Görüşler

Türkistan’ın susturulmuş hafızası

Türkistan’ın susturulmuş hafızası

Özbekistan’ın kadim şehirlerinde tarihi miras, tasavvuf ve devlet aklı arasında bir hafıza yolculuğu.

TAŞLARA SİNEN YOLCULUK

Bir coğrafya sadece sınırlarla değil; hafızayla yaşar. Kimlik dediğimiz şey, toprağa düşen adımların, taşlara sinen duaların ve hatırlama biçimlerimizin toplamıdır. Bu yüzden unutulmuş her şehir, susturulmuş her gelenek, aslında kendimizden eksilen bir parçadır. Özbekistan’a yaptığımız bu yolculuk, geçmişin yalnızca hatırlanacak değil; yeniden konuşulacak, tartışılacak ve sahiplenilecek bir çağrı olduğuna dair derin bir sezgi bıraktı bizde.

4–12 Temmuz 2025 tarihleri arasında Özbekistan’a yaptığımız seyahat, yalnızca bir tarih ve kültür yolculuğu değil; aynı zamanda geçmişin izlerini bugünün taşlarında, sokaklarında ve yüzlerinde arama çabasıydı. Hive, Buhara, Semerkand ve Taşkent şehirlerini kapsayan bu yolculuk boyunca, Orta Asya’nın kadim ruhu ile Sovyet sonrası modernleşme arasında gidip gelen bir çelişkinin tanığı olduk. Her şehir, hem bir hatırayı hem de bir suskunluğu taşır gibiydi.

Bu yazı, taşların anlattığı tarih ile devletin susturduğu hafıza arasındaki mesafeyi anlamaya çalışan bir yolculuğun kaydıdır.

Bu topraklar yalnızca imparatorluklara değil; aynı zamanda İslam düşüncesinin rasyonel ve tasavvufî damarlarına da ev sahipliği yapmıştır. Bugün “Ehl-i Sünnet’in kalesi” ve Nakşibendîliğin doğum yeri olarak anılması boşuna değildir. Ancak bu miras, bugünkü rejim tarafından çoğu zaman ruhundan koparılmış, bir dekoratif kimliğe indirgenmiştir.

İMPARATORLUKLARIN GÖLGELERİNDE BİR COĞRAFYA: TÜRKİSTAN’DAN ÖZBEKİSTAN’A

Türkistan, tarih boyunca yalnızca bir coğrafi terim değil; aynı zamanda doğu ile batının, göçebe ile yerleşiğin, irfan ile iktidarın buluştuğu bir kadim kavşaktır. Genişliği Altay Dağları’ndan Hazar Denizi’ne, Hindukuş’tan Sibirya steplerine uzanan bu coğrafya; Göktürklerden Karahanlılara, Selçuklulardan Harzemşahlara, Timur İmparatorluğu’ndan Buhara ve Hive Hanlıklarına dek pek çok medeniyetin doğduğu, serpildiği ve dönüştüğü yerdir.

Türkistan yalnızca ilmin ve siyasetin değil, aynı zamanda ticaretin ve medeniyetler arası etkileşimin de kavşağıydı. İpek Yolu’nun can damarı üzerinde yer alan Buhara, Semerkand ve Hive; sadece hanların değil, kervanların, bilginlerin, tüccarların ve seyyahların da menziliydi.

Bugün Özbekistan, Çin’in “Kuşak ve Yol” projesiyle birlikte yeniden bu tarihî rolü üstlenmeye aday gösterilmekte. Ancak geçmişin köprü işlevi, bugünün duvarlarına dönüşmüşse; İpek Yolu da yalnızca asfalt bir hat, geçmiş ise yalnızca süslenmiş bir vitrin olur.

1924 yılında Stalin’in çizdiği idari haritalarla Türkistan kelimesi haritadan silinmiş, Özbekistan gibi “milliyetlere göre şekillendirilmiş” Sovyet cumhuriyetleri ortaya çıkmıştır.

1991’de Sovyetler dağıldığında kurulan Özbekistan Cumhuriyeti, yüzlerce yıllık İslamî, tasavvufî ve siyasi mirasın üzerine yeni bir kimlik inşa etme çabasına girişti. Ne var ki bu yeni kimlik, geçmişin derinliğiyle değil; onun seçilmiş ve parlatılmış unsurlarıyla beslenmeyi tercih etti.

makale-ara-fotograf-1

HİVE: ÇÖLÜN ORTASINDA BİR MEDENİYET KALESİ

Karakum çölünün kıyısında yer alan Hive, taşın belleğe dönüştüğü bir şehir. İçkale (Ichan Qala) bölgesi, adeta geçmişin kapsülleştirilmiş bir hâli gibi. Ata Darvoza’dan girerken, taş duvarların arasında tarihin suskunluğunu işitirsiniz.

Kalta Minar gibi yarım kalmış yapılar, yalnızca mimari değil; aynı zamanda bir anlam katmanıdır.

Hive’nin siluetine damgasını vuran Kalta Minar, sıradan bir minare değildir; siyasi ihtirasın ve yarım kalmış iktidar gösterisinin taşlaşmış hâlidir. Muhammed Emin Han tarafından 1852 yılında başlatılan bu dev minarenin, dönemin en yüksek yapısı olması planlanmıştı. Ancak hanın ölümüyle birlikte inşaat yarım kaldı. Bugün Kalta Minar, tamamlanamamış bir iktidar projesi olarak yükselir; hem estetik hem politik bir simgedir.

Bu yapı, Hive’deki din–devlet ilişkilerinin tarihsel biçimini de simgeler. Devletin dindarlığı kendi otoritesiyle bütünleştirmek istemesi, yüksekliğiyle göz kamaştıracak ama içeriğiyle susturulacak bir dindarlık biçimini yansıtır. Kalta Minar, bu anlamda hem görkemin hem de sessizliğin anıtıdır.

Devlet, Hive’yi iyi korumuş ama yalnızca estetik olarak. Bugün Hive’nin taşları, suskundur; çünkü hatıralarına konuşma izni verilmemektedir.

Hive, geleneksel mimarinin estetikle yeniden üretildiği ama o geleneğin düşünsel devamlılığının kesintiye uğradığı bir şehir görünümündedir.

Hive’nin kadim silueti, geçmişte yalnızca hanlarla, kalelerle değil; aynı zamanda tasavvufî yaşamla şekillenmişti. Şehirde pek çok hankâh, tekke ve zaviye asırlar boyunca hem manevi eğitim merkezleri hem de sosyal dayanışma ağları olarak faaliyet gösterdi. Ancak bu yapılar, Sovyet dönemiyle birlikte susturuldu, mülksüzleştirildi ve kimileri yıkıldı, kimileri depo veya müzeye çevrildi. Bugün Hive’deki bu tasavvufî mekânların büyük bölümü, orijinal işlevinden tamamen koparılmış durumda. Ziyaretçiye bir tarihî yapı sunuluyor; fakat bu yapının ruhuna, işlevine, sesine dair hiçbir şey kalmamış.

Tekkelerin yerine turizm ofisleri, zâviyelerin yerine hediyelik eşya dükkânları geçerken, o mekanların taşıdığı içsel direniş, nefis terbiyesi ve toplumsal bilinç değerleri de sessizce ortadan kaldırılmış. Böylece hem fiziksel hem zihinsel bir ‘tasfiye’ gerçekleştirilmiş.

Tasavvuf burada yalnızca bir müze öğesi, bir türbe atmosferi, bir geleneksel motif gibi sunulmakta; onun asıl ruhu olan manevî direniş, içsel arınma ve toplumsal bilinç boyutu bastırılmaktadır.

Hive’de dikkat çeken bir başka detay ise “Pahlavan Mahmud Türbesi” etrafında şekillenen sembolik korumadır. Özbek halk edebiyatının ve ahlaki geleneğinin önemli figürlerinden biri olan bu şahsiyetin tasavvufî mirası, bugün daha çok folklorik bir öğe gibi sunulmakta. Oysa Pahlavan Mahmud, yalnızca bir pehlivan değil; hikmetle yoğrulmuş bir halk önderiydi. Onun çevresinde şekillenen menkıbeler, bölgenin kolektif vicdanını ve direniş dilini yansıtır niteliktedir. Fakat bu miras da, rejimin “kontrollü tarih anlatısı”na sıkıştırılmış durumda.

BUHARA: BİLGİNİN, SÜKÛNETİN VE DERİNLİĞİN ŞEHRİ

Buhara, Ehl-i Sünnet’in aklî damarının (Mâtürîdîlik) ve tasavvufun (Nakşibendîlik) derin kökler saldığı merkezdir. Bahâeddin Nakşibend’in hikmeti, taş duvarlara sinmiş gibidir. Ancak şehir artık yaşanmaktan çok, gösterilmeye açılmış bir mekân gibidir.

Medreselerin sessizliği, sadece öğrenci yokluğundan değil; devletin dinî hayatı sterilize etme çabasından kaynaklanmaktadır. Dindarlık, kamusal hayatın içinde değil; kontrollü alanlarda, sembolik düzeyde tutulmaktadır. Oysa Buhara bir zamanlar sadece “taş” değil, “irfan” üretirdi.

Bugün ise bu tarihî yapılar restore edilmiş, estetikle yeniden üretilmiş ama ruhuyla temas zayıflatılmıştır.

Bu “temassızlık” hissi, yalnızca mimari restorasyonla sınırlı değil. Özellikle Mir Arab Medresesi ve Kalyan Minaresi çevresinde oluşturulan turistik güzergâh, geçmişin ruhunu bir “görsel tüketime” dönüştürmekte. Medreselerde okuyan talebelerin sesi neredeyse hiç duyulmuyor; ezberci bir söylem bile yok. Dinî yapılar koruma altında ama dinin kendisi, toplumsal bir hafıza ve zihinsel faaliyet olmaktan çıkarılmış durumda. Bugün Buhara, kadim geleneğin mekân olarak ayakta kaldığı; fakat düşünce ve hissiyat düzeyinde yoksullaştığı bir şehir olarak duruyor.

Tarih burada yaşayan bir hafıza değil; fotoğraflık bir manzaraya dönüşmüştür. Geçmiş, artık tefekkür değil, tüketim nesnesidir.

Buhara’nın Nakşibendî geleneği, bir zamanlar toplum içinde nefisle mücadeleyi öğütleyen canlı bir irfan yoluydu. Bugün ise o gelenek, anıtlaştırılmış bir sessizlik içinde yalnızca ziyaret edilen bir sembole indirgenmiş durumda.

Bahâeddin Nakşibend külliyesinde gözlemlenen atmosfer de bu gerileyişin göstergesidir. Türbe önünde saf tutan kalabalık, sessizlikten çok rehber anlatılarına ve flaşlara tanıklık etmektedir. Tasavvufun özündeki içsel arayış, Buhara’da daha çok dışsal bir ritüele indirgenmiş görünmektedir.

makale-ara-fotograf-2

SEMERKAND: İKTİDARIN HAFIZASI, BİLİMİN GÖVDESİ

Timur’un başkenti olan Semerkand, iktidar ile hafızanın iç içe geçtiği bir mekândır. Timur, burada sadece zaferler değil; bir dünya görüşü inşa etmiştir. Bugün bu figür, Özbekistan’da bir tür ulusal baba figürü olarak yeniden inşa edilmiştir. Emir Timur heykelleri, tarihsel hafızadan çok, siyasal meşruiyet üretme aracına dönüşmüştür.

1402 Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’e karşı kazandığı zafer, Türkiye’de hâlâ “felaket”, Özbekistan’da ise “şan” olarak anılır. Aynı olayın iki farklı kimlik inşasına nasıl malzeme yapıldığı bu farkla ortaya çıkar. Bu durum, tarihsel hafızanın nasıl bir siyasi araca dönüştürülebileceğini göstermesi bakımından öğreticidir.

Bugün Emir Timur, yalnızca bir tarihî figür değil; Özbekistan’da rejimin kurucu simgesi hâline getirilmiş durumda. Heykelleri, sokaklara verilen isimler, müzelerdeki panolar ve okul müfredatındaki anlatılar bu kahramanlaştırma sürecinin parçaları. Ancak bu tarih yazımı, Timur’un siyasi meşruiyet için kullandığı dinî söylemleri, sert yönetim tarzını ve Orta Asya’daki mezhep çatışmalarına etkisini göz ardı ediyor. Özellikle onun İslam dünyasında bıraktığı iz, yalnızca zaferlerle değil; belki de en çok bölgesel parçalanmalarla ve tarihsel travmalarla anlaşılmalı. Bu yönüyle Timur anlatısının bugünkü resmi söylemdeki kullanımı, tarihin seçmeci ve siyasal bir mühendislik süzgecinden geçirildiğinin açık bir göstergesi.

Uluğ Bey’in bilimsel mirası da bugünün Özbekistan’ında vitrinleşmiş durumdadır. Onun yıldız haritaları sergileniyor ama özgür aklı, sorgulayıcı düşüncesi sistemin dışında tutuluyor. Devlet, gökyüzünü göstermekten çekinmiyor ama gökyüzüne bakan aklı teşvik etmiyor.

Uluğ Bey’in mirası, sadece bir gözlemevi ya da yıldız haritası değildir; aynı zamanda otoriteye karşı aklın, geleneksel körlüğe karşı sorgulayıcı bilincin sessiz bir manifestosudur. Ancak bugünün Özbekistan’ında bu miras, yalnızca estetik bir anıya indirgenmiş; içeriği boşaltılmış bir figüre dönüştürülmüştür. Onun bilimsel cesareti, özgür düşünceyi teşvik eden ahlaki duruşu yerine; yalnızca bir “ulusal gurur” vitrini sunulmaktadır. Devlet, gökyüzüne bakmayı gösteriyor ama gökyüzüne neden bakılması gerektiğini unutturuyor.

Şehirde hâkim olan bu tarihsel gösteri anlayışı, bilimi de, dini de simgeleştirip siyasetin hizmetine sunan bir yapıya dönüşmüş durumda. Hafızanın bu vitrinleşmiş hâli, geçmişle kurulan ilişkinin içeriğini değil; biçimini ön plana çıkarıyor.

AKSARAY: HAFIZANIN ORTASINDA KAYBOLAN HAVUZ

Emir Timur’un Semerkand’daki yönetim merkezi olan Aksaray (Oq Saroy), yalnızca bir iktidar mekânı değil; aynı zamanda Timurî mimaride bütünlük, estetik ve kozmolojik düşüncenin birleştiği bir semboldü. Sarayın iki yakasını birbirine bağlayan büyük bir havuz, yalnızca mimari bir unsur değil; göğü yeryüzüne taşıyan, devleti göksel düzene bağlayan bir metafordu.

Ne yazık ki bu havuz, 19. yüzyılda bölgeyi işgal eden Rus yönetimi tarafından yıkılmış; taşları başka yapılarda kullanılmış, Timur’un şehir tasavvurundaki merkez yok edilmiştir. Bugün saray kalıntıları UNESCO’nun koruması altında olsa da, hafızanın merkezindeki bu simgesel boşluk hâlâ kapanmamıştır.

Zira bu havuz, yalnızca taşlarla inşa edilmiş bir su yatağı değil; dönemin dünya görüşünü, şehir mimarisine ve siyasal tahayyüle bağlayan bir ‘anlam kaynağı’ idi. Onun yokluğu, yalnızca fiziki bir eksiklik değil; tarihin nasıl tahrif edildiğinin de bir göstergesidir.

ŞAH-I ZİNDE: GÖSTERİLEN ZİYARET, GİZLENEN ZİKİR

Özbekistan’ın Semerkant şehrinde, sahabi Kusem b. Abbas’ın türbesi etrafında zamanla oluşan yapılar topluluğu olan Şah-ı Zinde Nekrapolü, yalnızca bir ziyaretgâh değil; aynı zamanda yüzyıllar boyunca oluşmuş bir dinî ve mimarî hafıza alanıdır. “Yaşayan Şah” anlamına gelen bu ad, İslam’ın Orta Asya’daki ilk taşıyıcılarından biri olan Kusem b. Abbas’ın varlığını bugüne taşırken; onun etrafına inşa edilen yapılar, yalnızca taş değil; dua, zikir ve tefekkürle yoğrulmuş bir zaman mekân dokusu sunar.

Ancak günümüz Şah-ı Zinde’si, bu manevî yoğunluktan oldukça uzaklaşmış durumda. Külliye artık bir zikir ve dua mekânı olmaktan çıkmış; Instagram karelerinin fonuna dönüşmüş hâlde. Ziyaretçiler, dua ve içe yöneliş yerine, poz ve görselliğin peşinde. Türbeler, geleneksel irfanın saklandığı yerler olmaktan çıkıp; turistik objeler hâline indirgenmiş durumda.

Tüm bu dönüşüm, Özbekistan’da tasavvufun ve Ehl-i Sünnet mirasının nasıl folklorikleştirildiğini gösteren önemli bir örnektir. Zikir bastırılmış, gösteri teşvik edilmiştir. Sessizliğin çağrısı yerine, flaşların patladığı yüzeysel bir görsel sunum öne çıkmıştır. Tasavvufun özü olan içsel derinlik, burada yerini dışsal temsillere bırakmış; gelenek, tefekkürle değil, tüketimle anılır olmuştur.

Bu yüzden Şah-ı Zinde, artık bir “dirilik” değil; sessiz bir hatırlama çağrısıdır.

TAŞKENT: PARLAK CADDELERDE SESSİZ BİR REJİM

Taşkent, modernliğin parıltılı yüzü ile otoriterliğin sessizliği arasında sıkışmış bir başkent. Sovyet estetiğinin geometrik soğukluğu, İslami sembollerin dikkatle seçilmiş temsilleriyle harmanlanmış. 1966’daki büyük depremin ardından yeniden inşa edilen şehir, rejimin kendi modernleşme vizyonunu yansıtmak için ideal bir vitrine dönüştürülmüş.

Yeni yollar, geniş caddeler, düzenli parklar ve devasa meydanlar… Her şey bir düzen hissi veriyor. Ancak bu düzen, toplumsal katılımın değil; yukarıdan dayatılan bir disiplinin ürünü. Devlet aklı burada halkın hafızasını yeniden tasarlamakta, estetik üzerinden bir kontrol alanı inşa etmektedir.

Taşkent’te kamusal alanlar düzenli, caddeler temiz, yapılar modern. Ancak bu düzen, halkın siyasal katılımı, örgütlenme özgürlüğü ve ifade hürriyetiyle değil; yukarıdan inşa edilmiş bir steriliteyle sağlanıyor. Resmî söylemin dışına taşan her sivil oluşum potansiyel tehdit olarak algılanıyor. Dijital alanda dahi eleştirinin sınırları belirsiz değil, oldukça net çizilmiş durumda. Sosyal medya platformları izleniyor, yurttaşlar arasında “görünmez otosansür” giderek yaygınlaşıyor. Modern şehircilik görüntüsü, bu yüzden demokrasiye değil; denetime ve gözetim toplumuna işaret ediyor.

Taşkent’te gözle görülür biçimde organize edilen dini anlatı da bu tasarımın bir parçasıdır. Camiler, türbeler ve medreseler restore edilmiştir; ancak bu restorasyon, bir ihya değil, bir yeniden biçimlendirme sürecidir. Nakşibendîlik ve Mâtürîdîlik gibi geleneklerin sembolleri görünürdür ama ruhları susturulmuştur.

Tren istasyonlarında Timur’un portreleri yer alır; devlet dairelerinde Uluğ Bey’in sözleri sergilenir. Ancak bu sözler, yalnızca geçmişin “zararsız” birer estetik unsuru olarak dolaşımdadır. Eleştirel düşünce, sorgulama, toplumsal bilinç gibi geleneksel İslam düşüncesinin temel yapı taşları, sistem dışına itilmiştir.

Taşkent’te İslam, bir anlamda “müzelenmiş”tir. Camiler ibadet yeri olmaktan çok, görsel disiplinin bir parçasına; ilim gelenekleri ise yaşayan düşünce değil, sessiz objelere indirgenmiştir.

Taşkent’in asıl çelişkisi burada belirginleşir: Geçmiş, görünür ama konuşamaz hâldedir. Devlet, tarihî kimliği modern bir otoriteyle yeniden üretmekte; taşları parlatmakta ama sesi kısmaktadır. Bu yüzden Taşkent, yalnızca bir başkent değil; sessizliğin örgütlü biçimde yönetildiği bir hafıza laboratuvarıdır.

makale-ara-fotograf-3

PARLATILMIŞ TAŞLARIN GÖLGESİNDE REJİM GERÇEĞİ

Bugün Özbekistan, dış dünyaya reformlar ve modernleşme söylemiyle tanıtılan; içeride ise denetimli sessizlikle yönetilen bir rejim deneyimlemektedir. Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev’in 2016’da iktidara gelişi, ilk başta bir bahar havası estirmiş; İslam Kerimov dönemine kıyasla daha açık, daha reformcu bir görüntü sunulmuştu. Ancak aradan geçen yıllar, bu açılımın sınırlarını da, niyetlerini de açıkça ortaya koymuştur.

Modern otoriterlik, artık tanklarla değil; kalkınma paketleri, turizm projeleri ve restore edilmiş medreselerle yürütülmektedir. Özbekistan bu yeni dönemde, görünürde reformcu; gerçekte ise otoriter karakterini koruyan bir yönetim modelini inşa etmiştir.

Ülkede bağımsız medya kuruluşlarının sayısı son derece sınırlıdır. Rejimi eleştiren gazeteciler, ya sessizleştirilmekte ya da sistem dışına itilmektedir. Muhalif siyasi partiler sadece kâğıt üzerinde vardır; çoğu zaman iktidarın çizdiği sınırlar içerisinde var olmalarına izin verilir. Yurttaş katılımı ise kurumsal değil; gözetim altındaki sadakat düzeyinde teşvik edilir.

KARAKALPAKİSTAN OLAYLARI: REFORMUN SINIRI

2022’de Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’nde yaşanan olaylar, rejimin ‘reform sınırı’nın nerede başladığını ve nerede bittiğini çok net şekilde ortaya koymuştur. Bölgenin özerklik statüsünün kaldırılmasına dair anayasa değişikliği tasarısı üzerine patlak veren protestolara karşı uygulanan sert müdahale, yüzlerce kişinin gözaltına alınması ve internetin haftalarca kesilmesi, devletin, çoğulculuğu tehdit olarak gören ve mutlak denetim dışında kalan her sesi bastırma refleksi, bu olayla birlikte bir kez daha gözler önüne serilmiştir

Karakalpakistan’daki anayasa değişikliğine karşı başlayan protestolar, yüzlerce kişinin gözaltına alındığı, onlarca insanın yaşamını yitirdiği kanlı müdahalelerle bastırıldı. Özbekistan hükümeti, bu olayları “bölücülükle” ilişkilendirse de, asıl mesele, yerel halkın kendi geleceği üzerinde söz sahibi olma talebiydi. Olaylardan sonra birçok gazeteci, avukat ve insan hakları aktivisti susturuldu ya da cezaevine gönderildi. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü, bu süreci ‘ciddi hak ihlalleri ve keyfi tutuklamalarla’ tanımladı. Bu vakalar, reform söyleminin demokratikleşmeden ziyade uluslararası imaj yönetimi için kullanıldığını gözler önüne seriyor.

İslami yapılar, özellikle de tasavvufî cemaatler ve Mâtürîdî gelenek gibi rasyonel düşünce damarları, rejim tarafından ya baskılanmakta ya da denetim altına alınarak “makbul” ve “zararsız” formlara indirgenmektedir. Dindarlık, rejimin belirlediği alanlarda ve semboller düzeyinde kalmalıdır. Eleştirel düşünce, ahlaki sorumluluk, toplumsal uyanış gibi İslam’ın tarihsel dinamikleri sistematik biçimde törpülenmiştir.

Bugünkü Özbekistan’da, türbeler restore edilmiştir ama fikir yasaktır. Medreseler açılmıştır ama düşünce özgürlüğü hâlâ bir hayaldir. Devlet, İslam’ı temsil etmeye çalışmakta; ama o İslam, bir ruh değil, bir makyaj işlevi görmektedir.

Hive’de, Buhara’da, Semerkand’da ve Taşkent’te göz alıcı restorasyonlar yapılmakta; ama bu taşlar yalnızca parlatılmakta, konuşmalarına izin verilmemektedir. Hafıza mekânları, geçmişle bağ kurmak için değil; geçmişi kontrol etmek için inşa edilmektedir.

Özbekistan’ın “yeniden doğan Türk-İslam mirası”, aslında devlete sadık bir hatıraya dönüştürülmekte; içeriği boşaltılmış, siyasi muhalefetten arındırılmış, estetikle terbiye edilmiş bir miras olarak sunulmaktadır.

Gerçekte ise bu taşların gölgesinde, hâlâ konuşulamayan hikâyeler, bastırılmış hafızalar ve görünmez kılınan hakikatler vardır. Ve bu hakikatler, parlatılmış hiçbir restorasyonla silinemez.

SONUÇ OLARAK: HAFIZANIN SESİYLE KONUŞMAK

Hive, Buhara, Semerkand ve Taşkent… Bu dört şehir, sadece taş ve tuğladan örülmüş yapılar değil; aynı zamanda bir medeniyetin belleğidir. Ancak bugün, bu kadim şehirlerin taşıdığı tarihî yük, estetik restorasyonların arkasında susturulmakta, hafıza yönetimi bir “devlet sanatı”na dönüştürülmektedir.

Özbekistan’da geçmişe dair kurulan anlatı, büyük oranda seçici bir tarih mühendisliğine dayanıyor. Timur’un ihtişamı öne çıkarılırken, Uluğ Bey’in aklı susturuluyor. Nakşibendî geleneğin estetik boyutu vitrine konulurken, onun içsel devrimci çağrısı bastırılıyor. Mâtürîdîliğin aklî mirası hatırlatılıyor ama o aklın özgürlük talebi hâlâ gölgede bırakılıyor.

Oysa bir medeniyet, sadece geçmişi süsleyerek değil; onunla yüzleşerek, muhasebesini yaparak, eleştirel bir hafızayı diri tutarak ayağa kalkabilir. Aksi hâlde hatıralar, hatırlama ayinine; inançlar, folklorik ritüellere; şehirler ise gösterişli boşluklara dönüşür.

Bugün geldiğimiz yerde, artık yalnızca Mâtürîdî-Nakşî çizgiyi yeniden ihya etmek değil; onu da sorgulamak, bugünün sorunlarına karşı nasıl bir fikrî ve toplumsal zemin kurabileceğimizi yeniden düşünmek gerekmektedir. Tarihe methiye düzmek değil; tarihle yüzleşmek, hesaplaşmak, eksiklerini ve imkânlarını birlikte görmek zorundayız.

Zira Hafıza sadece anmak değil; hatırlamakla birlikte anlamaktır. Anlam kurmak, bugünü geçmişin gölgesinde değil; onun eleştirel ışığında inşa etmektir.

Bir coğrafya sadece sınırlarla değil; hafızayla yaşar. Kimlik dediğimiz şey, toprağa düşen adımların, taşlara sinen duaların ve hatırlama biçimlerimizin toplamıdır. Bu yüzden unutulmuş her şehir, susturulmuş her gelenek, aslında kendimizden eksilen bir parçadır. Özbekistan’a yaptığımız bu yolculuk, geçmişin yalnızca hatırlanacak değil; yeniden konuşulacak, tartışılacak ve sahiplenilecek bir çağrı olduğuna dair derin bir sezgi bıraktı bizde.

Bugün bu topraklarda susturulan yalnızca geçmişin sesi değil; geleceğin alternatif ihtimalleridir. Hive’nin taşları, Buhara’nın medreseleri, Semerkand’ın yıldızları ve Taşkent’in caddeleri—hepsi bize yalnızca estetik değil, bir fikrî derinlik bırakmıştı. Ancak bu derinlik, politik yararcılıkla törpülenmiş, selefîleştirilmiş ya da vitrinleştirilmiş bir hâle getirilmiş durumda. Bu yüzden, bu coğrafyanın mirasına sahip çıkmak yalnızca bir kültürel korumacılık değil; aynı zamanda siyasî bir bilinç, tarihsel bir yüzleşme ve yeni bir İslamî tahayyül inşa etme çağrısıdır. Türkistan’ın taşları konuşmak istiyor. Ama yalnızca geçmişi anlatmak için değil; bugünü sorgulamak, geleceğe dair bir çağrıda bulunmak için.

Bu yolculuk, bize bir kez daha gösterdi ki:

Eğer geçmiş susarsa, gelecek tek sesli olur.

Eğer taşlar yalnızca fotoğraf fonuna dönüşürse, fikirler de turistikleşir.

Eğer geçmiş yalnızca gururla anılır ama dersle hatırlanmazsa, gelecek sadece tekerrür olur.

Bugün hem Türkiye’de hem İslam coğrafyasında ihtiyaç duyduğumuz şey, geçmişin romantize edilmiş değil; sorumluluk yükleyen bir versiyonudur.

Medeniyet, sadece inşa edilen değil; hatırlanan ve sorgulanan bir şeydir.Ve her sorgulama, yeni bir dirilişin eşiğidir.

RECEP KARAGÖZ KİMDİR

1999-2001 yılları arasında Almanya merkezli HDR’nin başkanlığını, 2009-2017 yılları arasında ise MAZLUMDER’in Genel Başkan Yardımcılığı ve Genel Sekreterliği görevlerini üstlenen Recep Karagöz’ün, çok sayıda ulusal ve uluslararası yayında makaleleri yayımlanmıştır.

YORUMLAR (10)
10 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir