Görüşler

Taş: Doğanın sessiz bekçisi

Taş: Doğanın sessiz bekçisi

Öykücü ve akademisyen Hale Sert "Adaletin taşla bağını kurmak ilkin uzak kaçabilir fakat Cohen’in dikkat çektiği Sisifos hikayesi bu bağlamda yeniden yeniden düşünülebilir" diyor.

Dağlar sabırlıdır, kendilerine

yapılanlara uzun süre göz yumarlar”.

Gisson Ana

Ekoloji ve edebiyat ilişkisinde odak daha çok canlı doğa üzerindedir. Ormanın, denizin, hayvanların canlılığı, hareketliliği, konuşkanlığı yanında durağan, sessiz dağlar, kayalar ve taşlarla ilgilenmek ikincil durur. Bu algıyı kırmak isteyen bir çalışmada, Stone: An Ecology of the Inhuman (2015) [Taş: İnsandışının Ekolojisi] Jeffrey Jerome Cohen bize taşın macerasını ekolojik bir perspektiften ve edebî bir hikâye formunda sunuyor. Cohen, Batı merkezli edebiyatta ve daha çok orta çağ düşüncesindeki taş algısının ekoeleştiri etrafında gelişen teorilerle nasıl okunacağına ilişkin önerilerde bulunuyor.

Hareketsiz ama dünya ve doğa için merkezi olan taşın daha çok görünür, tartışılır olmasını talep eden bu çalışma, aynı zamanda bir düşünce deneyimi, egsersizi, en sıradan görünen maddelerin canlı olduğunun farkına varma girişimi. Kitap, “Bir dağ gibi düşünme” deneyimini birlikte yapmayı öneriyor. Dağda yürümeye başladığınızda sizi sınırlayan diğer bağlarınızı yavaş yavaş bırakmaya başlarsınız, dağı düşünmek de dağda yürümeye benziyor. Dağların dünyanın kurucu unsuru olduğunu hatırlıyoruz, örneğin Saint Ambrose şöyle diyor, “taşlar dünyanın kemikleridir, dünyayı sabit kılarlar, tutarlar ve dünyanın kumaşının parçalanmasını önlerler.” Kayalar olmadan insanlık var olamaz, devam edemezdi. İnsanlar, evlerini, köprülerini taştan kurdular, dağa, kayaya sığınarak düşmanlardan, hayvanlardan korundular.

***

Yazar dikkati taş’a çekerek bizi, insan merkezciliğimizin farkına vardırmaya, geçici olan ile kalıcı olanın, organikle maddenin, zor bir yolun iyi dostlarının asırlar boyu süren birlikteliğini göstermeye gayret ediyor. Çünkü, en küçük çakıl taşının dinamik kozmosla sağlam, sürekli bir bağı vardır. Aktif bir madde olan taş enerji içerir ve bu hikâye dolu taş, nadiren durağandır. Taşın yakınlığı, samimiliği yavaş ve derinden akar, kurulur.

Cohen’in çalışmasıyla birlikte okuduğum ve asıl sözünü etmek istediğim diğer kitap ise Hermann Broch’un 1934-36 yıllarında kaleme aldığı, ilk versiyonunu 1953’te son halini 1976’da yayımladığı Büyülenme (Die Verzauberung) isimli romanı. Romanın ana karakteri, anlatıcısı Doktor şehirdeki kariyerini bırakır ve Alpler’deki bir köyde on küsur yıl mesleğini yapar. Doktor şehirdeki yaşamında edindiği pozitif tıp bilimini, kişisel bağlarını, şehir yaşamındaki alışkanlıklarını, birebir deneyimlediği teknolojinin etkisini bir dağın eteğindeki köye yerleştiğinde yavaş yavaş terk etmeye başlar. Büyülenme’de Jeffrey Jerome Cohen’in dağ gibi düşünme önerisinin bir romandaki karşılığını görürüz. Romanın kurgusu doktorun günlükleri üzerinden ilerler. Başlangıcından itibaren bize bir dağla müşerref olacağımızı, anlatının başka hikayelerle birlikte en çok bir dağ anlatısı olduğunu ele verir roman: “Eğer insan bir dağ kenarında yaşıyorsa, gördüğü her renk, duyduğu her ses dağa çarpıp ondan yansıyanların kendi içindeki yankısından başka bir şey değildir”. Broch Kuppron kayalığı dolayımında sonsuzluğu anlatır roman boyunca. Dağları, en az insanlar kadar sonsuzluğa en yakın duran yaratıklar diye düşünebiliriz.

***

Roman, teknolojinin etkisinin henüz görünür olduğu bir köyde insanların toprağa, doğaya yaklaşımlarıyla önceki yaşam biçimlerinin arasında bir gerilim üzerine kuruludur. Kuppron, bu gerilim ortasında durur. Kuppron doğurgan bir dağdır. Dağın merkezinde eskiden işletilen bir altın madeni vardır, uzun süredir kapalı kalan madenin tekrar açılıp açılmayacağı üzerinden ilerler roman. Köye dışarıdan gelen Marius adlı gezgin demagog, madenin açılması gerektiğini ama bunun yeni teknikle değil eski usullerle yapılması gerektiğini düşünür, keza ona göre tarlalar da harman makineleriyle sürülmemeli, asırlardır yapıldığı üzere elle sürülmelidir. Marius’un romandaki konumu biraz kafa karıştırıcıdır, o bir yandan insanları idealist söylemlerle “büyüleyen”, kolayca “lider” mertebesinde görülen bir karaktere karşılık gelirken diğer yandan bu ideali tekniğin, makinenin karşısında durarak perçinleyen bir meczuptur. Kaldı ki, doğaya, toprağa taparcasına bağlı Marius, madenin açılmasında ve tekrar işletilmesinde bir beis görmez, bunu destekler.

Roman boyunca Doktor’un köylülerle diyaloglarını, onun insanlarla ilgili gözlemlerini, hayata bakışını okuruz. Doktor’un köydeki dayanağı olan bilge bir kadını temsil eden Gisson Ana; doğanın, bitkilerin, gökyüzünün, yıldızların, suyun ilmine sahiptir. Broch, Doktor’un aldığı eğitimle bilge kadın Gisson Ana’nın şifahi bilgisini karşılaştırır çoğu kez. Yine, yaşam, ölüm ve sonsuzluk ile ilgili verdiği bilgiler Doktorunkilerle çakıştığında Broch’un okuru bir büyülenmeye tabi tuttuğu rahatlıkla söylenebilir.

***

Cohen, taşın, kayanın dünyanın hafızasını tuttuğunu söylüyordu. Romanda Kuppron’a bir bilge gibi bakılır, dağ ne zaman konuşacağını, bu bir depremle olabilir, ne zaman madenini insanın kullanımına açacağını bilir. Yaşamın asıl suyu onun dehlizlerinde birikir. Dağ, köylüler tarafından duyguları, düşüncesi işleyen bir varlık olarak algılanır: “Kuppron titriyor, sırtında ağır bir yük taşıyan, ama bunu kimseye fark ettirmek istemeyen biri gibi sarsılıyordu.”

Romanda dağın, parçalanmış taş diye düşünebileceğimiz toprağın insanla ilişkisi ezeli ve ebedi bir boyutta kurulur. Romanda olayların doruk noktası ise dağın tepesinde gerçekleşen bir ayinle bütünleşir. Dağ festivali her yıl aynı günlerde, Keltler’den kalmış eski bir sunak taşının bulunduğu soğuk taş denen yerde yapılır. Bu bölümde, ayinin başlaması, ritüeller uzun uzun anlatılır, çok iyi bir gözlemci olarak ayini anlatan Doktor da inanmadığı bu ritüelin etkisine kapılır. Dağ dişi, doğurgan ve kucağı olan bir ana olarak düşünülür. Bir yandan da söylenilen ilahilerden dağın tanrının evi olduğu, tanrının ilk kez burada konuştuğu anlatılır, dağ bu yüzden de kutsaldır. Daha doğrusu bu ayinde paganlıktan kalma efsane ve ritüellerle Hristiyanlık buluşmuştur. Dağ bir yandan İsa’nın ineceği mekân, diğer yandan paganist inanca göre dağın içinde yaşayan canavarın mekanıdır. Halkın selameti ve bekası için dağa bir adak adanır, genç bir gelin. Ne ki sembolik bir adama, romanda gerçek bir cinayete dönüşür. Kuppron kayasının o gün yumuşak olduğu söylenir, yani sunulan kanı içine çekmeye hazırdır. Hatta ayin sırasında dağın doğum sancısı çektiği de düşünülür.

***

Broch, roman boyunca ‘sonsuzluk’u anlatır bize, sonsuzluk hep ortada olmaktır, bir şeyin tam ortasında, yaşamla ölümünün. Hep bir geriye dönüş vardır, başlangıca dönüş, insan madenin içindeki altın gibi, kendi içindeki küçücük pırıltıya dönecektir, onu bulmalıdır.

Doktor’la roman boyunca onun karşısında konumlandırılan Marius’un adalet ve sonsuzluk üzerine diyalogları da dağla ilintilidir. Doktor adaletin kaynağının sonsuzluk olduğunu düşünür oysa Marius’a göre adaletin kaynağı topraktır: “Adalet buradan gelir, adaleti, aynı altın ve su gibi, arama değneğiyle bulmak olanaklı… zira bunların hepsi aynı… fakat bunlar, aynı zamanda sonsuzluktur… dağlar sonsuz büyük, toprak sonsuz büyük ve bunlara kulak kabarttığınızda sonsuzluğu duyarsınız.”

Adaletin taşla bağını kurmak ilkin uzak kaçabilir fakat Cohen’in dikkat çektiği Sisifos hikayesi bu bağlamda yeniden yeniden düşünülebilir. Cohen, bu mitolojik hikâyede ana karakter Sisifos odaklı okumalar yapıldığını, oysa Sisifos’un tırmandığı dağın ve elleriyle taşıdığı, her çıkarışında yeniden düşen kayanın da ana karakter olarak okunabileceği önerisini getirir. Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos’un dağın tepesine taşıdığı büyük kayanın hep geri düşmesi, adaleti ve sonsuzluğu yeniden düşünmek için iyi bir öneridir gerçekten de.

***

Büyülenme, bize yaşam için verilen sonsuz çabayı, insanın sınırlarını, ilerleyeceği ve duracağı noktaların neler olabileceğini anlatıyor. Dağın içindeki altını çıkarmak için dağa yapılan müdahalenin kötü sonuçları bütün köylüleri etkiliyor. Altına ulaşmak için verilen kavganın ne kadar kadim bir hırsın uzantısı olduğunu anlıyoruz. Türkiye’de, günümüzde bizi de kuşatan bir kavga bu, Ezgi Ece Çelik’in dediği gibi “Kaz dağlarının üstü, altından değerlidir”.1 Broch’un anlatısının zamansızlığı ve evrenselliği ülkemizde ve dünyada devam eden doğa kıyımlarını kuşatıyor.

Dünyaya, izlediklerinize dağ, taş ekseninden bakmaya başladığınızda bir filmi de bu açıdan yakalayabiliyorsunuz. 2021 Akademi ödüllü Nomadland’in (2020) ana karakterinin delikli bir kaya parçasından manzaraya baktığı bir sahne var. Fern, 60’larını süren ama hala çalışmak zorunda olan, kiralık ev tutmaktansa bir karavan kiralayan, farklı bölgelerde en düşük ücretli işlerde çalışmaya devam eden Amerikalı bir kadın. Fern, yolculuğu sırasında bir molada eline delikli bir taş parçasını alır, deliklerin arasından dağları, tepeleri görür. Bu sahne, yaşamın taştan ve taşa dönüşen bir serüvenden ibaret olduğunu düşündürtür. Kemik, taşa sonra da kuma dönüşmüyor mu? Tek başına karavanıyla Amerika vadilerinde yolculuk yapan bir kadının hayat mücadelesini anlatan film, zaman, sonsuzluk, ölüm üzerine olduğu kadar kayalar ve taşlar üzerine düşünmeye vesile oluyor.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir