Görüşler

Türk siyasetinde orta-sağ tuzağı

Türk siyasetinde  orta-sağ tuzağı

London School of Economics’de Milliyetçilik ve Kriz Çalışmaları üzerine yüksek lisans yapan Görkem Dirik “Orta-sağ tuzağını dönüştürüp tedavi edebilecek olan yalnızca seçmendir” diyor.

Hepimizin aşina olduğu bir ekonomi terimi olan ‘orta gelir tuzağı’ kontrolsüz ve dengesiz büyüyen ülke ekonomilerinin zirve yaptıktan sonra durağanlaşmasını ve akabinde de önlenemez bir düşüş trendine girmelerini ifade etmek için kullanılır.
Türk siyasi tarihi ise yaptığı hızlı girişler ile oy oranlarında zirveye çıkan ve fakat kendi zirve rekorlarına ulaştıktan sonra durağanlaşıp düşüşe geçen, neticede toplu hayal kırıklıklarına sebebiyet veren, çoğu zaman da buharlaşıp yok olan ‘Orta Sağ Partileri’ ile doludur. Dolayısı ile bu ekonomik terimi siyaset bilimine uyarladığımızda karşımıza seçmen açısından bir ‘orta sağ tuzağı’ çıkmaktadır.
Bu noktada ufak bir tarih yolculuğu bu argümanın daha net anlaşılmasına yardımcı olabilir.
Çok partili döneme geçilen 1950 yılından itibaren Türk seçmeni tercihini ağırlıklı olarak, koalisyon ya da tek başına, Orta-Sağ hükümetlerinden yana kullanmıştır. Genel hatları itibari ile popülist ve kalkınmacı retoriğin benimsendiği, her kesimi kucaklamak ilkesi ile yola çıkıp oy maksimizasyonu odaklı yapılanan bu partiler, siyaset literatürüne de ‘toplayıcı parti’ (catch-all party) olarak eklemlenmiştir. Buna karşılık, 1950’deki Menderes’ten 2002’teki Erdoğan’ın AKP’sine kadar Orta Sağ partilerinin en çarpıcı karakteristik özelliklerinden bir tanesi de lider-merkezli yapılanmaları neticesinde siyasi ömürlerinin liderin fiziki ömrüyle sınırlanmış olmasıdır.

***

Türkiye’nin Demokrat parti ile başlayan Orta Sağ serüveninde seçmenlerin ve parti kadrolarının prensip olarak lider-merkezli duruşları genellikle keskin bir kararlılık arz etmiştir. Söz konusu bu lider-merkezcilik ya Menderes ve Özal örneklerindeki gibi liderin fiziki ömrü el verdiğince devam etmiş ya da Demirel, Erdoğan, Davutoğlu, Akşener ve Babacan örneklerindeki gibi seçmenin ‘eski parti değerlerine yeni bir parti ve lider ile geri dönüş yapalım’ taleplerine cevap olarak ortaya çıkmıştır. Çoğunlukla eski argümanlar üzerine inşa edilen bu yeni partiler aynı zamanda seçmenlerin ve kadroların da eski ve yeni partiler arasında periyodik olarak ‘toplu göç’ yapmalarına neden olmuştur.

Bir düşünelim isterseniz. Kronolojik sırasıyla Demokrat-Adalet-Demokratik-Anavatan-Doğru Yol-AK-Gelecek-DEVA partileri ve bu ekolden biraz farklı bir kuruluş dinamiği ve kadrolaşmaya sahip olmasına karşın kendini Orta Sağ’ın ‘yeni şampiyonu’ olarak konumlandırma çabasında olan İYİ Parti.

Peki bu durum Türk siyasetinde bir ‘kısır döngünün’ işareti midir?

Parti programları, konsolide edilmeye çalışılan kitle, vizyon, strateji, kadrolar, söylem ve lider etrafında birleşme nitelikleri açısından birbirlerine son derece benzemelerine karşın nicelik olarak bu kadar fazla partileşmenin nedenleri incelenmeye değer olabilir. Çünkü yakın ideolojik duruşların farklı isimler altında yine-yeni-yeniden partileşme eğiliminin Orta-Sağ’da nicelik olarak parti yığılmasına sebebiyet verdiği yadsınamaz bir gerçektir. Buna karşılık, demokrasi adına çok sesliliğin olması Türkiye’yi bölgesinde ayrıcalıklı ve fark yaratan bir konumda pozisyonlandırdığı da tartışılmaz bir gerçektir. Lakin, burada esas alınması gereken soru benzer ve hatta çoğu zaman aynı argümanların birçok farklı ağızdan dile getirilmesinin ‘ses renkliliğini ve çeşitliliğini’ körelten ve dolayısı ile ‘analojik çok sesliliğe’ sebebiyet veren bir faktör olup olmadığıdır.

***
Elbette Türk siyasetindeki ideolojik ve yapısal nitelikleri benzeşmesine karşın nicelik olarak bu kadar fazla parti mevcudiyetinin birkaç temel sebebi bulunmaktadır. Bu noktada ise yukarıda değindiğim lider-merkezciliği konseptinin siyasetteki ‘uyum bozucu’ (maladaptive) özelliklerinden bahsetmek faydalı olabilir.

İlk olarak vurgulanması gereken nokta demokratik toplumlardaki parti konsolidasyonunun mevcut liderden ziyade ağırlıklı olarak ‘partiye aidiyet hissiyatı’ üzerinden şekillendiğidir. Bu durum siyasette kalıcı olma hedefindeki partiler için oldukça önem arz eden periyodik ‘güncellenme-yenilenme’ mekanizmalarını harekete geçirebilecek yeni yüzler ve kadrolara alan açmaktadır. Daha da mühim olanı ise bu ‘yerleşik parti içi kültür’ sayesinde yeni liderler ve kadrolar arasındaki görev değişimi ve geçişlerin nispeten barışçıl şartlarda gerçekleşebildiğidir. Dolayısı ile lider değişikliğinin Türkiye’deki partilere oranla daha sık olabilmesinin yanı sıra bu durum siyasi partilerin yaşamsal fonksiyonlarını tehdit edici bir unsur da teşkil etmemektedir.

İkinci olarak ise oy maksimizasyonu, kapsayıcılık, toplayıcı parti olabilme gibi değişmez kriterler üzerinden lider performanslarının ölçüldüğü ve partinin seçimlerde göstereceği başarıya göre liderin ömrünü devam ettirebildiği kaidesidir. Bu particilik kültürü sayesinde partinin başarısız olduğu ve lider değişimini gerektirdiği noktalarda parti yönetimi ve tabanı demokratik yollarla mevcut lidere ‘meydan okuyabildiği’ gibi kendi içinden alternatif isimler çıkarabilme esnekliğine ve mekanizmalarına da sahiptir. Bu durum Türkiye’deki ‘devlette devamlılık esastır’ prensibinin aslında ‘partide devamlılık esastır’ paraleli olarak da lanse edilebilir. Dolayısı ile, görevi devreden ve görevi devralan lider ve ekipler arasında herhangi bir çatışmacı-zıtlaşmacı hattın oluşmamasına da ‘parti bekası’ adına ayrıca özen gösterilir. Neticede, sürdürülebilir ve aynı zamanda markalaşmış-ekolleşmiş CDU (Christian Democratic Union of Germany) ve CP (Conservative Party – UK) vb. partiler Batı Avrupa Orta-Sağ fikriyatının siyasi temsiliyetini değişen nesillere ve liderlere rağmen günümüze kadar yaşatabilmişlerdir.

Üçüncü olarak, lider-merkezli partilerin Türkiye’de sürdürülebilir olamayışından ötürü hem seçmenin hem partilerin ve fakat topyekûn bütün ülkenin farklı aktörler ile aynı ‘fasit çemberde’ dönmesi ile sonuçlanmaktadır. Bunun en belirgin nedeni ise Orta-Sağ partilerinin seçmene sundukları ideolojik ve yönetimsel önergelerin ardışık olmasının yanı sıra ‘paket ve prototip’ bir vizyon teşkil ettiğidir. Bu sorunsalın en temel sebeplerinden bir tanesi de bu paket ve prototip vizyonun çoğu zaman ülke gerçeklerine ve toplumun geleceğine uyumlandırılmak yerine liderin siyasi ömrü esas alınarak hazırlanmasıdır ki bu da Orta-Sağ tuzağına giden yolun ilk safhasını teşkil etmektedir.

***

Son olarak ise lider-merkezciliğin zamanla fanatikleşmeye yol açarak ‘lider takıntısına’ neden olabileceğidir. Hem seçmen hem de partiler için oldukça ‘uyum bozucu’ ve yıkıcı etkileri olabilecek böylesi durumlarda seçmen kitlesel olarak benimsediği lider figürünü parti kimliğinin önüne geçirebilir ve parti aidiyeti ile bağlarını gevşeterek siyasi beklentilerini lidere endeksleyebilir. Lakin, parti ve seçmen açısından ‘kaybet-kaybet’ dinamiği tam olarak bu noktadan sonra aktive olur. Öncelikle, yapılan anketlerde lider figürünün parti kimliğinden daha popüler olması ve daha fazla destek görmesi lider üzerinde aşırı özgüven birikmesine sebep olabilir. Kendisini partiden ve partinin değerlerinden üstün görebilecek kompleksler de doğurabilecek bu durum neticesinde parti kadroları ve seçmenin lider üzerindeki ‘erken uyarı sistemi’ işlevi gören ‘hataları cezalandırma mekanizması’ ortadan kalkabilir. Bütün bu zincirin son halkası genellikle denetlenemez ve sorgulanamaz bir lider figürü yaratabileceğinden ‘hatalar silsilesi’ toplu hayal kırıklıklarına sebebiyet verebilir.


Peki bu durum Türk siyaseti ve Orta-Sağ fikriyatı için bir sorun teşkil ediyorsa bunun sorumlusu kim? Seçmen mi yeni kurulan partileri Orta-Sağ’da konumlanmaya zorluyor yoksa partiler mi seçmeni Orta-Sağ hattına sıkıştırıyor?

Bu çatallaşan soruya verilebilecek en objektif cevabı ‘karşılıklılık’ ilkesi çerçevesinde aramak daha yerinde olabilir. Mevcut orta-sağ partileri kendi aralarında artan ‘oy rekabeti’ sebebiyle ‘alışılmışın dışında’ ve ‘yenilikçi’ bir vizyon önerisi ile risk almak istemiyorlar. Kutuplaşmadan bezgin ve akut ekonomik problemler yaşayan seçmenin önceliği ise ‘yenilikten’ ziyade hızlı tedavi.
Zira, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu bu türbülanslı zamanlarda sayısı ve karmaşıklığı hızla artan sorunlar acil çözümler gerektirmekte. Çözüm önerisi sunmak ve alternatif olabilmek adına ortaya çıkan yeni partilerin ağırlıklı bir kısmı da kapsayıcılık-liberallik-milliyetçilik-dindarlık-laiklik alaşımı iddiasıyla Türk siyasetine hızlı bir giriş yapıp yükselen AKP’nin ‘başlangıç değerlerini’ baz almış Orta-Sağ partileri.

Farklı parti isimleri altında sunulan bu ortak, analojik, paket ve prototip vizyon Türkiye’nin tarihinde hiç karşılaşmadığı kadar ağır olan bu sorunlar yumağı karşısında ne kadar akılcı ve umut verici olabilir?

Orta-Sağ partilerinin gelecek tasavvurunu geçmişten dem vurarak yargılamak bilimsel objektivite sağlamaz. Ancak, partiler arası analojiler göz önünde bulundurularak ‘şu’ parti fark yaratabiliyor diyebilmek de mevcut durumda pek rasyonel olmaz.

O zaman adım adım değerlendirelim.

Hemen hepsi muhalefet safhalarında bulunan mevcut Orta-Sağ partilerinin hemfikir oldukları bir nokta da (aynı Özal, Demirel, Çiller, Mesut Yılmaz ve ‘Kuruluş Erdoğan’ örneklerindeki ‘AB ile tam Üyelik Hedefi’ vizyonu gibi) Dış Politika ve Ekonomik sorunların önceliği. Çözüm önerileri de ufak farklılıklara rağmen benzerlik arz ediyor. Ortak tedavi yönteminin benzerlikler içermesi teoride akl-ı selim galip gelmesi adına sevindirici. Peki ya pratikte?

90’lar ve 2000’li yıllarda Orta-Sağ partiler için en kullanışlı argümanlardan biri olan ‘AB Üyeliği’ artık tedavülden kalktı diyebiliriz. Ancak, bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda mevcut Orta Sağ partilerinin Türkiye adına nasıl bir dış politika tahayyül ettikleri tam olarak net değil. Ekonomik ve jeopolitik normalleşme için Batı ile saldırgan ve zıtlaşmacı tavrın uzlaşmacı ve farklılıklara rağmen var olunabilen bir ‘ortak yaşam alanına’ (modus-vivendi) dönüştürülmesi herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir gerçek.

***
Ancak bir taraftan Türkiye’de olası bir iktidar değişikliği ile Orta-Sağ bloğundan bir veya birden fazla partinin yönetimi devralacağı bir senaryoda Batı ile ilişkileri normalleştirmek için ‘geçmişe sünger çekip yeni bir sayfa açalım’ teklifi AB ve ABD nezdinde ne kadar inandırıcı ve gerçekçi olabilir? Diğer taraftan, Türkiye’nin son yıllarda ‘lidere göre-lider için-lider tarafından’ kişiselleştirilmiş dış politikası nedeniyle kendi aleyhine asimetrik ilişkiler kurduğu Rusya ve Çin ile nasıl bir yeniden yapılandırmaya gidilecek? Örneğin, Putin ve Xi-Jinping’e ‘benden önceki Erdoğan ile olan ilişkiniz beni ilgilendirmez’ denebilecek mi?

***

Ekonomi ve Dış Politika dışındaki en belirgin sorunlardan bir diğeri de Türkiye’nin yırtıp atılan ‘Toplumsal Sözleşmesi’. Etnik, mezhepsel, ideolojik ve sosyolojik olarak Türkiye’de yaşayan her kimlik açısından adeta deprem öncesi patlamaya hazır bir ‘reaksiyon birikimi’ gözlemlenmektedir. Orta Sağ bir parti olarak iktidara gelen AKP’nin siyasi manevraları sonucu toplumda oluşan ayrışma, tabakalaşma, başkalaşma, yabancılaşma ve hatta kimi zaman düşmanlaşmaya varabilen kin ve nefret hatlarının yüksek gerilimde seyretmesi toplumsal ayrışıklığın boyutlarını daha da tehlikeli bir hale getiriyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında demir ağlar ile örülen anayurdumuzda toplumu bir arada tutan ancak hali hazırda sökülmüş olan bağlarını ‘nezaket, hoşgörü, tolerans, çoğulculuk ve çok renkliliğe müsamaha’ ilkeleri ile örebilecek Atatürk dehasına her zamankinden çok ihtiyacımız olduğu aşikâr. Lakin, Orta-Sağ partilerinin oy maksimizasyonu adına bu sorunsala henüz bilimsel olarak odaklanamadığı da gözlemlenmektedir.

Sonuç olarak, şayet ülkemizin mevcut hastalıklarını tedavi etmeye aday Orta Sağ partileriyse siyasetteki Orta-Sağ tuzağını dönüştürüp tedavi edebilecek olan da yalnız ve yalnız seçmendir. Bu, öncelikle siyasi elitlerin ardından da seçmenin ideolojik bağ kurdukları partiler üzerinde oluşturabilecekleri ve pozitif dönüştürücü etkiye sahip bir baskıyla gerçekleşebilir. Mevcut durum incelendiğinde Orta-Sağ temsiliyeti adına ortaya çıkmış partilerin hemen hepsi eski partilerinden yani ‘ana hücrelerinden’ koparak ortaya çıkmışlardır. Bir diğer deyişle buna Orta-Sağ fikriyatının siyasi temsiliyetinde ‘bölünerek çoğalma’ kaidesini yansıttığı bir dönemdir denebilir. Lakin, Orta-Sağ fikriyatının nicelik olarak artan temsiliyeti yanında ciddi bir niteliksel tıkanma yaşadığı da özellikle vurgulanmalıdır. Türkiye’nin mevcut sosyo-ekonomik ve sosyo-politik sorunlarını 80’lerin ve 90’ların Orta-sağ dinamiklerinden okumak ve bu doğrultuda çözümler üretmeye kalkışmak seçmen nezdinde hızlı yükseliş ve hızlı düşüşe sebebiyet verebilecek yeni bir Orta-Sağ tuzağı doğurabilir. Kaçınılmaz olarak bu durum ise gelecek yıllarımızın bugünden ‘hükmen hayal kırıklıklarına’ dönüşebilir.

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir