‘Kendine ait bir Roma’

Mevlânâ’dan çok zaman Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, hatta bazan kısaca Rûmî diye söz ederiz. Eskiler Monlâ-ı Rûm da derlerdi. Eşrefoğlu Rûmî, Ebü’l-Hayr-ı Rûmî ve daha birçok önemli şahsiyet aynı nisbeyle anılır. Fuzulî Leyla vü Mecnun mesnevisinin hemen başında Kanuni’nin ordusuyla Bağdat’a gelen iki şairden, Hayalî ve Taşlıcalı Yahya Beylerden Rum ülkesinin zarifleri diye söz ettikten sonra şöyle devam eder: “Rûmî ki dedik kaziyye ma’lûm”, yani “Rûmî dedik, anlayınız işte, zarif ve seçkin adamlardır.”

Avrupalılar, Anadolu’yu 11. yüzyıl sonlarından başlayarak Türkiye (Turchia, Turquie), Osmanlı Devleti’ni de Türk İmparatorluğu (Turcicum Imperium, Turkish Empire) diye anmış, Müslüman yazarlarsa Roma’nın Arapça söylenişi olan “Rum”da ısrar etmişlerdir: Diyâr-ı Rûm, İklîm-i Rûm, Milket-i Rûm, Hıtta-i Rûm vb. Bu tercihin 19. yüzyıla kadar devam ettiğini, Ziya Paşa’nın bile Harabat’ta Osmanlı şairlerinden “şuara-yı Rûm” diye söz ettiğini, mesela Bağdatlı Ruhi’ye hitap ederken “Meydân-ı suhande yoğiken sen gibi bir er /Bir şâir-i Rûm oldu sana şimdi berâber” dediğini hatırlatmak isterim.

***

Unutmadan kaydetmeliyim: Rum, Arapçada “Romalı” anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de “Rûm” isimli bir sure vardır.

Fuat Köprülü gibi bazı Türk tarihçileri Rûmî tabirine bir açıklama getirmeye çalışmışlarsa da, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu tabiri şiir ve yazılarında asıl mânâ ve muhtevasını bilerek kullanan Yahya Kemal’dir. “Türk İstanbul” başlıklı yazısında, Anadolu’ya niçin Diyâr-ı Rûm yahut İklîm-i Rûm denildiğini, “Roma ile bizim aramızda din, ırk, an’ane gibi hiçbir alâka yoktur. Ancak asker ve fâtih bir millet olmak gibi bir benzerlik vardır. Roma adının bize bir vasıf oluşu Roma’nın vaktiyle sahibi olduğu memleketlerin vârisi olduğumuzdandır,” diye açıklayan Yahya Kemal, “Diyâr-ı Rûm Ne Demektir?” başlıklı yazısında da, “Birçok farkları düşünmek şartıyle, bir putperest Roma, bir Hıristiyan Roma, bir de Türk-İslâm Roma manzarası görmek mümkündür,” diyor.

***

Bu, İlber Ortaylı’nın “Üçüncü Roma”sına benzer bir fikirdir.

Halil İnalcık, Yahya Kemal’den biraz farklı düşünmektedir. Rahmetli hocamıza göre, Rum, sadece coğrafî bir terim değil, gerçek bir insan ve kültür kaynaşmasıdır. Hıristiyan Rum olsun, Müslüman Türk olsun, hepsi bu kaynaşmada transformasyona uğramıştır. Başka bir ifadeyle Rûmîlik, dinler ve etnik gruplar üstü bir birlikteliği ve ortak şuuru ifade etmektedir. Kısacası bir Osmanlı “melting pot”undan, yani aynı potada erimişlikten söz etmek mümkündür.

Kaynaklar kurcalandıkça çetrefil bir hâl alan bu mesele, Michel Balivet, Cornell H. Fleischer, Salih Özbaran Hakan Erdem ve Cemal Kafadar gibi modern tarihçiler tarafından daha kapsamlı bir şekilde tartışılıyor. Bu konuda ilk okunacak kitaplar şunlar: Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli – Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994; Salih Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği, 14.-17. Yüzyıllarda Rum/Rumi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, 2004; Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005; Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine, Metis Yayınları, İstanbul 2017.

Bu yazıyı Cemal Kafadar’ın kısa bir süre önce okuduğum Kendine Ait Bir Roma isimli kitabı vesilesiyle yazmak ihtiyacını hissettim.

Uzun giriş bölümünde vatan, il, yurt, ulus, ulus, kavim, millet, soy gibi kavramları irdeleyen Kafadar, kitaba ismini veren ikinci bölümde “Diyar-ı Rum neresidir? Rûmîlik tam olarak kimleri tanımlar? Tarihte kimlere Rûmî denmiştir? Rûmîliğin Roma kimliği veya kültürüyle ilişkisi nedir? Bu tanımlar, Bizans İmparatorluğu’nun mirasıyla ne kadar ilişkilidir?” gibi sorulara cevap arıyor. Bu çetin soruları Türkçeye İki Cihan Aresinde adıyla çevrilen (ve galiba yakınlarda yeni bir çevirisi yayımlanacak olan) Between Two Worlds (1995) isimli kitabında değinen Cemal Kafadar’a göre, Küçük Asya’daki diğer halklar gibi Osmanlılara da “Rûmî” denilmiştir. Bu, Doğu Roma topraklarında oturanlar anlamına geliyordu ve esas itibariyle cağrafî bir isimlendirmeydi. Ancak, merkezî İslam dünyasından bakıldığı takdirde, bir sınır bölgesi olan Rûm’un Müslüman Türk sakinlerini diğer Türklerden ve Müslümanlardan farklı kılan özellikler vardı. Yani bugün Anadolu ve Rumeli dediğimiz bölgelerde “Kendine Ait Bir Roma” inşa edilmişti.

***

Kafadar, tamamını özetleyemeyeceğim düşüncelerinin yanlış anlaşılması endişesiyle, bu küçük kitabının sonunda şunları söylüyor:

“Bu yazdıklarını ‘Rûmî’ sözcüğünü milliyetçiliklerin aşırılıklarına karşı bir panzehir olarak sunmak, onu ‘Türk’ ve ‘Osmanlı’ya mekanik bir alternatif olarak geri kazanma ya da ‘Romalı-olarak Türkleri’ Avrupalı kimliğine katma çabasına girmek apaçık romantizm olacaktır. Ne var ki zaruri sayılan ulus, din ya da devlet-merkezli kategorileri sorgulayarak tarih yazarken, başka şeylerin yanı sıra, ‘Rûmî’lik anlayışında cisimleşen modernlik öncesi kimlik kavramsallaştırmalarının daha derinlikli bir arkeolojisinde yararlanılabilir ve böylece ele aldığımız çoğul ortamlardaki ‘kendim/iz ve başkaları’ kavrayışlarının serüvenini daha iyi anlayabiliriz.”

Evet, her meseleyi bütün peşin hüküm ve kanaatlerimizi paranteze alarak tartışabilmeliyiz. Kendine Ait Bir Roma, okunması gereken önemli bir kitap.

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum