Özellikle son 22 yılda, kalkınma stratejisi uzun vadeli hedeflerden uzaklaştı. Kaynakların büyük kısmı altyapı ve inşaat yatırımlarına yöneldi. Kısa vadeli büyüme göstergeleriyle övünülürken yüksek teknoloji, sanayi dönüşümü ve eğitim ihmal edildi. Böylece Türkiye, orta gelir tuzağından çıkış fırsatını kaçırdı; genç nüfusunun dinamizmini üretken bir vizyonla bütünleştiremedi.
Kalkınma yalnızca ekonomik göstergelerle ölçülemez; vizyon, kurumsal düzenleme ve stratejik kararlılık olmadan hiçbir toplum kalıcı bir yükseliş yakalayamaz. Literatürde sıkça vurgulanan “kalkınma devleti” yaklaşımı, devletin ekonomiye yön verici, özel sektörü teşvik edici ve toplumu ortak bir milli hedef etrafında toplayıcı rolü sayesinde sürdürülebilir büyümeyi mümkün kılar.
Buna karşılık, vizyon eksikliği ve günübirlik popülist tercihler, ülkeleri orta gelir tuzağına sürükler. Hedef, bir ülke için pusuladır: toplumsal enerjiyi birleştirir, kaynakların yönünü belirler, devleti de uzun vadeli vizyonla buluşturur. Tarih bize defalarca gösterdi: Güney Kore “Japonya’yı yakalayıp geçeceğiz” dedi ve altmış yıl içinde dünya ekonomisinin devleri arasına girdi. Çin, “2049 Çin Rüyası” ile küresel güç konumunu inşa ediyor. Singapur, “Asya’nın finans merkezi” olma hedefiyle küçük bir adadan dev bir ekonomi çıkardı.
Türkiye ise 1950’lerde kişi başına düşen gelir açısından Kore’nin önünde başlamasına rağmen, vizyonunu kaybederek geriye düştü. Bugün hâlâ düşük verimlilik, sınırlı sanayi dönüşümü ve yapısal reform eksiklikleri tartışmalarıyla meşgulüz.
GÜNEY KORE’NİN MUCİZESİ VE TÜRKİYE’NİN KAYIP YILLARI
1960’ların başında Güney Kore, savaşın harabiyetinden çıkmaya çalışan fakir bir ülkeydi. Kişi başına gelir yalnızca 158 dolardı. Ancak devletin önüne koyduğu hedef açıktı: “Japonya’yı yakala ve geç.” Bu hedef sadece bir slogan değildi; eğitim politikalarından sanayi yatırımlarına, ihracat stratejilerinden teknoloji transferine kadar her adımı yöneten bir vizyondu.
Eğitime büyük kaynak ayrıldı. Devlet sanayiye planlı biçimde yön verdi. Teknoloji yatırımları sıkı disiplinle desteklendi. Sonuç: Samsung, Hyundai, LG gibi küresel devler doğdu. Altmış yıl içinde ülke, 158 dolarlık gelirden 34.000 doların üzerine çıkarak “Kore mucizesi”ni yarattı.
Türkiye’nin hikâyesi ise çok farklı bir yola savruldu. 1950’lerde biz Kore’den daha zengindik; kişi başına milli gelirimiz onların birkaç katıydı. Ama pusulamızı kaybettik. Değişen siyasi öncelikler, tutarsız makroekonomik politikalar ve kurumsal zayıflıklar yüzünden kalkınma istikrar kazanamadı. Eğitim reformları yarım kaldı, sanayi politikaları sürekli değişti, bilime ve teknolojiye yapılacak yatırımlar altyapı ve prestij projelerinin gölgesinde bırakıldı.
Özellikle son 22 yılda, kalkınma stratejisi uzun vadeli hedeflerden uzaklaştı. Kaynakların büyük kısmı altyapı ve inşaat yatırımlarına yöneldi. Kısa vadeli büyüme göstergeleriyle övünülürken yüksek teknoloji, sanayi dönüşümü ve eğitim ihmal edildi. Böylece Türkiye, orta gelir tuzağından çıkış fırsatını kaçırdı; genç nüfusunun dinamizmini üretken bir vizyonla bütünleştiremedi.
Bugün Kore, dünyanın ileri teknoloji merkezlerinden biri; Türkiye ise hâlâ 10 bin dolar eşiğinde sıkışıp kalmış durumda. Bu tablo sadece rakamların değil, vizyonun gücünün kanıtıdır. Kore hedef koydu ve başardı. Biz ise günübirlik politikaların bedelini ödedik.
