyaz perdeye yayılan yüzüne bayılacağından eminim. Aslında Zurer’i Steven Spielberg’in 2005 yapımı Münih filminden anımsıyoruz. Münih’te Mossad’ın intikam timinden Avner’in karısı Daphna’yı canlandırıyordu. Onun Milada filmindeki performansınıysa Horáková’nın cesaretine ve her türden zorbalığa boyun eğmezliğine çok yakın buldum.

Horáková için 7 Haziran 1948 gününe dönmek sanırım en doğru yöntem. Çünkü, o gün, Edvard Beneš ‘istifa’ edip yerine Klement Gottwald geçmişti. Bu ‘istifa’ sonucunda, Çekoslavakya Komünist Partisi (KSČ), ülke genelinde seçmen nüfusun çoğunluğunu temsil etmemesine karşın, devletin ideolojik ve baskı aygıtlarına bütünüyle hâkim olmuştu. 20’nci yüzyılın en kirli birkaç isminden biri olan Pavel Sudoplatov’un anılarıysa, bu olayın perde arkasına ışık tutuyor. Sudoplatov’un yazdığına göre, Beneš’in istifaya zorlanması talimatını Molotov vermiş. Bu talimatın üzerine Sudoplatov sivil giysili dört yüz kadar özel harekâtçıyla birlikte Prag’a hareket etmiş. Özel harekâtçılar Prag dışındaki bir askerî hava üssünde beklerlerken, Sudoplatov, Bolşevik gizli polisinin işkencelerinden geçmiş Pyotr Zubov’u yanına alarak Beneš’e gider. Adamı görüşmede nasıl korkuttularsa, hemen bir ‘istifa’ sağlanır (Özel Görevler, s.261, 2015).

Stalin zaafları olan adamları bir yerlere getirip onları kullanmayı pek severdi. Gottwald’ın zaafıysa alkoldü. Uyanır uyanmaz içmeye başlıyordu. Molotov anılarında onun için ‘çok önemli bir rol oynamadı’ tesbitinde bulunuyor ( Molotov Anlatıyor, s.141, 2010). Haklıydı, çünkü o sızmışken işini Ruslar’ın yaptığı biliniyor. Bu bağlamda, yazılanlardan farklı olarak söylüyorum, KSČ’yi de üçe ayırmamız gerekiyor. Gottwald ve ekibi elbette Stalin’in kuklasıydılar, buna karşın onların amirleri Çekoslavakya’da görevli olan Rus gizli polisleriydi. Partideki komünistlerin çoğunluğunuysa İspanya İç Savaşı’na ve Nazilere karşı mukavemete katılmış ‘mayaları anarşist olan eylemciler’ teşkil ediyordu. Bunların ‘lejyonerlerin orduya düşkünlüğüne benzer devrimci duyguları vardı’ ve bu da Stalin’i hayli tedirgin ediyordu. Fakat ‘eski gerillalar’ 1948 yılında KSČ için ikinci dereceden bir tehlikeydi. Çünkü, Çekoslavakya, iki savaş arasında parlamenter demokrasiyi kurumsallaştırmıştı, dünyanın en büyük endüstri ülkelerinden biriydi ve nüfusunun büyük çoğunluğuysa politikleşmişti. Bu nedenle ‘eski gerilla’ takımından önce toplumda çok daha etkili olan sağdan ve soldan parlamenter demokrasiyi savunanlar ortadan kaldırılmalıydı.

Gottwald’ı sadece ‘Moskova’nın kuklası’ ve ‘alkolik’ yorumlarıyla küçümseyip geçiştirmek beni hep rahatsız etmiştir. Aslında rûhuna Stalin kaçmış zorbanın biriydi. Çünkü, yıllar önce, Moskova’ya Bolşeviklerden muhaliflerin kafalarının nasıl kopartılacağını öğrenmek için gidip geldiğini söyleyen oydu. Yaşamı boyunca da herkesi ‘kafasını kopartmakla’ tehdit etti. Beneš’in koltuğuna oturur oturmazsa, demokratların ve partisiz solcuların tasfiyesini başlatıp, onların tutuklanmalarını ülke çapında bir tehdite dönüştürdü. 1950 yılının 31 Mayıs’ı ile 8 Haziran’ı arasında Prag’da görülen ‘Milada Horáková Davası’ bu tehditin kuşkusuz en fazla bilinenidir. ‘Dava’, her zaman Bolşeviklerin mükemmelleştirdiği bir yalan ve bir delilik türü olmuştu. Bu yüzden de ‘Milada Horáková Davası’ Rus danışmanlara hazırlattırıldı. Milada Horáková kadın hakları savunucusu demokrat bir hukukçuydu, Nazilere karşı mukavemete katılmıştı ve yakalanınca önce Terezin toplama kampında, ardındansa çeşitli hapishanelerde beş yıl yatmıştı. Naziler de ona işkence yaptı ama, Nazilerin işkenceleri Bolşeviklerin işkencelerinin yanında devede kulak kalacaktı. Horáková gibi hem Nazilerin hem de Bolşeviklerin işkencelerini yaşamış olan Macar direnişçi Nyeste, ‘Eğer Naziler sizi siyâsî suçlu olarak tutuklarlarsa, genellikle sizin faaliyetlerinizi, arkadaşlarınızı ve planlarınızı öğrenmek ister. Oysa, Bolşevikler bunlarla hiç ilgilenmezler. Çünkü, sizi tutuklarlarken, nasıl bir itirafnâmenin altını imzalayacağınızı, siz bilmiyorsanız da, onlar iyi biliyordur,’ demişti (Komünizmin Kara Kitabı, s.521, 2000). Haklıydı, itiraf tutanağı zaten baştan hazırlanmıştır ama onu imzalattırılmadan önce de aylar hatta yıllar boyunca tutuklananlara işkence yapmak, onların bütün kemiklerinizi kırmak âdettendi. Oysa, Bolşevik zorbalığının Marx’ın ve Engels’in düşüncesiyle en ufak bir ilgisi yoktu; çünkü, Lenin, Troçki ve Stalin Marx’ın ve Engels’in düşüncelerinin aksine bir ‘polis rejimi’ inşâ etmişlerdir. Lenin rejimlerini ‘İyi bir komünist iyi bir Çekacı’dır’ diye ifâde ederken, Maksim Gorki de 1922 yılında Rusya’da yaşanan her türden zorbalığının doğasında Rusluk bulunduğunu yazmıştı.’Sizce kim daha gaddar? Beyazlar mı Kızıllar mı? Bana sorarsanız, ikisi de aynı ölçüde gaddar derim. Çünkü, ikisi de Rus’ (Komünizmin Kara Kitabı, s.976, 2000). Bu yüzden Lenin’i ve Troçki’yi sertlikte Stalin’den ayırmaya kalkışmamalı. Lenin’in Stalin’den çok daha sert biri olduğunu ve bu nedenle Politbüro’da hiç dostunun bulunmadığını Feliks Çuyev’in yaptığı söyleşide Molotov belirtmişti (Molotov Anlatıyor, s.200 ve 209, 2010). Çeka’nın ve GULAG’ın fikir babası Lenin’dir. 1918 yılında ‘Hemen kitlesel şiddete başlamamız gerekiyor. Bizden olmayanları ya kurşuna dizmeliyiz ya da sürgüne göndermeliyiz’ diye yazdı. Aynı yılın Mart ayında 600 kadar olan gizli polis sayısı Temmuz ayında iki bini aşmıştı. Buna karşın İçişleri Halk Komiserliği’nin ülke genelinde çalıştırdığı memur sayısıysa sadece 400 kadardı. Yani, Lenin’in talimatlarıyla aslında bir ‘sosyalist devlet’ değil, bir ‘polis devleti’ kurulmuştu. O günden sonra ‘sosyalizm’ diye yutturulan da ‘polis rejimi’ oldu. Çekoslavakya’daki Bolşevik ‘danışmanlar’ Milada Horáková ve arkadaşlarına Bolşevik tarzı ağır işkenceler yaptılar. Sonunda davada on üç kişi mahkûm edildi. İçlerinden dört kişiye idam, dört kişiye müebbet hapis, beş kişiye de on beş yıl ile yirmi sekiz yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. Horáková ile birlikte idam cezasına çarptırılan Záviš Kalandra partiden ‘Troçkist’ olduğu gerekçesiyle ihraç edilmiş komünist asıllı tarihçi, tiyatro eleştirmeni ve edebiyat kuramcısıydı. O da 1939 ile 1945 arasında Nazi toplama kamplarında kalmıştı. Hukukçu Oldřich Pecl’in mahkûmiyetinde burjuva olması kadar, ikinci eşinin Yugoslav diplomat Ankica Miličová’nın kız kardeşi olmasının da etkisinin bulunduğu söyleniyor. Jan Puchal ise Ulusal Güvenlik Birliği’nde (SNB) çalışırken yerel komünistlerin baskısıyla 1947 yılında emekliye sevk edilmiş biriydi.

Milada Horáková kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek ‘vatan haini’ ve ‘casus’ suçlamalarıyla 27 Haziran 1950 günü Pankrác Hapishanesi’nde idam edildi. Davanın kadın savcısı Ludmila Brožová-Polednová’nın infaz sırasında cellada ‘Bu o…..nun sakın boynunu kırma, onu yavaş yavaş boğ, o şekilde gebersin!’ dediği söyleniyor. Karel Bartosek, ‘Bu dava, sadece komünist Avrupa’daki değil, tüm Avrupa’daki politik baskı sisteminde önemli bir aşamaydı; bir kadın asılmıştı, 1939’dan beri direnişe geçen son derece cesur bir kadın. Naziler tarafından beş yıl boyunca hapsedilmiş olan bu demokrat kadın hiçbir zaman komünist diktatörlüğe karşı silâha sarılmayı düşünmemişti’ yorumunu yapar (Komünizmin Kara Kitabı, s.518, 2000). Savcı Ludmila Brožová-Polednová’ya bir şey olmadı, Berlin Duvarı yıkılınca yargılandı ama ‘Ben görevimi yaptım’ deyip işin içinden çıktı. Altı yıllık cezası ise yaşı ve sağlık sorunları dikkate alınarak Václav Klaus tarafından affedildi. 2015 yılında 93 yaşındayken de hayata gözlerini yumdu.

‘Milada Horáková Davası’ ile parlamenter demokrasiyi savunan muhalefet sindirildikten sonra, sıra komünistler arasındaki tasfiyeye gelir. 1951 yılında İspanya İç Savaşı’na ve Nazilere karşı mukavemete katılmış mayaları anarşist olan eski eylemci komünist münevverler bir bir tutuklanmaya başlanır. Arthur London ise, ‘Aslında bu bir tutuklama değil de, bir adam kaçırmaydı’ diyor. (İtiraf, s.24, 1970) Sanırım tanımlamada Arthur London haklı. Eski tüfekler, Pankrác Hapishanesi’ne getirildiklerinden sonra gün yüzü görmezler, hep geceyi yaşarlar. İşkenceden bayılıp yaşadıklarını anımsamamalarıysa onlar açısından en şanslı saatleri olur. Cesur biriyseniz Arthur London’ın anılarını mutlaka okuyun, 1970 yılında Mithat Perin’in çevirisiyle Milliyet Yayınları’nca basılmıştı. Bu kitabı Jorge Semprun senaryolaştırmış ve Costa-Gavras da L’aveu ismiyle filme çekmişti. Yves Montand’ın Arthur London performansı nefes kesiciydi. Tasfiye davasının sonucunda on bir eski tüfek idam edilir, cesetleri yakılır, külleriniyse Prag yakınlarındaki tarlalara dökmek üzere bir patates çuvalına koyup, Tatra otomobile yüklerler. Otomobilde sürücünün dışında iki de devlet görevlisi vardır. Sürücü bu olayı sonradan hep gülerek anlatmıştır. Meğer, o güne kadar Tatra’da üçü sağ on biri çuvalda olmak üzere toplamda on dört kişiyi ilk defa taşımış (İtiraf, s.411, 1970). Bugün London’ın arkadaşlarının küllerinin nereye döküldüklerini bilmemize karşın, Milada Horáková’nın ve arkadaşlarının küllerinin nereye döküldüğünü maalesef hâlâ bilmiyoruz.

Merâklısı için küçük bir not: Milada Horáková’nın tutuklanması üzerine eşi Bohuslav Horák 1933 doğumlu kızları Jana’yı Milada’nın kız kardeşi Věra’ya bırakmak zorunda kalıp, Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçmıştı. Baba kız çok uzun yıllar sonra ancak Amerika’da buluşabilmişlerdi…

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir