Görüşler

İngiliz İşçi Partisi ‘merkezi’ inşa etmeye çalışıyor

İngiliz İşçi Partisi ‘merkezi’ inşa etmeye çalışıyor

King’s College’da akademik çalışmalarını sürdüren Derin Koçer “İngiltere’de Starmer liderliğindeki İngiliz İşçi Partisi yeniden ‘merkezi’ inşa etmeye çalışıyor. Ama bu defa merkez ortanın oldukça solunda” diyor.

Birkaç yıl önce, Britanya solunda eski İngiliz İşçi Partisi (Labour) lideri Jeremy Corbyn’in rüzgarı eserken, onu destekleyen bir akademisyenle Labour’ın son seçilmiş başbakanı Tony Blair’ın yazdığı bir yazıyı tartışıyordum. Sohbete çıkmaza girince “O hâlâ hayatta mı, yahu” cevabını almıştım. Sol çevrelerin önemli bir kısmı Corbyn’in inanılmaz bir başarıyla birçoklarının ‘radikal’ olarak nitelendirdiği sol siyasi yoluna devam edeceğini, Blair ve benzeri merkez siyaset yapma iddiasındakilerin ise yok olup gideceğini düşünüyordu. Oysa kısa bir süre içinde Corbyn liderliğinde Labour, geçtiğimiz Aralık’ta girdiği seçimde son yüzyılın en kötü sonucunu elde etti. Partinin lideri, kesin sonuçlar açıklanmadan istifasını verdi. Geçtiğimiz Pazar ise Blair, Times gazetesine verdiği söyleşide partinin yeni lideri Keir Starmer ile “düzenli aralıklarla konuştuklarını” söyledi. Corbyn tarafından gelen sesler, Starmer’ı ‘geçmişten gelen bir şeytan’ olarak nitelemeye başladı bile. Ama durum, o kadar basit değil.

Labour’ın siyasi yapısı tartışılırken “İngiliz İşçi Partisi fikirlerden çok değerlerin partisidir” sözü epeyce tekrar edilir. Zira partiye liderlik etmiş her akım, sosyal demokrat ve kamucu değerleri benimsemiştir ama mesele bu değerleri somut politika olarak ortaya koymaya geldiğinde, partinin on yıllardır süren iç savaşı ortaya çıkar. Tudor Jones’a göre bu ‘savaş’, parti tüzüğünün dördüncü maddesi etrafında şekillenir. O madde, Labour’ın geleneksel bir sosyalist parti olarak “üretim araçlarına devletin sahip olması gerektiğini” söylemektedir. Partinin sol kanadı, bu doktrinin dokunulmaz olduğuna inanır. Burada, partinin önemli bir kısmını temsil eden sendikalar önemli rol oynarlar. Diğer tarafta ise partinin ‘sağ kanadı’ olarak tanımlanan ve dördüncü maddenin son kullanım tarihinin geçtiğini iddia eden bir klik vardır. Onlar, serbest piyasanın korunup elde edilen gelirlerle kamuyu önceleyen bir devlet harcama modelinin benimsenmesini savunurlar. Corbyn, solun modern temsilcisiydi; Blair ise sağın. Corbyn, partinin alevi söndüğünde Blair dönemini eleştirerek kitlesini bir arada tutmaya çalışan bir liderdi. Blair ise Labour’ın içindeki sol kanadı kastederek “Partiyi yönetebilmek için önce partiyi kendinden kurtarmak gerekir” demişti.

* * *

Fakat Labour’ı yalnızca iki kanattan ibaret zannetmek, bugün Starmer’ın liderliğini kavramak için yeterli değil. Zira Starmer, her ne kadar Blair ile konuşuyor olsa da liderlik seçim kampanyasında verdiği sözler, Blair’ın ılımlı siyasetiyle yan yana gelemeyecek kadar soldaydı. Örneğin, partinin sağ kanadından beklenmeyecek bir netlikle ‘serbest piyasa ekonomisinin gerektiği gibi çalışmadığını’ söylüyor, yeni ve kamucu bir ekonomik model kurulması gerektiğinde ısrar ediyordu. Ancak parti liderliği için kendisiyle yarışan Rebecca Long-Bailey gibi Corbyn dönemine çuvaldızı batırmamakta ısrar etmiyor, olup biten her şeyi Brexit ile açıklama kolaycılığına kaçmıyor, “1 değil, 3 seçim üst üste kaybettiğimiz kabullenmek zorundayız” diyordu. Oysa Britanya’da ve ada siyasetini izleyen hemen herkeste Starmer’ı partinin içindeki akımlardan birine oturtma çabası hâlâ devam ediyor. Fakat çoğunlukla unutulan nokta, tıpkı genel siyasette olduğu gibi, Labour’da da bir ‘merkez’ var. Starmer’ın da, uzunca süredir pek kimselerin göremediği o merkez siyaseti temsil ettiği söylenebilir -- ve bu, aslında, Starmer’ın zorunda kaldığı bir durum da sayılabilir.

