Edebâli menkıbelerinden geriye ne kalır?
Edebâli’nin Osmanlı beyliğindeki konumu ve oynadığı rol hakkında Osmanlı kaynaklarından bağımsız bir kaynak bulunmamaktadır.
Muhakkak ki bugün “Edebâli” hakkında “bir şeyler” biliyoruz. Erken Osmanlı tarihinin malum kaynak sorunlarına rağmen, daha sonraki Osmanlı müelliflerinden günümüzün romancılarına kadar bu bilginin genişlemesine katkıda bulunanlar çoktur. Bir de tanım gereği, kaynak değeri açısından daha farklı bir yerde konumlandırdığımız arşiv kayıtları var. Yalnız, sırf bir arşiv belgesinin üzerinde bulunuyor diye herhangi bir bilgiyi eleştiri süreçlerinden muaf kılmamak gerekiyor. Tabii ki arşiv kayıtlarının hepsi aynı değerde olamaz ve tarihçinin süzgecinden geçip gideceklerin sayısı hiç de az değildir.
Geçen yazımda, Uzunçarşılı’nın bulduğu 1577-78 tarihli bir mühimme defteri kaydında, III. Murad’ın ağzından Osman Bey’in Edebâli’nin kızını nikâhladığına dair bir göndermede bulunulduğuna değinmiştim. Böyle bir kaydın olması belki, Osmanlı toplumunda erken kroniklerin verdiği bir haberin o tarihe kadar nasıl yaygınlık kazandığını işaret edebilir, ama 1280’lerde vuku bulduğu rivayet edilen bir olayın gerçek olup olmadığını tesbit etmek için 1577 çok geç bir tarihtir. En son kertede, böyle bir kayıt, o kaydı tutan kâtibin “tarih” kültürünü gösterir.
Edebâli’nin Bilecik’teki zaviyesi hakkında en erkeni 1487’ye giden tahrir kayıtlarında “Ede Şeyh”in, Osman’ın kayınpederi olduğuna dair bir şey söylenmediğini de gördük. Dahası, çok daha eski, çağdaş bir belge olan 1324 tarihli Mekece Vakfiyesi’nde, Osman Bey’in eşi Mal Hatun’un babası, Edebâli değil de Ömer Bey adında biri olarak görünmektedir. Bu kişinin “Bey” olarak anıldığına bakarak önemli biri olduğunu düşünebilir ve kızını Osman Bey’e vermesinde de siyasî bir ittifak unsuru arayabiliriz. Ama sahip olduğumuz bilgilerin bugünkü ışığında tahminlerimizin makul sınırı da ancak bu kadardır. Kaldı ki, Ömer Bey’in beyliğini, Osman’ın kayınpederi olmasına borçlu olması, kızının evliliğinden sonra kayıtlarda böyle anıldığı da eş derecede geçerli bir ihtimaldir. Yarın yeni kayıtlar, belgeler, rivayetler ortaya çıkarsa o zaman bakışımız da tabii ki değişir. Söylemeye de pek gerek yok ama tarih araştırmaları geçmişten kalan ve eşyanın tabiatı gereği sınırlı olan bütün kaynaklar ortaya çıkarıldıktan sonra da devam edecektir.
Aslında, Neşrî’nin Cihânnümâ’sında, diğer hiçbir kronikte olmayan bir şekilde, Osman Bey’in, Edebâli’nin kızı olmayan bir kadınla evlendiğine dair ipuçları içeren bir rivayet vardır. Fakat Edebâli’nin kızıyla evlilik hikâyesini de Âşıkpaşazâde’den alarak verdiği ve üstelik önce “Mal Hatun” sonra Âşıkpaşazâde gibi “Malhun” adını kullandığı için bu iki rivayet birbirine iyice karışmış durumdadır. Ona göre, Osman Gazi, gençlik zamanlarında Eskihisar’a (Eskişehir) giderken İtburnu köyünde gördüğü Mal Hatun’u beğenmiş ve babası Ertuğrul’dan gizli adam göndererek evlenme teklif etmiş. Mal Hatun da, “Biz kandan, sizün gibi ‘âlî cenâb kandan. Aramızda kifâet yok” diyerek bu teklifi reddetmiş.
Evlenecek taraflar arasında denklik olmadığını söylediği için, sathî bir okumayla, Mal Hatun’un ailesinin Osman’ın ailesinden daha aşağıda bir statüsü olduğu, bunun da babasının bey olamayacağına işaret ettiği ileri sürülebilirdi. Ne var ki, metnin gidişinden, Mal Hatun’un bu gerekçesinin gerçekliği çok yansıtmayabileceğini de öğreniyoruz: “Zirâ eytmişler kim maksûdı heman birkaç gün musâhabetdür”. Yani, birtakım aracılardan öğrenmiş ki Osman’ın niyeti birkaç günlük bir gönül eğlencesidir!
Hikâyenin kalanı da hoştur. Teklifine olumsuz cevap alan Osman Bey, Eskişehir Beyi’nin meclisinde âşık olduğu kadını ve onun kendisini nasıl reddettiğini anlatırken Mal Hatun’ı çok övmüş. Bey, görünürde kızı Osman’a almaya söz vermiş ama gönlünden de kendisi için almayı geçirmiş. Osman Bey, Mal Hatun’ı biraz fazla övdüğünü ve Eskişehir Bey’inin niyetini anlayınca hemen adam gönderip onu kaçırtmış, yakınlarının yanında güvenli bir yere göndermiş ve kendisi de İnönü Beyi’nin yanına gitmiş. Eskişehir Beyi durumu anlayınca çok kızmış ve Osman’ı yakalaması için Sultanönü Bey’ini göndermiş. Kendisi hakkında verelim- vermeyelim tartışması yapılırken Osman Bey, kardeşi Gündüz ve arkadaşlarıyla İnönü’de kendilerini kuşatanların elinden kurtulmuş ve Söğüt yolunu tutmuş. Yolda kendisine gelip katılanlar çoğalınca da aniden geri dönerek Eskişehir Beyi’nin adamlarıyla savaşmış, onları yenmiş ve “Harman-Kaya kâfirlerinin tekvurı Köse Mihal’i” esir etmiş. Fakat “bahadır” olduğu için Mihal’i öldürmeye kıyamamış ve serbest bırakmış. Mihal ise kendine bağlı olanlarla birlikte Osman’ın gönülden nökeri ve gerçek dostu olmuş.
Buradan, Köse Mihal’in, yerel bir Bizanslı lorda değil de yakınındaki Eskişehir Bey’ine bağlı olduğunu, dolayısıyla da Osman Bey’in nökeri olmadan önce de bir Müslüman beyin hizmetinde olduğunu anlıyoruz, ama dağılmayalım. Neşrî’nin bu hikâyesinden konumuz açısından çıkaracağımız sonuç ise, kimin kimle denk olduğu konusu da bir yana, Osman’ın bu evliliğinin bir rüya sonucu ve Edebâli’nin kızıyla olmadığıdır. Neşrî, Âşıkpaşazâde’nin anlattığı çok daha efsanevî unsurlar içeren diğer hikâyeyi olduğu gibi kabul ediyor ama Âşıkpaşazâde’nin ulaşamadığı veya ulaşıp beğenmediği başka bir kaynaktan gelen hikâyeyi de anlatmadan edemiyor.
Edebâli hakkında Osmanlı tarih geleneğinin zaman içerisinde oluşturduğu diğer “bilgiler” arasında Karamanlı olduğu, tahsil için Şam’a gittiği, döndüğünde Bilecik’te bir zaviye kurduğu, zengin olduğu, çok iyi bir fıkıh bilgini olduğu, dolayısıyla da sadece bir mutasavvıf olmayıp Bilecik’in ilk kadısı ve Osmanlı beyliğinin ilk müftüsü olduğu gibi hususlar bulunmaktadır. Kroniklerden başka, Taşköprizâde’nin Eş-Şaka’ikü’n-Numaniyye’si, onun, Mecdî tarafından yapılan Hadâikü’ş-Şakaik adındaki tercümesi ve başka bir XVI. Yüzyıl biyografi kaynağı olan Kefevî Hüseyin’in Ketâibü A’lâmi’l- Ahyâr adlı eserinden Edebâli hakkında söylenenleri özetleyen Ahmet Yaşar Ocak ise yerinde ve eleştirel bir tavırla bunların çoğu hakkında şüphe belirtiyor ve itiraz ediyor.
Ocak, Edebali’nin “Baba İlyas halifesi olmasının” klasikleşmiş bilgileri sorgulatacak bir durum yarattığı düşüncesindedir. Ona göre, “bizim geleneksel tarihçiliğimizde Şeyh Edebalı’nın büyük bir fıkıh alimi ve dolayısıyla da ‘Osman Gazi’nin hukuk danışmanı’ olduğu yolundaki önkabulün” sorgulanması gerekmektedir:
“Kitaplarını Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu bir devirde, Kanuni Sultan Süleyman zamanında yazan her iki müellif [Taşköprizâde ve Kefevî Hüseyin], eserlerinin (sic) Osmanlı kuruluş döneminde yaşamış ulema ve şeyhleri, bu güçlü devletin ‘şanına yakışır’ bir üslupla sunmuş, bu arada ister istemez gerçek kimliklerini de deforme etmişlerdir.”
Modern öncesi dönemdeki tarihçilerin, kendi dönemlerinden yola çıkarak geçmiş hakkında anakronistik hükümler vermeleri gayet iyi bilinen bir olgudur. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, yukarıda andığımız Neşrî’ye soracak olursanız Makedonyalı İskender, Hint padişahı “Fur” (Porus) ile olan savaşında top kullanmıştı… Dolayısıyla, 16. Yüzyıl müelliflerinin, kuruluş döneminin ulema ve şeyhlerinin kimliklerini deforme etmiş olmaları büyük ihtimaldir. Yalnız bu konuda ufak bir çekincem olacak, Ocak hocamız, Taşköprizâde / Mecdî’den gelen Edebâli’nin fakihliği bilgisini sorgularken, “İlginç olan şu ki bu derecede ileri seviyede fakih olan Şeyh Edebalı’dan günümüze herhangi bir eser ulaşmamıştır. Ondan bahseden diğer kaynakların yalnızca sûfilik yönünü vurgulayarak Osman Gazi ile ilişkilerini anlattıkları Şeyh Edebalı’nın fakihliği konusunda herhangi bir mâlumat vermemeleri dikkat çekiyor” gözlemini yapıyor.
Gözlem tabii ki geçerlidir ama yazarların kimlikleri ve eserleri arasında her zaman birebir bir ilişki olmayabiliyor. Bir “fakih” olduğunu bütün kaynakların söylediği Tursun Fakih’ten de fıkıh üzerine herhangi bir eser kalmamış, fakat gazavatnâme türünde kurgusal mesneviler kalmıştır. Aynı şekilde Baba İlyas’ın soyundan gelen ve bir şeyh olan Âşıkpaşazâde’den de tasavvuf üzerine bir eser değil başlangıcından kendi zamanına kadar olan olayları konu edinen bir kronik kalmıştır.
Ocak’ın, Edebâli’nin bir ahî olduğu konusundaki itirazlarına ve onun ahi değil bir Vefâî şeyhi olduğu yolundaki görüşlerine daha önce değindim ve ahilik ile Vefâîliğin birbirlerini dışlamalarının gerekmediğine dair de bir yazı yazdım. Dolayısıyla bu konuyu biraz kısa geçebiliriz. Ocak’ın ahilik konusundaki itirazlarının 2006 tarihli “Türkiye Selçukluları Döneminde ve Sonrasında Vefâî Tarikatı” adlı makalesinde ve Babaîler İsyanı kitabının 2017 tarihli güncellenmiş ve genişletilmiş baskısında iyice güçlendiği görülüyor. Ocak’a göre, Edebâli, “bir Ahî değil, bir sufî”dir, “Şeyh Edebalı’nın ahilikle bir ilgisi bulunmadığı konusunda” itirazları vardır. Taşköprizâde ve Kefevî, Edebâli’nin ahiliğinden hiç söz etmemektedir…
Ocak’ın itirazlarının nirengi noktasını Edebâli’nin Babaî bağlantısı oluşturuyor ve anlaşılan o ki biri Babaî ise ahî olamıyor:
“O bir Ahî şeyhi değil, esasen bir Babaî şeyhi idi. Bu çerçevede, kanaatimizce Ahîlerin katkısının sorgulamaya açılması gündeme gelmektedir. Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda Âhiler’in önemli katkısı olduğu tezi, yine uzunca bir süre Osman Gazi’nin kayınpederi ve ‘ünlü bir Ahî şeyhi’ olarak kabul edilen Şeyh Edebalı üzerine kurulu idi.”
Dolayısıyla, Edebâli’nin ahî değil de Babaî olduğunun gösterilmesiyle, Osmanlı beyliğinin kuruluşunda önemli olan grubun da Babaîler olduğunu anlamalıyız. Burada ise yöntem açısından bir kaygım var. Ahîlerin, Osmanlı kuruluşunda önemli rol oynadığı tezi salt Edebâli’nin ahiliğine dayanıyorsa bu muhakkak ki sorunlu bir tezdir. Peki, Edebâli’nin Vefâî- Babaî oluşu kesinkes kanıtlansa bile sırf bundan dolayı, Ahîlerin yerine Babaîleri koymak da eş derecede sorun oluşturmaz mı? Batı Anadolu yörelerine ait en erken tahrir kayıtlarında o kadar ciddî bir ahî mevcudiyeti var ki, Edebâli’nin bir Vefâî şeyhi olduğunun su götürmez bir şekilde kanıtlanmasının hatta Vefâî olanın ahî olamayacağının kabul edilmesinin bile bunların hepsini Vefâî yapmaya yeteceği çok kuşkuludur.
Ocak’ın, gerek Osmanlı kaynaklarında Edebâli hakkındaki bilgilere gerekse modern tarihçilerin onun hakkında geliştirdiği görüşlere mesafeli ve eleştirel durmasını önemsememek mümkün değil:
“Sonuç olarak, Şeyh Edebalı’nın ne ahiliği, ne Osman Gazi’nin kayınpederi ve hukuk danışmanı olduğu, ne de Âhilerin reisi sıfatıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna büyük destek verdiği konusu, ilk Osmanlı tarihçilerinin birer kurgusu olmaktan öteye geçemiyor görünmektedir. Ama onun ileri gelen, nüfuzlu bir Vefâî şeyhi olarak Osmanlı kuruluş yıllarında önemli bir yeri olduğu da herhalde kabul edilmek zorundadır.”
Anlamadığım noktayı açıkça yazayım: Durum bu merkezdeyse, Edebâli’nin ahiliği, ahî reisliği, Osman Gazi’nin kayınpederi ve hukuk danışmanı olduğu hususları ilk Osmanlı tarihçilerinin kurgusuysa, nasıl oluyor da o, hâlâ ileri gelen ve nüfuzlu bir Vefâî şeyhi olabiliyor? Dahası nasıl oluyor da Edebâli’nin, “Osmanlı Devleti’nin ilk yılları içindeki konumunun, bugüne kadar sanıldığından çok daha mühim” olduğunu söyleyebiliyoruz? Kayınpeder değilse, fıkıh bilginliği şüphedeyse, Bilecik kadısı, ilk müftü değilse, Bilecik’in hâsılı ona dirlik olarak verilmemişse Edebâli’nin önemi nereden geliyor?
Bu görüşü ileri sürebilmek, Edebâli’nin, Vefâî- Babaî kimliğiyle Osmanlı beyliğinde önemli bir rol oynadığını söyleyebilmek için erken Osmanlı kaynaklarından bağımsız başka kaynaklara ihtiyacımız var. Maalesef, bu canipte işlerin hiç de parlak görünmediğini söylemek durumundayım. Evet, 14.Yüzyılın ortasına kadar geri giden ve Osmanlı kaynaklarından bağımsız olan Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-Kudsiye’sinde bir Edebâli’nin adı geçiyor ama onun Osmanlı beyliğinde nasıl bir nüfuza sahip olduğunu geçin, Osmanlı beyliğinden hiç bahsedilmiyor ki!
Dolayısıyla geriye tek bir kaynak kalıyor. Bu da, Seyyid Ebu’l-Vefâ El Bağdadî’nin Arapça menâkıbnamesinin Menâkıb-ı Tâcu’l-Arifin Ebu’l-Vefâ adlı Türkçe özet çevirisidir. Ocak, bu metinden, “Osman Gazi tâbe serâhu hazretlerinin kavmi içinde Hazret-i Tâcu’l- Arifin Seyyid Ebu’l-Vefâ kuddise sırruh hulefasından bir aziz var idi Hazret-i Şeyh Edebalı dirleridi” kaydını aktarıyor. Bu çeviri Âşıkpaşazâde’nin damadı Seyyid Velâyet tarafından bir müridine yaptırılmış olduğuna göre, çeviriyi yapan ve belki Âşıkpaşazâde’nin de müridi olan bu dervişin, onun Edebâli’nin ilk Osmanlılar arasında yaşayan bir aziz şeyh olduğu yolundaki kaydından habersiz olma ihtimali ne kadardı acaba?