Misyoner okullarında vaftiz edilen pagan öğrenciler, aldıkları Batılı eğitimin etkisiyle beyazlara karşı eleştirel tutumlar geliştirirken Kur’an okullarındaki öğrenciler, itaati ve geleneksel otorite kaynaklarını içselleştirmiş olarak yetişiyorlardı.
İngiliz “Himaye” (Protectorate) sisteminin nispeten kolay tesis edildiği ülkelerin, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler olması tesadüf değildir. Siyasi otoritenin kendisinde toplandığı bir Emir ve tahsildarların, mahkemelerin ve diğer devlet kurumlarının varlığı, 19. yüzyılda özellikle Siyah Afrika’daki Müslüman halkları karakterize etmektedir.
Afrika’nın siyahi halkları arasında yayılan İslam, antropolog M. Perham’ın tespitiyle, bölgeye “birleştirici ve yerleşik bir kültür” getirmişti. Nijerya’nın ilk genel valisi Sir Frederick Lugard, Müslüman Hausa toplumunda oldukça merkezileşmiş bir yönetim biçiminin ve vergilendirme sisteminin varlığını teyit etmektedir. Dahası, Lugard, İslam’ın “inkâr edilemez bir şekilde medenileştirici bir etkisinin olduğu, pagan batıl inançları ve barbar uygulamaların kaba biçimlerini ortadan kaldırdığı” görüşündeydi.
Keza, Nijerya’da görev yapan İngiliz sömürge subayı ve tarihçi Mockler-Ferryman, “Afrika söz konusu olduğunda İslam, yerlilerin refahı için sefil putperestlik durumundan kesinlikle daha iyidir” demektedir. Antropolog E. Clodd ise İsa peygamberin “bize karşı olmayan bizdendir” (Markos, 9: 40) sözüne atıfla Siyahilerin Müslüman olmasına üzülmemek gerektiği görüşündedir: “Onların köle tacirliğinden sık sık yararlanma fırsatımız oldu. Ancak medeniyet ölçeğinde bir Müslümanın pagandan çok daha üstün olduğunu inkâr etmek mümkün değil.” Fransız sömürge subayı ve kâşif Parfait-Louis Monteil de İslam’ın putperestliğe göre avantajlarını sayarken Müslümanların alışkanlıklarının sağlığa faydalı olduğunu, sürekli sarhoş olmadıklarını, insan kurban etmediklerini ve diğer barbarca geleneklerin bulunmadığını belirtir.
Sömürgecilerin İslam’a ve Müslümanlara yönelik övgü yarışı bu minvalde devam eder. Övgüler, aynı zamanda Müslümanları onlar için tercihe şayan kılan özelliklerin bir listesini vermektedir. Her şeyden önce, Müminler müşriklere nazaran daha medeni ve “devletli” topluluklardır. Varlığı ima edilen önemli bir özellik, Müslüman toplumların “değişime karşı” yapılanmış olmasıdır. İslam, toplumsal yaşamda radikal değişiklikler öngörmediği gibi, aile ya da toplumsal otoriteyi de zayıflatmıyordu. Müslümanlar çocukluktan itibaren otorite sembollerine aşinaydı. wMisyoner okullarında vaftiz edilen pagan öğrenciler, aldıkları Batılı eğitimin etkisiyle beyazlara karşı eleştirel tutumlar geliştirirken Kur’an okullarındaki öğrenciler, itaati ve geleneksel otorite kaynaklarını içselleştirmiş olarak yetişiyorlardı.
Bu siyasal ekolojinin, genel vali Lugard’a -himaye sisteminin nazik bir ifadesi olan- “Dolaylı Yönetim” modelini ilham etmesi anlamlıdır. Mevcut siyasal yapıları, sömürgen talepleri karşılayacak biçimde İngiliz siyasal yapılarına entegre eden model, Müslümanların kurumsallaşmış “ülü’l-emre itaat” ilkesinden güç alıyordu. Başta bulunan yerel Emir, halkın koşulsuz itaatini hazır bulmakla, vergi tahsili, ordu kuruluşu, adalet dağıtımı gibi işleri yüksek maliyetlere katlanmadan yönetebiliyordu. Dolayısıyla, sömürgenler için Emirleri bir “Himaye” anlaşması imzalamaya ikna etmek yeterliydi.
Nitekim Sir Lugard, mevcut hükümet mekanizmasını koruyarak, Kuzey Nijerya’daki Sokoto Hilafeti’ne bağlı Emirlikleri 1 Ocak 1900 günü resmen himaye altına aldı. Bölgede İslam hukuku (kölelik hariç) uygulanacaktı. Yasaklanan köle ticaretinden dolayı önemli bir gelir kaynağından mahrum kalan Emirlerin kaybı yüksek maaşlarla telafi edildi ve çok eşli yaşamalarına izin verildi. Misyonerlerin bölgeye girişi ve okul açması yasaklandı. Birkaç yıl içinde Kuzey Nijerya, sadece Müslüman halkın değil, aynı zamanda İngiliz hükümetinin ajanları haline gelen yerli yöneticilerin de tam işbirliği altında “son derece müreffeh” bir himaye bölgesine dönüştürüldü. O kadar ki bölgedeki Hausa Polis Teşkilatı neredeyse tamamen yerli Müslümanlardan oluşuyordu. Mockler-Ferryman, “Britanya İmparatorluğu’nda bu kadar sadık bir topluluk az bulunur” demektedir.
Girişimin gurur verici başarısı, İngiliz hükümetini, dolaylı yönetimi Nijerya’nın güneyinde de hayata geçirmeye teşvik etti. Ancak bir “sorun” vardı: Güneydeki halklar, Hristiyanlığa yeni geçmiş küçük bir azınlık hariç putperestti. Özellikle İgbo (İbo) halkı, Müslümanlar gibi itaatkâr değildi. Dahası, İgbolar dolaylı yönetimi destekleyecek bir kültürden ve otorite figürlerinden “yoksun” görünüyordu. Sosyal örgütlenmesi babasoylu klanlara dayanan İgbo grupları arasında vergilendirmenin hiçbir formu mevcut değildi. Her köyde, sınırlı sayıdaki yönetsel işlevleri ifa eden bir yaşlılar konseyi vardı. Buna karşılık bireysel liderlik görülmemiş bir şeydi. Otorite dağınık, liderlik akışkan ve gayri resmi, cinsiyetler arası güç dengesi az çok istikrarlı, hiyerarşi toleransı düşüktü. Özetle, Müslümanların aksine, müşrik İgbolar arasında İngiliz kraliçesinin selamını alacak bir kral ya da şef yoktu.
Sömürge idaresi, bu yokluğu yerli işbirlikçiler arasından şefler atayarak telafi etmeye çalışsa da uygulama tam bir fiyasko oldu. Yerel düzeyde yasama, yürütme ve yargı yetkisi tanınan bu şeflerin geleneksel anlamda hiçbir otoritesi yoktu; güçlerini ellerindeki Kraliyet fermanından alıyorlardı. Halk onlara ve arkadaki İngilizlere karşı direnişe geçti. İtaat yokluğu, sömürgenlerle İgbolar arasındaki karşılaşmalara şiddetli ve kanlı sahneler ekledi. Sadece 1902-1914 arasında, sömürge karşıtı İgbo direnişini Afrika’daki en inatçı direniş olarak kayıtlara geçiren büyük çaplı 21 askeri harekât düzenlendi. Direnişe moral anlamda güç veren pagan tapınakları yıkıldı. Köyler yakılıp on binlerce İgbo erkeği öldürüldü. 1920’lere gelindiğinde bölgenin fethi yeni tamamlanmıştı.
1929 yılının Kasım ve Aralık aylarında, bu defa İgbo kadınlarının başlattığı “savaş” boyutlarındaki protesto gösterileri, İngiliz fütuhatının yüzeysel olduğunu gösterdi. Hükümetin, geleneksel olarak kadınların mülkiyetindeki evcil hayvanlardan vergi alma planı duyulduğunda kadınlar sokağa döküldü. Sayıları kısa sürede otuz bine yaklaşan kadınlar, atanmış şeflerin evlerini, yerel mahkeme binalarını ve Avrupalılara ait mağaza ve fabrikaları ateşe verdiler; sayım memurlarını dövüp defterlerini yırttılar. 10 Ocak 1930 günü tümüyle bastırılan isyan boyunca sömürge idaresi tarafından atanmış çok sayıda şef istifa etmek zorunda kaldı. Aba kenti çevresinde yoğunlaşan gösterilerde, bazı tahminlere göre beş yüzün üzerinde İgbo kadını öldürüldü. Bundan daha fazlası, kuzeyden sevk edilen Müslüman Hausa askerlerinin şiddet ve tecavüzüne uğradı.
Sonuçta, olaylardan ders almış görünen sömürge idaresi, kadınları vergilendirme planını geri çekerken atanmış şefler yerine geleneksel köy konseylerini dolaylı yönetime dâhil etmek zorunda kaldı. Yerel mahkemelerde kadın üyelere de yer verdi. Sömürge idaresinin ve emperyal tarih yazıcılığının “Aba İsyanları” adıyla kaydettiği olaylar, Batı Afrika halklarının toplumsal hafızasına “Kadınlar Savaşı” (Ogu Umunwaanyi) olarak kazındı. Batı’nın ağırbaşlı kadın tasavvuruna meydan okuyan İgbo kadınlarının savaşı, Afrika’daki ulusal bağımsızlık hareketlerinin yolunu aydınlattı.
İngiliz hükümetinin, Müslüman kuzeyde olumlu sonuçlar veren bir uygulamanın pagan güneyde de başarılı olacağını umması kuşkusuz stratejik bir yanılsamaydı. Müşrik İgbo halkı, kendilerine itaat telkin eden bir teolojiden “yoksun” bulunmakla, öznesi ya da bileşeni olmadığı otorite yapıları karşısında adeta kendiliğinden muhalif ya da isyankâr konumuna düşüyordu.
Buna karşılık, isyan ya da muhalefet, Müslümanlar arasında hoş karşılanmayan ve “fitne” ile eşdeğer görülen bir şeydi. İktidar sahiplerinin icraatlarından ziyade müminlerin günlük yaşamının ayrıntılarına odaklanan Şeriat, etkili bir muhalefet için çok sınırlı bir alan bırakmıştı. Erken dönemde, Haricîler, Karmatîler, İsmailîler (Haşhaşî) ve Zenc İsyanı’nı (869-883) başlatan köleler gibi “sapkın” gruplar dışında bu sınırın zorlanmamış olması anlamlıdır. Egemen İslam anlayışıyla çelişkili görülen bir muhalefete izin yoktur.
Esasen, Arapça “h-l-f” kökünden türeyen “muhalif” sözcüğü bile “ardından gelen, öndekini takip eden” anlamına gelmekle, itaat ve uyum lüzumunu ima eder. Münafıklar ve kâfirler dururken eleştiri oklarını ümmetin liderine yöneltmek caiz değildir. Kamusal normları ayakta tutmanın en etkili yolu, sükût etmek ve ayıpları örtmektir. “Kral çıplak” diye bağırmak bir Müslümana yakışmaz.
Sadece din değil dil bile aleyhine olduğuna göre, muhalif bir Müslüman baskıcı rejimler karşısında nasıl konumlanmalıdır?
Antropolog A. Heryanto’nun Endonezya toplumunda teşhis ettiği “aşırı itaatkârlık” (hyper-obedience) bir çözüm olabilir. Endonezya halkı, General Suharto’nun uzun diktatörlüğünde (1967-1998), “resmi makamların belirlediği sınırlar dâhilinde oyun, doğaçlama ve eğlence” potansiyelini değerlendirerek otoriter baskılarla baş etmenin bir yolunu bulmuşlardı. Java dilinin inceliklerinden yararlanıp kelime oyunları yapıyor; galibi önceden belli olan seçimleri yoğun katılım göstererek demokrasi şölenine çeviriyorlardı. Otoriter yönetim altında keyfi güç suiistimaline katlanmak zorunda kalan güçsüzler için bu tür uygulamalar makul ve zararsız görünmektedir.
Buna karşılık, “Militan Antropoloji” akımının öncülerinden N. Schepher-Hughes, çaresiz muhaliflere bir tür “aşırı taraftarlık” önerir. Meslektaşlarına şöyle seslenir:
“Kral yok, kraliçe yok, sadık muhalefet yok, ama saray isyanı da yok. Bunun yerine saray soytarısı olalım; o küçük, bazen alaycı, bazen ironik ama her zaman yaramaz, kenardan gelen ses olalım (ama bugün kralın ‘biraz az giyinmiş’ göründüğünü söylüyorum!). Hemen o beyaz ceketi çıkarıp asın ve soytarının beyaz yüzünü takın. Baştan çıkarılmayın; baştan çıkarıcı olun! Yıkılmayın; yıkıcı olun!”
Buradaki ironi açıktır. Alışılmışın dışında eylemler diktatörleri şaşırtabilir. Ancak yağmacı gündemlerini terk etmeye zorlamak için bundan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Ekonomik ve siyasal baskılar karşısında gösterdiğimiz metanet ve esnekliği örgütlü eylemlere kanalize edemezsek “lümpenleşme” ve “karnaval kültürü” galip gelecektir. Zor koşullarla baş etmeyi başaran kitleleri tebrik etmek değil, -siyasal anlamda- “tahrik” etmek gerekir. Etkili muhalefetin yolu budur.
* Muhsin Altun, araştırmacı yazar.