Zira yeni liderin partiyi teslim aldığı siyasi statüko ve parti yapısı, bu akıma ihtiyacı açıkça gösteriyordu. Öncelikle parti, Corbyn döneminde demografik olarak değişti. Yıllardır azalan üye ve aktivist sayısı, solun ateşiyle ve özellikle şehirli gençlerin katılımıyla, tarihi bir yükseliş yaşadı. Corbyn’in yanında duran Momentum gibi radikal sol örgütlenmeler kuruldu, güçlendi. Doğal olarak bu, lideri seçen parti örgütünün sola kaymasına sebep oldu. Zira liderlik yarışına giren bütün adaylar da bunun farkındaydı; kimse ‘makul’ olma gayretiyle sahaya inmedi.

* * *

Genel siyasetteyse Corbyn’in sunduğu okul ücretlerinin sıfırlanması gibi programlar popülerlik yakaladı. Muhafazakâr Parti yönetiminde 8 yıl boyunca kamu harcamalarının kısılmasına tepki açıktı. Zira Corbyn, 2017 seçimlerinde partisinin oyunu beklenmedik şekilde de artırdı. Genel siyasetteki bu değişimi Muhafazakâr Başbakan Boris Johnson da yakalamış, girdiği ve Corbyn’in istifasına sebep olan son seçimlerde partisinin eski politikalarını devam ettirmeyeceğini, devletçi politikaları genişleteceğini vaat etmişti. Bugünlerdeyse ülkenin her köşesine gidecek kamu yardımlarını duyururken Johnson, kendini eski ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve Roosevelt’in kamucu ekonomi paketi ‘New Deal’ ile aynı kefeye koyuyor. Blair da, geçtiğimiz aylarda King’s College London Üniversitesi’nde verdiği söyleşide kendisinin temsil ettiği akımın eskidiğini ve yeni şartlara uygun yeni bir sol siyasete gerek olduğunu kabul etmişti. Bahsettiği yeni şartlar, Corbyn gibi liderlerin de üzerinde durduğu gelir eşitsizliği, iklim krizi gibi meselelerdi.

Ancak Corbyn’in liderliğinin zafer getirememesinin birkaç önemli sebebi vardı: Öncelikle Corbyn, modern Britanya siyasetinin en düşük popülariteye sahip liderlerinden birine dönüşmüştü. Yascha Mounk’un The Altantic’te yazdığı gibi Corbyn, Britanya halkının önemli bir kesiminde ülkesinin geçmişinden utanç duyan, batılı liderleri eleştirirken solcu diktatörlere destek veren, ülkesinin geleneksel değerleriyle örtüşmeyen bir lidere dönüştü. Bunun ne kadar gerçeği yansıttığından ziyade, algının hakikatle yer değiştirdiği söylenebilir. Zira Corbyn ve gölge kabinesi, ne medyada ne de geleneksel siyasi kurumlarda koalisyonlar kuramadı, yalnız kaldı. Öte yandan, her ne kadar Corbyn’in ileri sürdüğü sol politikalar toplumun önemli bir kesimince destek görmüş olsa da, partinin ilan ettiği iki manifestoda da radikal politikaların tamamının aynı anda uygulanabileceği izlenimi veriliyordu. Bu da birçok insana gerçekçi gelmedi.

