Görüşler

Siyaset dondu mu?

Siyaset dondu mu?

Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Sosyolog Hatem Ete “Türkiye’nin mevcut siyasal durumunu sadece kimlik siyasetine ve temsil ilişkisine referansla açıklamak eksik olur” değerlendirmesinde bulunuyor.

George Orwell “Balinanın Karnında” başlıklı denemesinde, kutsal kitaplarda ve mitolojik anlatılarda darlık-bolluk, sıkıntı-ferahlık diyalektiğine referansla “umut aşılamak” üzere anlatılan Yunus kıssasını, özündeki umudu ortadan kaldırarak, sıkıntının sürekliliğini vurgulamak üzere yeniden kurgular. Mitolojik anlatıda yeniden diriliş için katlanılması gereken geçici-süreli bir sıkıntıyı vurgulamak üzere kurgulanan “balinanın karnı” metaforu, Orwell’da “sürekli ve bitimsiz karanlık” duygusunu pekiştirmek üzere yer alır.  

Türkiye’deki mevcut siyasi durum, pek çok insanı, “mutlu son” vaat eden mitolojik anlatılardan uzaklaştırıp Orwell’ın yeniden kurguladığı karamsar anlatıya inandırmış durumda.  

BALİNANIN KARNINDA 

Bu duyguyu besleyen birçok gösterge mevcut. İktidar da muhalefet de gidişattan memnun olmadıkları halde tatmin edici bir çıkış bulamıyorlar. Siyaset tıkanmış durumda. Uzunca bir süredir, siyasetin mesaisini, toplumun gündelik sorunlarından çok kimlik siyasetini veya ittifak denklemini beslemeye yönelik polemikler oluşturuyor. Seçmenin oy verme tercihi üzerinde etkili olması beklenen pek çok gelişmeye rağmen, seçmenin siyasi parti eğilimlerinde anlamlı bir değişime rastlanmıyor. İktidarın oyları -beklenen düzeyde- düşmediği gibi, muhalefetin oyları da -beklenen düzeyde- artmıyor.  

Siyasal donma halini yansıtan örnekler çoğaltılabilir.  Meselenin özü, Türkiye siyasetinin -iktidarı ve muhalefetiyle- tıkanması ve seçmen davranışlarında ciddi bir durağanlığın yaşanıyor olmasıdır. Bu durumu ciddi bir anomali olarak görmek gerekir.  

Bu anomali neden yaşanıyor ve nasıl devam edebiliyor?  

Bu soruya cevap vermeye yönelen genişçe bir literatür oluşmuş durumda. Kimi iktidarın medya üzerindeki hakimiyetine, kimi sosyal yardımların etkisine, kimi siyasi baskılara dikkat çekiyor. Bu literatür, yaşanan gerçekliği kısmi olarak açıklasa da yukarıdaki soruyu -büyük oranda- cevapsız bırakıyor.  

Bu yazıda, Türkiye’deki mevcut siyasi anomalinin kimlik siyaseti, ittifak yapısı ve siyasal alternatifsizlik dinamikleri üzerinden işlediği öne sürülüyor.  

TEMSİLİN DÖNÜŞÜMÜ 

Siyasal donmayı besleyen birinci dinamik, kimlik siyaseti ve bunun üzerinden işleyen siyasal kutuplaşma olgusudur. Türkiye’de kimlik siyaseti, iki-üç yüzyıllık dinamiklerle beslenen sahici ve somut siyasi, toplumsal ve kültürel bir zemine yaslanmaktadır. 18. Yüzyıldan başlayarak, devlet (yöneticileri) tarafından devleti güçlendirmek üzere alınan modernleşme kararının elitisit ve batıcı bir eksende ilerlemesi, demokratik siyasal mücadelenin ve devlet-toplum ilişkilerinin doğasını şekillendirmiştir.  

Türkiye’de siyaset, kültürel ayrışmalar, özellikle de dini ve etnik fay hatları üzerinden işlemiştir. Birçok araştırma, toplumun siyasetle ilişkisinin ve bu çerçevede seçmenin oy verme tercihinin, büyük oranda, bu zemin üzerinden işlediğini ortaya koymaktadır. 1950-60 arasında merkez-çevre, 1965-1980 arasında sağ-sol isimleriyle ön plana çıkan bu kültürel damarlar, 1990’lardan itibaren etnik ve dini kimlik eksenleri üzerinden siyasal sahnede yer almışlardır. Nitekim bugün yüzde 10 üzerinde oy alan beş siyasi parti de dini ve etnik aidiyetler üzerinden tarif edilebilir.  

Türkiye’de temsil her zaman kimlik ile ilişkili olmuştur ancak kimlik siyaseti hiçbir zaman seçmen-siyaset ilişkisinin tek dinamiği olmamıştır. 2000’lere kadar, temsil ilişkisinin belirleyici dinamiği kimlik olmakla beraber, merkez partiler etrafında örgütlenen büyük seçmen kümeleri, kimliğin yanısıra yöneldikleri partilerden yönetsel performans ve ekonomik kalkınma da beklemişlerdir. Teveccüh gösterdikleri siyasi partilerde bunu göremedikleri veya daha iyi bir alternatife rastladıkları zaman da tercihlerini değiştirmekten geri durmamışlardır. 1987-2002 arasındaki 5 genel seçimin her birinde birinci gelen partinin değişmesi, seçmen tercihlerindeki dinamizmi göstermektedir.  

Ancak 2000’lerden bugüne temsil ilişkisinin doğasını dönüştüren iki önemli kırılma yaşanmıştır. Temsil ilişkisinin kimlik siyaseti üzerinden don(durul)duğu mevcut siyasi işleyiş, modernleşme sürecinin belirleyici olduğu son 2 yüzyıllık dinamiklerden beslense de asıl olarak bu dinamiklerin 2000’lerden sonra yaşadığı dönüşümün sonucudur.   

KİMLİK SİYASETİ 

Türkiye’de temsil siyasetinin doğasını dönüştüren ilk kırılma, 1990’larda soğuk savaşın son bulmasıyla küresel trendlerle uyumlu bir şekilde kimlik taleplerinin siyasallaşması ve bu talepleri taşıyamayan merkez siyasetin zayıflamasıyla yaşandı. 1950’lerden itibaren, şehirleşme, eğitim, ekonomik faaliyetler gibi sosyo-ekonomik dinamikler üzerinden büyüyen ve güçlenen orta sınıfların siyasallaşması ve görece küçük bir kesimin gündeminde yer bulan demokrasi, değişim, özgürlük taleplerini benimsemesi siyasetin doğasını değiştirdi.  

Türkiye’de kimlik siyasetinin siyasal yansımalarını keskinleştiren unsur, devletin bu sosyolojik dönüşümü yanlış okuyarak, dini ve etnik talepleri asayiş ve güvenlik üzerinden yönetmeye yönelmesi oldu. Bu sosyo-politik dönüşümü yönetmek yerine şeriat ve bölücülük tehdidi olarak kodlayıp bastırmaya çalışma teşebbüsü, siyaseti ve siyasal sosyolojiyi yapısal olarak dönüştürdü.  

2002 seçimleri, 1990’lardaki kimlik krizinin 28 Şubat süreci üzerinden laik-dindar gerilimine dönüştürülmesinin de etkisiyle, temsil ilişkisini AK Parti ve CHP üzerinden sadeleştirirken, 2007 seçimleri de eksik kalan etnik/milliyetçi temsil boyutunu MHP-DTP üzerinden tamamladı. Böylece, toplum, ittihatçı-Kemalist ulus-inşa projesinin yol açtığı kimlik mücadelesini iki eksen üzerinde konumlanan dört siyasi parti temsilinde sadeleştirdi.  

AK Parti, çok partili hayat boyunca, kültürel bir muhalefet diline yaslanan temsil ilişkisini kimlik ve performans, demokrasi ve kalkınma taleplerini eklemleyerek siyasal bir dile dönüştürdü. Bir yandan, merkez sağ partilerin kalkınma vaadinin yanısıra kimlik partilerinin özgürlük ve demokrasi vaadini de karşılayarak 1960’lardan itibaren bölünen/ayrışan merkez sağ kitleyi -büyük ölçüde- aynı çatı altında birleştirdi. Öte yandan, merkez sağ geleneğin cılız itirazlara rağmen razı olduğu vesayet sistemiyle mücadele etti. Böylece, merkez sağın kültürel muhalefet damarına kimlik aşısı yaparak siyasallaştıran AK Parti, her seçimde oyunu arttırarak, Türkiye siyasi parti sisteminin -ilk defa- hâkim parti olgusuyla tanışmasına yol açtı. 

AK Parti’nin ordu ve yargı başta olmak üzere siyaseti ve siyasi iradeyi baskılayan aktör ve kurumlarla yaşanan gerilimleri “kapalı kapılar ardında yürütülen müzakereler/pazarlıklar” olmaktan çıkararak kamusallaştırması ve seçim ve/ya referandum süreçleriyle topluma taşıması temsil ilişkisini siyasallaştırarak güçlendirdi. Bu süreç, toplumu siyasallaştırdığı ölçüde, kimlik siyasetinin temsil ilişkisindeki payını arttırdı.  

BEKA VE KORKU SİYASETİ 

2012 sonrası dönemde, temsil ilişkisini dönüştüren ikinci bir kırılma yaşandı. Bu kırılma kimlik siyasetine endeksli temsil ilişkisini tahkim ederken, temsil ilişkisinin performansla bağını da zayıflattı. Bu dönemin siyasetini belirleyen esas dinamik, vesayet-sonrası Türkiye’nin sistem ve kimlik arayışı üzerine yaşanan mücadele oldu. Mücadelenin kabaca üç taraf arasında yaşandı. Erdoğan/AK Parti, vesayet sisteminin geriletilmesinden rahatsız olan kesimler ve vesayet sisteminin geriletilmesinde rol oynasalar da yeni sistemin Erdoğan/AK Parti eliyle kurulmasından endişe duyanlar. Bu üç aktör/kesim arasında, vesayet-sonrası Türkiye’nin muhtemel parametreleri üzerine yaşanan mücadele, başka birçok iç ve dış gelişme ile eklemlenerek siyasetin rotasını ve Erdoğan/AK Parti iktidarının siyaset anlayışını değiştirdi.  

FETÖ bu dönemde yaşanan Gezi, Suriye’deki gelişmeler ve terör dalgasının yükselmesi gibi birçok gelişmenin “operasyon” parantezine alınmasını, operasyon kurgusunun iktidara yönelik her türlü siyasi-legal eleştirileri veya iktidarı zora sokan her türlü iç ve dış gelişmeyi kuşatmasına yol açtı. FETÖ müdahalelerinin siyasette ve toplumda yarattığı şok, “olağanüstü” dönem algısının pekişmesine yardımcı olarak, iktidarın operasyonları bertaraf etmek üzere siyasi-hukuki denklemi zorlayacak tedbirler geliştirmesini kolaylaştırdı.  

15 Temmuz darbe teşebbüsü, bu sürecin zirve noktasını teşkil etti. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir liderin darbe teşebbüsüne boyun eğmeyerek direnişe çağırdığı toplumun desteğiyle darbeyi püskürtmesi, Erdoğan etrafında inşa edilen savunma hattının meşruiyetini tahkim etti. 15 Temmuz bir milattı. 2013’te başlayan bu olağan üstü sürecin hem zirvesi hem de finaliydi. Erdoğan 2013’te başlayan mücadeleyi tartışmasız bir şekilde kazanarak, “istisna” halinin sağladığı hukuk-üstü/ötesi yetkilerle “operasyonel odakları” tasfiye etme imkanına kavuştu.  

Erdoğan bu süreçte hem kendisinin hem de Türkiye’nin gidişatını doğrudan etkileyen iki önemli tercihte bulundu. İlk olarak, siyaseti normalleştirmek ve toplumsal barışı sağlamak yerine kutuplaşmayı derinleştirerek olağanüstü dönem algısını süreklileştirmeye yöneldi. İkinci olarak da 15 Temmuz’un sembolize ettiği çarpık siyasal düzeni onaracak kurucu bir siyasal perspektif ile yeni bir Anayasaya yönelmek yerine iktidarı şahsileştirerek maksimize etmeyi sağlayacak bir hükümet sistemi değişikliğini tercih etti.  

Bu tercihler Erdoğan’ın da Türkiye’nin de gidişatını doğrudan etkiledi. Bu dönemin temsil ilişkisi açısından en önemli yansımaları; kutuplaşma, negatif kimliklenme ve kimlik siyasetinin güçlenmesi dolayısıyla temsil ile performans arasındaki bağın zayıflaması oldu.  

TEMSİLİN PERFORMANSTA KOPMASI 

2013-14 döneminde başlayan sürecin en önemli yansıması, Erdoğan ve AK Parti’nin, toplumla ve kendi tabanıyla ilişkisini sorun çözme, adalet ve/ya kalkınma vadetme üzerinden değil her gün yeni başlıklarla beslenen beka ve korku siyaseti üzerinden kurgulaması oldu.  

Erdoğan her iktidarın ihtiyaç duyduğu meşruiyeti ve rıza üretimini performans beklentilerini yeniden formatlandırarak sağlamaya yöneldi. Performans gündelik ihtiyaçları veya daha iyi bir yaşam beklentisini karşılamaya yönelik politikalardan öte korku ve beka endişesini giderecek askeri güç, teknoloji ve başarı ile karşılanmaya başlandı. 2013 yılından bugüne Erdoğan Türkiye’nin ve bölgenin istikrarsızlaşma riskini yaygın bir siyasal psikolojiye dönüştürerek, askeri operasyon ve “başarılara” ağırlık veren “güçlü Türkiye” algısına yatırım yapıyor.  

Bu yeni temsil ilişkisinde, gündelik sorunların çözümü veya sosyo-ekonomik dinamikler neredeyse tamamen işlevsizleşmiş durumda. Erdoğan ekonomiden dış politikaya, eğitimden sağlığa bir iktidardan beklenebilecek herhangi bir performans kriteri üzerinden hesaba çekilmeden, tabanıyla ilişkisini korku ve beka siyasetine endeksli bir temsil kurgusu üzerinden yürütüyor.  

Performansın seçmen-siyaset ilişkisinde belirleyici bir dinamik olmaktan çıktığı, toplum-siyaset ilişkisinin kimlik siyaseti ve kutuplaşma üzerinden donduğu bu temsil anlayışı, Türkiye siyasi tarihinde daha önce tecrübe edilmeyen bir anomali üretiyor. Temsilin donması olarak nitelendirdiğimiz mevcut siyasi anomali, iktidarın açık performans kaybına rağmen oy tercihinde anlamlı bir değişimin yaşanmayışından kaynaklanıyor.  

Bu anomalinin en önemli kaynağını temsil ilişkisindeki kırılmalar oluşturuyor. Ancak, Türkiye’nin mevcut siyasal durumunu sadece kimlik siyasetine ve temsil ilişkisine referansla açıklamak eksik olur. Bu anomaliyi daha doğru analiz etmek üzere, iki yeni dinamiğin açıklama çerçevesine eklenmesi gerekir: ittifak siyaseti ve siyasi alternatifin olmayışı. Bu iki dinamik, siyasetin doğal mecrasında işlemesini engelleyerek siyasal anomali olarak nitelendirdiğimiz donmuş temsilin süreklileşmesine yol açıyor.  

Bu iki dinamiğin siyaset üzerindeki etkisine yarın devam edelim…. 

HATEM ETE KİMDİR?  

Lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde yapan Hatem Ete, 2007-2008’de doktora araştırma bursuyla Columbia Üniversitesi’nde bulundu. 2008-2014 arasında SETA’da Siyaset Araştırmaları Direktörlüğü, 2014-2017 arasında da Başbakan Başmüşavirliği yaptı. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Öğretim Üyesi ve Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü olarak görev yapmaktadır. 

240620200302384362235.jpg

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir