Türkiye'de yoksulluk artık sadece gelirle açıklanamaz. Engellilik, işsizlik, bağımlılık, istismar... Bunların hepsi yoksulluğun başka yüzleridir. Sadece bireysel bir deneyimle açıklanamaz; kuşaktan kuşağa geçen bir hale dönüşür.
1972 yılında bu dünyaya geldiğimde, Türkiye henüz kentleşme sancılarını atlatamamıştı. Kırsal yaşam, geleneksel dayanışma ile yoksulluk arasında gidip gelen bir dengeye sıkışmıştı. Elektrik bizim köye henüz ulaşmamıştı. Ancak ben ilkokul ikinci sınıfa geçtiğim yıl, elektriğin ışığı evimize geldi. O zamana kadar gaz lambasıyla aydınlanan bir odada, üç kardeş aynı lambanın etrafına toplanarak ödev yapardık. En iyi ışık alan yeri ablam bana bırakırdı. Bu sahneler sadece geçmişten kalma birer nostalji değil; Türkiye’de yoksulluğun ne kadar sıradan, ne kadar gündelik ve ne kadar içselleştirilmiş olduğunu anlatan manzaralardı.
Bir kamyon şoförünün oğluyum. Tek göz odalı bir evde, yedi kardeşin arasında büyüdüm. Erkek olmamın sağladığı ayrıcalıkları fark ediyordum ama bu ayrıcalığın mahcubiyetini de hep içimde taşıdım. Annemin şu cümlesi, zihnime kazınmış en derin sözlerden biridir:
“Bir fındığın içini yediye bölerek büyüttüm sizi. Daha ne istiyorsunuz?”
Fındık, bizim coğrafyada bereketin simgesidir. Ama bizde kimi zaman kıtlığın adıydı. O söz, yoksulluğun ne kadar somut, ne kadar bölünebilir ve paylaşılabilir bir gerçeklik olduğunu gösteriyordu. Bu sadece bizim evin değil, memleketin halidir.
Bugün o çocuk büyüdü. Sosyal politika alanında çalışıyorum. Yoksulluğu sadece yaşamadım; üzerine düşündüm, araştırdım, yazdım. Çözüm üretmeye çalıştım. Ama kaderin tuhaf bir cilvesiyle, şimdi bu satırları Silivri Cezaevi’nde yazıyorum. Televizyonda izlediğim bir haberde, Eurostat’ın 2024 verilerine göre Türkiye’de yoksulluk riski oranı %22,6 olarak açıklandı. Bu skorla Avrupa’da ilk sıralardayız.
Bu oran benim için sadece bir veri değil; yaşanmışlığımın güncel teyididir.
Türkiye’de yoksulluk artık sadece gelirle açıklanamaz. Engellilik, işsizlik, bağımlılık, istismar… Bunların hepsi yoksulluğun başka yüzleridir. Sadece bireysel bir deneyimle açıklanamaz; kuşaktan kuşağa geçen bir hale dönüşür. Yoksulluk, babadan oğula, anneden kıza aktarılan bir mirasa dönüşmüştür. Bu yüzden biz artık bu durumu “çok boyutlu yoksulluk” olarak tanımlıyoruz. Bu, ekonomik olduğu kadar sosyal, kültürel ve ruhsal bir meseledir.
İşte tam da bu nedenle devletin bu sorunla mücadele etmesi kolay değil. Çünkü hâlâ tüm bu yoksulluk ve yoksunluk halleri geçici bir durum gibi algılanıyor. Çözüm olarak da çoğu zaman kömür, makarna gibi sembolik yardımlar sunuluyor. Oysa yoksulluk geçici değil; kalıcı, karmaşık ve derin bir yaradır. Çözümü de ancak insan onurunu esas alan, uzun vadeli ve bütüncül politikalarla mümkün olabilir.
Fakat ortada büyük bir çelişki var:
Dünyanın en verimli topraklarında yaşayan bir halkın, beşte birinden fazlası yoksulluk riski altında.
Bu nasıl açıklanabilir?
Ben şöyle düşünüyorum:
Türkiye’de sermaye birikimi sadece ekonomik değil, toplumsal olarak da başarısız olmuştur. Biz, çocuklarımıza varlık değil, yokluk devreder hale geldik.
Ve muhtemelen en can alıcı cümle şu:
“Babanızdan daha eğitimli olabilirsiniz. Ama çocuklarınız sizden daha yoksul olacak.”
Bu cümle, yükselen değil, düşen bir kuşak hareketliliğini anlatıyor. Sosyal adaletin değil, sosyal adaletsizliğin sürdürülebilir hale geldiğini gösteriyor.
Sonuç olarak şunu çok net biliyorum:
Türkiye’de yoksulluk bir istatistik değil; hayatın ta kendisi. Çocuklarını bir fındığın içini bölerek büyüten, kadınların sessizce açlığı yönettiği, erkek çocukların ayrıcalıkla büyüyüp mahcubiyetle yaşadığı bir hayat. Ve devletin hâlâ yoksulluğu geçici sandığı bir düzen.
İster çay-simit hesabı yapın, ister sosyal yardım bütçelerini artırın…
Eğer miras olarak yoksulluk devralınmışsa, çözüm de miras gibi, nesiller boyu sürecek bir kararlılık ister.
Aksi halde, yoksula düşen tek miras yine yoksulluğun kendisi olur.
*Yavuz Saltık, eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Muhtarlık İşleri Daire Başkanı.
