Toplum ve siyasetten kaçış…
Türkiye’de topluma ve siyasete dair “post mortem” okumalar her zaman revaçtadır. Dönemlere cesetler gibi bakılır. Beden, hayatı, yaşadıkları, yaptıkları, mücadelesi bir yana itilerek, bu son haliyle özdeşleştirilir.
“Ölümü yüceltme” veya “kopuş” fikrinin cazibesidir bu.
Bu hal, bir seçkin türünde, ideolojik bakışın zihin üzerinde kurduğu tekelle karşımıza çıkar. İdeal toplum, mutasavver toplum anlayışına uygun “gerçeklik” peşinde nafile koşmanın bir türevidir denilebilir buna. Hayalindeki toplumu bulamayan, karşılaştığı gerçeği bu hayalin önünde bir engel olarak görür ve ona öfke duyar. Öyle olunca düşüncenin kodlarını siyasete mesafe ve toplumla kavga oluşturur. Elinde mercek her yerde sınıf kavgası arayan veya Batı tipi kurum, devlet arayan pek çok yazar, çizer, akademisyen, Sezer Tansuğ’un “camide fresk arayan adam” örneğinde olduğu gibi, onu bulamadıkları oranda o değer sistemiyle, onu taşıyan toplumla ve toplulukla kavgaya tutuşurlar.
Ancak her anlamda yenilgiye mahkumiyet açıktır.
Bu nedenle bu tür seçkin için bir darbe, bir iflas, bir sarsıntı üzerinden gelen her kuvvetli dalgalanma, bir kopuş olarak algılanır. Zira kopuş fikri, algısı, sanısı soluk aldırır. Böylece yeniden başlarlar. Doğal olarak bu başlangıç, bir önceki evreye, yenilgi dönemine, o dönemin tüm akıl yürütmelerine dair mutlak bir reddiyeyi içerir. Her kopuş ve ret halinde olduğu gibi “yeni” aslında düne tepkiyle şekillenmektedir.
Bu öykü kendisini biteviye yeniler.
Bugün öne çıkan muhalif fikirlerin temel özelliklerinden birisi yine bu.
Bir önceki yazıda, 1990’lar ve 2000’leri, siyaset ve etkileşim fikrinin, içeriden değişim umudunun öne çıktığı yıllar olarak tanımlamıştım. Özeti şu: Bu dönemde siyasi alan tartışmasız bir şekilde genişledi, ancak bunun iki paradoksal sonucu oldu. Bir yandan, “kimlikler arası temas ve görece melezleşme, kimlik-birey ilişkisinde ikincisi lehine nispi özgürleşme, laikçilikten laikliğe doğru hareket, askeri vesayetteki meşruiyet örselenmesi, Kürt meselesinde çözüm fikrinin doğuşu, tarih-toplum yüzleşmesi”, toplum-siyaset ilişkisine dair yeni kazanımlar oldular. Ancak öte yandan bu alan genişlemesi, güç kavgalarının, iktidar savaşlarının zemini oluşturdu. Bir siyasi partinin önce siyasi mekanizma, daha sonra toplum üzerinde tahakküm kurmasına vesile oldu. Son 20 yıl tüm evreleriyle böyle bir çerçevede karşımıza çıkar.
Bugün kimi muhalif düşünce dalgaları, enerjilerini, işte bu döneme tavırlarından, bu dönem sonrası kopuş iddiasından alıyorlar. Kopuş zira, itiraz ve işaret ettikleri sadece son yirmi yılın tahakküm üreten yönü değil, tüm okumaları, arayışları ve hipotezleridir.
Belirgin ortak özellikleri, bu çerçevede, bir önceki dönemde öne çıkan hususlara, siyasete, etkileşime ve kültürel imalı toplumsal hassasiyetlere mesafeli durmak.
Kültürel belirleyenlerin ve kimlik iddiasının iflası ve anlamsızlığını iddia ediyor, kimi ideal şablonlara tekrar el atıyor, sosyo-ekonomik olana geri dönüşü, sınıfsal vurguları, modernist anlayışın kurumsallaşma modelini yeganeleştiriyorlar.
Ne var ki, bu anlayışı tanımlayan dalga ve çabalar, örneğin post-kemalizm tartışması, eğitimsel burjuvazinin doğuşu ve toplumsal hükümranlığı iddiası, birey davranışlarında ekonomik rasyonellik varsayımı, 1915’e resmi bakışı restore etme gayreti, temel olarak, her şeye rağmen bir önceki dönemle ve onun negasyonuyla ilgili.
Sadede geleyim…
Bir önceki, 2000’lerin siyaset ve değişim merkezli, kaba taslak ilk 15 yılını özetleyen yazımı şöyle bitirmiştim: “Türkiye’nin temel meselesi dünden bugüne değişmemiştir. Siyaset, siyasi alanın demokratik yapılanması asıl mesele olmaya devam ediyor. Peki, öyle mi?..”
Yanıt ortada. Günün yükselen anlayışı bu sürekliliği, hatta siyasetin erdemini reddediyor. Yerine, bir tür zamane ilerlemeciliğini, kendiliğinden muhalefeti, kendiliğinden iktidar olma arayışını koyuyor. Siyasi sorunlara, kesimler arası etkileşim siyasetine mesafe alıyor. Bu cenahta düşüncedeki siyasetsizlik ile pratikte siyasetten kaçma arasında bir korelasyon oluşuyor.
Umut kırıcı...