* * *

Bir diğer faktör ise özellikle Brexit’in tetiklediği ‘kültür savaşı’ydı. Sınıf siyaseti yapma iddiasıyla yola çıkan, partisindeki radikal solun sesi Corbyn, Avrupa’ya dair söz söylemek (ki geldiği gelenek AB karşıtıydı), göçmen meselesinden özgürlükçü bir dille bahsetmek zorunda kaldı. Bu da, onun sol hayalleriyle beslenen genç Labour destekçileriyle partinin kemik seçmenini oluşturan işçi sınıfı arasında bir çatışmaya sebep oldu. Zira ‘kızıl kemer’ olarak bilinen ve adanın endüstri şehirlerinden oluşan kemik İşçi Partisi seçmenleri, bu kültür savaşında Brexit’ten yana oy kullanmıştı; Corbyn ile siyasete ilgi duymaya başlayanlar ise Avrupa’dan yanaydı. Bu bölünmüşlüğün sonucunda Corbyn, bütün ülke Brexit’ten bahsederken sessiz kalabildi; konuştuğundaysa net bir söylem oluşturamadı. Son seçimlere “Brexit’i halledelim” mesajıyla giren ve referandumda ‘çıkalım’ diyenlerin sesi olan Muhafazakârlar, kızıl duvarı yıktı. On yıllardır Labour’a oy veren seçim bölgeleri, Aralık’ta Muhafazakârların mavisine boyandı.

Gelinen noktada Starmer’ı, “Corbyn’in devamı” olarak nitelemek de yanlış; “Blair’ın dönüşü”nden bahsetmek de. Aslında yeni Labour liderinin çizdiği vizyon, Blair’ın profesyonelleştirdiği siyaset yapma üslubuyla, Corbyn’in yakaladığı ama potansiyeline çıkaramadığı sol dalgayı bir araya getirmek için çabalayacakmış gibi duruyor. Bu, Starmer’ın politika üretimi konusunda başdanışmanı Claire Ainsley’nin yazdığı “Yeni İşçi Sınıfı” kitabından da anlaşılıyor. Ainsley, siyasetin uzunca bir süre görmezden geldiği endüstri şehirlerinde insanların geleneksel siyasi yapılara duydukları öfkeyi ve hayatlarında özümsedikleri değerleri anlatıyor. Şunu tahmin etmek güç değil: Starmer’ın ana hedefi, bu altyapıyı kullanarak -toplumun ihtiyaç duyduğu- sol politikaları, Corbyn döneminde kaybedilen kemik Labour seçmenine anlatacak. Kültürel ayrışmanın sesi olmayacak. Zira “Black Lives Matter” protestoları Londra’ya ulaştığında ve ülkenin birçok noktasında ırkçı tarihle özdeşleştirilebilen heykeller protestocular tarafından yıkıldığında Başbakan Johnson, Starmer’ı da Corbyn’i alt ettiği ‘kültür ringi’ne çıkarmaya çalıştı. Başaramadı. Görünen o ki Starmer, liderlik seçimleri sırasında da verdiği iki temel mesaja, “parti içinde birlik” ve “yeniden seçim kazanabilmek” iddiasına sadık kalıyor. Stratejisi de sonuç veriyor: Liderliği devralalı henüz birkaç ay geçmiş olmasına rağmen, son anketlerde Başbakan Johnson’dan daha popüler bir siyasetçi olduğu görülüyor.

* * *

Partinin sol kanadının liderliğinde Labour, henüz hiç iktidara gelemedi. Solun baskın olduğu 80 ve 90’larda adayı aralıksız 18 yıl Muhafazakârlar yönetti. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Winston Churchill’i yenerek başbakan olan Clement Attlee, sağ kanadın merkeze yakın isimlerindendi. Blair ve liderliğini yaptığı New Labour hareketi, sağı modernize etme iddiasıyla yola çıkmıştı. Wilson ise iki kanadı bir araya getirerek partide merkezci, siyasette sosyal demokrat olarak hareket etmişti. Starmer’ın kendisine örnek aldığı lider sorulduğunda açıkça “Harold Wilson” cevabını vermesine şaşırmamak gerek. Merkezin sola kaydığı bir dönemde Starmer, partiyi de kendi merkezinde tutabilirse, Corbyn döneminde kültür savaşına kaybedilen oyları da geri kazanabilir. Aslında Britanya politikasında yakın geleceği ve Labour’ın kaderini de bu iddiada başarılı olunup olunamayacağı belirleyecekmiş gibi gözüküyor.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir