Tarık Çelenk, sağ-muhafazakar kesimin neden kültürel hegemonya kuramadığını KARAR’a yazdı. Hilmi Ziya Ülken, Şerif Mardin ve Sezai Karakoç’un konuya ilişkin görüşlerini de aktaran Çelenk, Mümtaz Turhan üzerinden “Muhafazakâr sağ yüksek eğitim, kamusal merak üretmiyor, yenilik doğurmuyor, sadece siyasal meşruiyet arıyor” diyor.
Kültürel hegemonya meselesi, Türkiye’de sağ-muhafazakâr mahallenin bildim bileli en temel açmazlarından biridir. Bu sorun, kökenini ilk batılılaşma hamlelerine verilen tepkiye dayanır. Sağ cenahta hâkim tez şudur: Osmanlı devleti eski kudretini kaybedip zayıflayınca Tanzimat, Islahat ve İttihat reformlarıyla toparlanmak istendi; fakat bu reformlar devleti güçlendirmek bir yana, yıkılış sürecini hızlandırdı. Cumhuriyet döneminde de aynı çizgi sürdü; çünkü yapılan her reform, İslam’dan uzaklaşma ve Batılı değerlerin taklidi olarak görüldü. Bu bakışa göre, Osmanlı’nın çöküşü “İslam’dan uzaklaşmanın” sonucuydu; Cumhuriyet eliti de aynı yolu izlediği için hem Türkiye hem İslam dünyası henüz toparlanamadı.
Bu nedenle Atatürk devrimleri, muhafazakâr bilinçte II. Mahmut’un “gavur padişah” yakıştırmasıyla simgeleşen reformlarının devamı olarak algılandı. Anadolu’nun tanınmış aileleri uzun süre çocuklarını “gavur olur” korkusuyla modern okullara göndermedi; “merdiven altı ilim” denilen medrese temelli eğitimlere yöneldiler. Zamanla bu direnç kırıldı; fakat yine de sosyal bilimler ve özellikle felsefe, psikoloji, arkeoloji ve modern eleştirel düşünce hep tereddütle karşılandı. “İtikadı zedeler” kaygısı, merak ve zihinsel esnekliğin önünü kesti.
ÜLKEN VE MARDİN’İN TESPİT ETTİĞİ METODOLOJİ SORUNU
İşte tam bu noktada Hilmi Ziya Ülken ve Şerif Mardin’in analizleri, meselenin fikrî ve sosyolojik boyutunu aydınlatır. Her iki düşünür de Osmanlı-Türk geleneğinde bilginin çoğu zaman “nakil” üzerinden taşındığını; sorgulama, eleştiri ve deney kültürünün kurumsallaşmadığını söyler. Bilgi aktarıldı ama yeniden üretilmedi. Felsefe bir okul kuramadı; sosyal bilim bir zihniyet haline gelemedi. Bu durum sadece modern Batı düşüncesine mesafe koyan muhafazakâr kesim için değil, eleştirel akademik yapılar kurmaya çalışan seküler modernleşme için de yapısal bir eksikliktir. Dolayısıyla sağ mahalledeki metodoloji yoksunluğu, tarihsel olarak geniş bir zihniyet probleminden miras alındı.
Kentle temas eden muhafazakâr çevrelerin önemli bir kısmı bu kez devlet memurluğuna yöneldi. İskenderpaşa ve Nurcu çevreler “devlette kadro olmak” idealini öne çıkardı. Mühendislik ve hukuk gözde alanlardı; çünkü “devlete yerleşmek” sistem içinde var olmanın en güvenli yoluydu. Ancak temel algı şuydu: Devletin kritik kadroları milletin evlatlarına değil, “Balkan kökenli elitlere, beyaz Türklere, masonlara veya dönmelere” aitti. Bu bir “kaht-ı rical”, yani “adam kıtlığı” durumuydu. Dolayısıyla kültürel özgüven kaybı, siyaseti hep bir “ele geçirme” projesine dönüştürdü.
MİLLİYETÇİ-İSLAMCI DAMAR VE İKTİDAR ARZUSU
Osmanlı’dan Meşrutiyet devrimlerinden devralınan milliyetçi-İslamcı çizgi, modernleşme ile paralel fakat ona tepkisel bir güzergâh izledi. 68 Kuşağı Ülkücülük ve Milli Mücadeleciler daha ideolojik kadro hareketleriydi; Milli Görüş ise MSP çatısı altında Anadolu sermayesini ve esnafını siyasallaştıran kitlesel bir akım oldu. Sağ’ın neredeyse bütün fraksiyonlarının 1960 ve 70’lerde hayal gibi görünen “devlet kadrolarını ele geçirmek” hedefi bugün gerçekleşmiş durumda. Siyasal ve ekonomik iktidar sağ-muhafazakâr blokta toplanmış görünüyor.
Fakat tüm bu kazanımlara rağmen hâlâ çözülmeyen temel mesele var: Kültürel iktidar üretilememesi. Siyasal ve ekonomik mutlak güce karşın kültürel iktidarın olmaması, ironik biçimde, yeraltı zenginliklerine sahip İslam ülkelerinin yer üstü siyasetinde dünyanın en geri ülkeleri olmasını andırır. Başka bir ironi ise görgü alanındadır: Siyasal ve ekonomik olarak güçlenen kitle, kültürel ve estetik açıdan güçlenememiştir. Bu da kültürel iktidarsızlığın başka bir göstergesidir.
HEGEMONYA, ZORLA DEĞİL RIZAYLA KURULUR
Kültürel iktidar, sadece güç sahibi olmak değil; ötekinin rızasını kazanabilecek nitelikli bir fikrî hegemonya kurmaktır. Gramsci’nin ifadesiyle iktidarın kalıcılığı, baskıdan değil, fikrî meşruiyetten doğar. Eğer gerçekten kültürel iktidar olsaydı, devlet kanallarındaki iddialı tarih dizileri yalnızca Anadolu taşrasında değil; ülkenin eğitimli, seküler orta sınıfında da heyecan uyandırırdı. Kutuplaştırma yerine ortak bir estetik, ortak bir adalet duygusu ve ortak bir toplumsal hayal kurabilirdik. Bir seküler deist, bir tarikat mensubuna “emanet ehli” diye güvenebilirdi; bir muhafazakâr, bir Boğaziçi mezununun liyakatine itiraz etmezdi.
Ne yazık ki Halide Edip’in Demirci Efe diyaloğunu hatırlatan bir tabloyla karşı karşıyayız: İlim ve kültürle yönetilemeyen toplumların yöneticileri, otoriterliğe mecbur kalırlar. Bugün ülkede seçkin, nitelikli elit sınıf hâlâ büyük ölçüde seküler kesimdedir; eğitim, kültür ve entelektüel üretim hâlâ Robert, Galatasaray, Saint-Joseph, Boğaziçi gibi kurumların etrafında dönmektedir. Sağ mahallenin siyaseti ise bu kurumları geçecek “Ayasofyalar” karşısında yeni “Sultanahmetler” üretmek yerine, hâlâ bu kurumları devşirmeye gayret ile meşguldür. Gençliğimde, muhafazakâr çevrelerin 68 kuşağı Robert Kolej baskınlarını “kültürel fetih” saydıklarını hatırlıyorum. Fakat mekânı fethetmek, zihniyeti yenmek değildir.
Mümtaz Turhan’ın yıllar önce uyardığı problem tam budur: “Taklitçi modernleşme.” Turhan’a göre toplum ancak kendi kültürünü, bilimsel zihniyetle bağdaştırdığı zaman kalkınabilir (Kültür Değişmeleri). Aksi halde modern eğitim kurumları sadece sosyal tepki üretir. Nitekim bugün de öyledir; muhafazakâr sağ yüksek eğitim, kamusal merak üretmiyor, yenilik doğurmuyor, sadece siyasal meşruiyet arıyor.
NEDEN SAĞ’DAN FİKİR ÇIKMIYOR?
Son 15 yılda muhafazakâr camiadan nitelikli düşünce insanının, güçlü bir düşünür ya da sosyal bilimcinin çıkmaması da bu tablonun en net göstergesidir. Türkiye’de son yüz yılın etkili sağ aydınlarının çoğu Batı eğitiminden veya sol düşünce geleneğinden geçmiştir:
•Nurettin Topçu – Sorbonne
•Cemil Meriç – Antakya Fransız İdadisi
•Erol Güngör – Colorado
•Ahmet Davutoğlu – Boğaziçi Üniversitesi
Özellikle Topçu, Meriç ve Güngör’ün hem mahalleye sert eleştirileri hem de İslam medeniyetinin krizine dikkat çekmeleri tesadüf değildir. Çünkü nasıl düşüneceğini bilmeyen, metodoloji üretmeyen mahalle kültür üretemez; kültür üretemeyen yapılar iktidarda kalsa bile hegemonya kuramaz. Ayrıca köylülüğünü dönüştüremeden yanlışları ikaz edemeden birçok sağ aydın bu dünyadan göçtü. Bu insanlar iyi insanlardı ancak yarına hazırlanan gençler için model olamazlardı.
KARAKOÇ’UN UYARISI: İKTİDAR KOLAY, FİKİR ZOR
Sezai Karakoç’un 1993’te Ankara’da söylediği cümle bugün hâlâ çok öğreticidir: “Erbakan’ı anlamıyorum. Sürekli parti kuruyor, iktidar için acele ediyor. Oysa iktidarı elde etmek zor değil; zor olan iktidarı bir fikrin etrafında sürdürebilmektir. Acele etmeye gerek yok. Önce yıllarca fikir üretsinler. İktidar en kolayı.”
Bugün artık köylülük bir yer değil, bir tavırdır. Mesele köyde yaşamak değil; yeniye, ötekine, farklı olana nasıl baktığımızdır. Bir toplumun zihni meraksızsa, görgüsü şekilcidir; vizyonu yoksa, modernliği taklittir. Tam da bu nedenle kültürel iktidar, sadece tarihî referanslarla değil, zihniyet dönüşümüyle mümkündür.
Bugünün krizi tam da Karakoç’un işaret ettiği yerdedir: Siyasal hâkimiyet var, ekonomik güç var; fakat kültürel hegemonya hâlâ yok. Toplum kaygılı, mutsuz ve zihinsel olarak bölünmüş.
Mahalle devletleşti ama kültürleşemedi; iktidar büyüdü ama fikri olamadı; sanat, bilim, etik ve estetik üretim temsili kaldı. Mümtaz Turhan’ın dediği gibi, gerçek kalkınma zihniyet değişimidir.
“Köylülüğü” dönüştürmeden kültürel iktidar kurulamaz. Zihin açılmadan, merak doğmadan, görgü gelişmeden; ne sanat yeşerir, ne bilim büyür, ne de toplumsal güven oluşur.