TÜRKİYE VE GÜNEY KORE: EKONOMİK GÖSTERGELERDE AYRIŞIM
1950’lerde Türkiye kişi başına yaklaşık 1.500 dolarlık gelir seviyesindeyken Kore yalnızca 158 dolar düzeyindeydi. Bugün tablo tersine dönmüştür: Kore 34.000 doları aşarken Türkiye yaklaşık 10.600 dolarda kalmıştır. Benzer bir farklılık UNDP İnsani Gelişme Endeksi’nde de görülmektedir. Kore 0.92 ile ‘çok yüksek’ kategoride yer alırken Türkiye 0.82’de kalmıştır. Bu göstergeler, yalnızca ekonomik politikaların değil, aynı zamanda stratejik vizyon ve kurumsal kapasite farkının somut bir sonucudur.
Bu tablo, vizyonu olanla olmayanın farkını çıplak gözle göstermektedir.
KÜRESEL ÖRNEKLER: HEDEFİ OLANLAR YÜKSELDİ, OLMAYANLAR YOLDA KALDI
Kalkınma literatürü bu ayrışmayı açıklamak için güçlü çerçeveler sunar. Gerschenkron’un (1962) “gecikmiş kalkınma” tezi, geç sanayileşen ülkelerin avantaj ve dezavantajlarını gösterir. Güney Kore, geç başlamanın dezavantajını planlı devlet yönlendirmesiyle avantaja çevirdi. Johnson (1982) Japonya’yı, Amsden (1989) Kore’yi incelerken kalkınma devletinin piyasa karşısındaki yönlendirici rolünü ortaya koydu. Wade (1990), Doğu Asya’nın başarısının tesadüf değil bilinçli devlet müdahalesi olduğunu gösterdi. Chang (2002) gelişmiş ülkelerin bugün savundukları serbest piyasa reçetelerinin, kendi kalkınma dönemlerinde izledikleri politikalardan farklı olduğunu hatırlattı.
Kuznets (1955) büyüme ile eşitsizlik arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Rodrik (2007) kurumsal kalite ve politika tutarlılığı olmadan kalıcı büyümenin mümkün olmadığını vurguladı. Türkiye’nin son 70 yıllık tecrübesi, özellikle de son 22 yılda derinleşen hedefsizlik, bu teorilerin canlı bir laboratuvarıdır.
Vizyon eksikliği yalnızca Türkiye’nin değil, pek çok ülkenin kaderini belirledi. Arjantin 20. yüzyılın başında dünyanın en zengin ülkelerinden biriyken krizlerle geriye düştü. Nijerya petrol zenginliğini kalkınmaya çeviremedi. Lübnan ve Irak’ta siyasi istikrarsızlık toplumsal çöküşü hızlandırdı. Türkiye de benzer bir riskle karşı karşıya: Atatürk döneminde “muasır medeniyet” ideali bir pusula iken, bugün günübirlik politikalarla bu pusula kaybolmuş durumda.
BİTİRİRKEN: YA YENİ BİR MİLLİ HEDEF, YA SONSUZ PATİNAJ
Kalkınma asla tesadüflerle gelmez; hedefle, vizyonla ve disiplinle gelir. Bunu literatür de teyit eder: Gerschenkron, geç kalkınanların avantajlarını; Amsden, Johnson ve Wade, Doğu Asya mucizelerini; Chang, özgün kalkınma yollarını; Kuznets, eşitsizlik sorununu; Rodrik ise kurumsal kalitenin önemini gösterdi.
Tarih de aynı şeyi söylüyor: Kore hedef belirledi, başardı. Çin uzun vadeli vizyon koydu, ilerliyor. Singapur küçük bir adadan küresel bir finans devine dönüştü. Türkiye ise 1950’lerde bu ülkelerin önünde başlamasına rağmen, pusulasını kaybettiği için yarım yüzyıldır aynı yerde dönüp duruyor.
Bugün hâlâ bir fırsat penceresi var. Genç nüfusumuz, coğrafi konumumuz, sanayi kapasitemiz ve girişimcilik enerjimiz elimizde. Ama bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için yeni bir milli hedef şart. Türkiye’nin en büyük sınavı şudur: Geleceğimizi betona mı gömeceğiz, yoksa bilime mi emanet edeceğiz? Bu tercih yalnızca bugünü değil, yarını da belirleyecek.
Kaynakça:
Amsden, Alice H. 1989. Asia’s Next Giant: South Korea and Late Industrialization. Oxford: Oxford University Press.
Chang, Ha-Joon. 2002. Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective. London: Anthem Press.
Gerschenkron, Alexander. 1962. Economic Backwardness in Historical Perspective: A Book of Essays. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Johnson, Chalmers. 1982. MITI and the Japanese Miracle: The Growth of Industrial Policy, 1925–1975. Stanford, CA: Stanford University Press.
Kuznets, Simon. 1955. “Economic Growth and Income Inequality.” American Economic Review 45 (1): 1–28.
Rodrik, Dani. 2007. One Economics, Many Recipes: Globalization, Institutions, and Economic Growth. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Wade, Robert H. 1990. Governing the Market: Economic Theory and the Role of Government in East Asian Industrialization. Princeton, NJ: Princeton University Press.
