Görüşler

Siyasi vizyonda halkın yeri

Siyasi vizyonda halkın yeri

Şair, yazar Ali K. Metin “Popülist politikaların görece bir adalet duygusu oluşturuyor olması bizi yanlış sonuçlara götürmemeli” uyarısında bulunuyor.

Sosyo-ekonomik dünyaya olabildiğince total bir bakış açısıyla bakıldığında sorunların iç içe geçtiğini görmemek mümkün değil. Bunlar iç içe geçmekle kalmıyor, aynı zamanda birbirini besliyor ve üretiyor. Yoksulluk ve açlığı tüketim kültüründen, tüketimi üretimden, biraz daha genele doğru gittiğimizde bütün hepsini toplumsal ve siyasal iktidar yapılarından ayrıştıramayacağımızı görmek o kadar zor olmamalı. Toplumsal ve ekonomik sorunların doğrudan siyasal sistemin sonuçlarından biri olduğunu söylemeye gerek bile yok. Ancak siyasal çözümün en zor, en köklü çözümlerden biri olduğunu biliyoruz.

Siyaset kurumu çözümün en belirleyici aktörü olsa bile, bunu kendisinin de üzerine oturduğu sınıfsal-ekonomik zemini erozyona uğratacak bir yönsemeden geri durmaya genellikle teşne konumdadır. Toplumsal destek ve ideoloji, siyaset kurumunun sadece sınırlarını değil motivasyonunu da belirlemektedir. Siyasal kümelerin ekonomik kazanımlarını riske atacak düzeyde cesur ve “devrimci” politikalar, eğer arkasında toplumsal bir baskı yoksa siyasi aktörler açısından anlamsız hale gelmektedir.

SİYASETTE KAHRAMANLIK

Bu sebeple siyaset kurumu kendi ekonomi-politiğinden azade bir şekilde değerlendirilemez. Değerlendirilse bile bunların her daim eksik kaldığına dair bir dikkati kaybetmemek gerekir. Siyasette kahramanlığın mümkün olabileceğini göz ardı ediyor değilim. Ama kahramanlıklar bile toplumsal kültür ve ideolojiden bağımsız bir raddeye kolay kolay gelemez. O yüzden kahramanlıklar bir sonuçtur. Her kahraman, topluma bir ayna olarak baktığında kendisini orada görmek ister. Aynadaki görüntüsü kahramanın idealidir. Ayna yani toplum ona idealin ne olabileceği konusunda gerekli ip uçlarını verir. Başka zamanlar, başka toplumlarda haliyle başka kahramanlara ihtiyaç hasıl olur. Dolayısıyla kahramanların kahramanlıkları saf bir hakikat, iyi ve doğruluk idesi içermez. Tam da buradan bakılacak olduğunda kahraman diyebileceğimiz siyasi figürlerin, Nietszheci bir ifadeyle “güç istenci” hatta şahsi ve zümresel ekonomi-politik gibi saiklerle malul ve malum oldukları kabul edilebilir.

İşin bu boyutu onların kah az çok bilinen, kah gizemli, kah asılsız ithamlara da maruz kalabilen tarafıdır. Toplum tarafından genellikle işin doğasında olduğu varsayılarak kanıksanır. Dolayısıyla kahramanın aslında “bizden”, “bizim gibi” biri olduğuna dair son derece gerçekçi bir sezi de zaten vardır. Ancak güç istencinin de ekonomi-politiğin de bir sınırı, dayandığı belli marjlar vardır. O marjların kahramanda tezahür edecek olması halinde vezirin rezil olması işten değildir. Toplum kandırılmış olmanın intikam duygusuyla bu defa çok acımasız bir noktaya gidebilir. Doğru veya yanlış, burada önemli olan toplumda veya kimi güç odaklarında oluşan algıdır. Bunların örneklerini kendi siyasi tarihimizden de komşu ülkelerimizin yakın tarihinden de biliyoruz. Bu süreçlerde iki taraflı bir “dezenformasyon”dan bahsedilebilir. Birincisi, siyasi figürlerin kendi gerçekliklerini topluma az veya çok perdeleyerek yansıtmaları, söylemlerle şahsi gerçeklik arasındaki mesafenin toplumun dikkatinden kaçırılması şeklinde. Buna kirli çamaşırların üzerinin örtülmesi de elbette dahil. İkincisi ise muhalifler tarafından gerçeği söylemek yerine tamamen yıpratma amacıyla yapılan gerçek dışı rivayet, dedikodu ve iftiralara dayalı kara propaganda siyasetidir. Her ikisi de aslında kahraman(lığ)ın bir tarafıyla illüzyon olduğunu bize doğrular mahiyettedir.

İLLÜZYON HALLERİ

İllüzyon tarafı bir yana, kahramanlık dahası sadece cesaret, samimiyet, irade meselesi de değil, bir ufuk, birikim ve yeterliliğe gereksinim duyar. Aksi halde kendisini eksiltir. Bu eksiltmede doğruyla yanlışın, iyiyle kötünün birbirine karışmasını görürüz. Yetersizlik pek çok durumda kahramanı “miş gibi” yapmaya sevk eder. Bunun için illüzyon kahramanların vazgeçemeyecekleri bir siyaset tekniği ve retorik sanatı haline gelir. Siyasal akıl biraz da bu alandaki becerisiyle kendi ontolojisini oluşturur. Yeri geldiğinde pragmatizme, yeri geldiğinde popülizme, yeri geldiğinde otoriterleşmeye savrulurken de illüzyona duyulan bu ihtiyaçtan söz etmemek neredeyse imkansızdır.

Egemen yapı ve realite şüphesiz ki siyasal öznenin (kahramanın) önündeki en büyük handikap. Ancak bu realiteyle mücadele etme iddiası içinde olup aynı zamanda bundan yararlanma refleks, güdü ve niyetiyle hareket etme paradoksundan hangi siyasetin, hangi büyük siyasi kahramanın münezzeh olduğunu sormamak olmaz. Kahraman kendi çıkarlarıyla halkın çıkarlarını belli bir yerde buluşturmasıyla cisimleşen bir özne. Tabiri caizse o bir evliya veya bir peygamber değil. Sağladığı “buluşma”yı belli bir vasatta sürdürme kabiliyetiyle toplumsal beklentilere cevap vermenin peşindedir. O yüzden halkın çıkarlarını ve geleceğini tamamen ne düzeyde öncelediğinden, ne düzeyde olmazsa olmaz hale getirdiğinden emin olamayız. Eğer kahramanı ve arkasındaki kitleleri motive eden açık, somut bir ideolojik hedef söz konusu değilse, bu sürecin durumu idare etme şeklindeki pragmatik stratejiyle sürüp gitmesi hemen hemen mukadder hale gelir. Pragmatizm, halkın çıkar ve beklentilerini siyasetçinin kendi varlığını (çıkarlarını ve bekasını) koruma istenciyle şekillenen bir sürecin ifadesi olacaktır.

POPÜLİZM YA DA ADALET

Bunun gerçekte böyle olmayıp tamamen diğerkam bir “kahraman siyasetçi” portresinden söz edebilmemiz için sanıyorum sistem/realite karşısında tam anlamıyla devrimci bir tavır alışa ihtiyaç var. Bu tavır, kamuya ait kaynakların kime, hangi toplumsal kesimlere ve neye göre aktarıldığında kendisini büyük ölçüde ortaya koyacaktır. Buradan bakıldığında siyasal aklın işleyiş biçimini de siyasetin bütüncül anlamdaki isterlerini de açık hale getirmek sanıyorum mümkün olacaktır. En azından bu bakış açısı bize siyasetin başat faktörleri hakkında net bir fotoğraf verecektir. Tabii demokrasi yani seçim faktörünü göz ardı etmemek kaydıyla. Zira popülizmin –teşbihte hata olmazsa- çoğu zaman at izini it izine karıştıran bir duruma yol açtığını biliyoruz. Bu da halk dalkavukluğuyla gerçekten halktan yana politikaları ayırt etmeyi nispeten güçleştirmektedir. Siyasi ve ideolojik tarafgirliklerin en bilimselci analizlerde bile bu tefriki gölgelediğini fazlasıyla görüyoruz.

Kaynakların köylüye, çiftçiye, emekçiye, muhtaç kesimlere oransal olarak ne kadar aktarıldığına bakarak belli bir fikir edinebiliriz. Ancak bu yapılan aktarımın yeterli olup olmadığı bir yana ne kadar adil olduğu konusundaki kuşkuları gidermeye yetmez. Toplumsal adalet ilkesi bütüncül olmayı, farklı kesimleri arasındaki ilişki ve dengeyi dikkate almayı şart kılar. Daha açık ve somut olarak ifade etmek gerekirse, örneğin asgari ücreti emekçi kesimler lehine artırmak adalet konusunda bir dikkate ve gayrete işaret eder elbet. Fakat daha fazlasına yani sistemi emeğin, çalışanların, genelde de bütün halkın çıkarlarını merkeze alan bir yapıya dönüştürmek için yeterli olur mu derseniz, hiç sanmam. Popülizm demokrasinin doğasında var olan bir hususiyet olarak bu minval politikaları hem muhalefete hem de iktidara zaten dayatır, dayatmaktadır. Haddizatında popülizm siyasetin çaresizliğidir.

Fakat bu çaresizlik, devletin imkanlarını şahsi ve zümresel amaçlarla kullanmaya mani değildir. Söz konusu çaresizliğe rağmen iktidarın/devletin imkanları belli kesimleri kayırmak ve güçlendirmek adına tasarruf ediliyor mu, edilmiyor mu? Başka deyişle devlet, ekonomik kazanımların haksız, gayr-i adil bir şekilde çoğaltılması ve garanti altına alınması için bir fırsat aracı olarak kullanılmakta mı, değil midir? Mesele özü itibariyle budur. Gerek bürokrasiyi gerekse iktidarla organik bir nitelik kazanmış sermaye, toplumsal yapı ve güç odaklarını özel statüler veya ayrıcalıklarla taltif etmeye imkan verildiği düzeyde mesele popülizmden öteye gitmez.

HALKÇI BİR İRTİFA

Sistemin kurallarıyla oyuna devam etmek, var olan toplumsal ve siyasal iktidar ilişkilerinin sürdürülmesi anlamına gelir. Halkın ahlaki, dini değerler üzerinden kültürel savaşların öznesi ve/veya aracı haline gelmesinin/getirilmesinin son kertede yadırganamayacağını biliyoruz. Değerlerini maddi çıkarlardan üstün tutan halklar, ancak saygın ve güçlü bir halk olurlar. Ne ki bu değerler içinde adaletin çok üstün bir yerinin olduğunu unutmamak gerekir. O yüzden maddi dünya, değerlerden bağımsız bir olgu olamaz. Adalet ilkesi belki de halkın en büyük ihtiyacı ve hatta denebilir ki devletle kısmen sözlü kısmen sözsüz ahdidir.

Bu ilkenin siyasal alandan ekonomik alana doğru genişletilmesi yaşadığımız demokratik sürecin bir gereği sayılır. Vesayet rejiminin yerinden edilmesiyle geniş halk kesimleri için nasıl bir özgürlük atmosferi oluştuysa (buna Türk-iye Baharı demekte açıkçası bir sakınca görmüyorum), aynı şekilde devleti, sağladığı ayrıcalıklarla bir anlamda ekonomik vesayetin ve “kurtarılmış” özellikli statülerin kaynağı haline getiren örüntülerden ari kılmaya ihtiyaç vardır. Bu yapılamadığında halk ve millet gibi atıflarla dile getirilen kamucu söylemler artık siyasi illüzyondan başka bir anlam taşımaz olacaktır.

Popülist politikaların görece bir adalet duygusu oluşturuyor olması bizi yanlış sonuçlara götürmemeli. Belki siyasete tahvil edilebilir olumlu sonuçları olabilir, olacaktır da; ancak bu, siyasal aktörleri bir halk kahramanı olarak tanımlamaya yetmeyecektir. Kahramanlık artık siyasette yeni bir irtifayla mümkün. Hatta öncekinden çok daha radikal, devrimci, üstelik çok daha sistem dışı bir irtifayla mümkün. Bu irtifayı sağlayacak birikim ve vizyonun henüz çok uzağında olduğumuzu biliyoruz. Fakat bunu kaygı edinecek siyasal, düşünsel, manevi bir zemin halihazırda var mı, meçhul. Daha açıkçası mücahitlerin siyasi birer müteahhite dönüştükleri gerçeğini ne kadar yadsıyabiliriz, sormak gerekiyor.

11 Aralık 2022 tarihinde basına düşen bir haber, halkımızın bu işlerde siyasete sadece gurur değil örnek ve ilham kaynağı olması gerektiğini bize ifade ediyor denebilir. Haberde Iğdırlı Şehit annesi Güzel Çiyapul’un 2019’da Hakkari’de şehit olan evladından dolayı hak ettikleri hiçbir tazminatı almadığını, diğer evlatlarını işe koyma teşebbüsünde bulunmadığını okuduk. Anne Çiyapul’un şu sözü ise dilimizin altındaki baklanın ne olduğunu sanıyorum en veciz şekilde ortaya koyuyor: “Ben, benim şerefimle öteki dünyaya gitmek istiyorum”.
Haddizatında bütün mesele bundan ibarettir.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir