Fetihten sonra bir rant kavgası

İstanbul’un imarı ve zorunlu iskânı gibi büyük sosyal sonuçları olan bir konunun, Rumlar ve Türkler arasında çekişmeyi içeren etnik bir boyutu da mı vardı?

Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde Ahmed Âşıkî, 15. Yüzyılın sonlarına doğru, dervişlerinin isteğini kırmayarak kaleme aldığı meşhur Tevârih-i Âl-i Osman’ını yazmamış olsaydı ne yapardık bilmem. Osmanlılar hakkındaki en erken rivayetleri derleyen ve Çelebi Mehmed, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devirlerindeki olayları da kendi tanıklığıyla birlikte sunan Aşıkpaşazâde’ye bugünün gözlükleriyle bakınca tam bir sivil toplum tarihçisi görürüz.

17-08/20/20krr11-gorus.jpg

Hartmann Schedel’den İstanbul görüntüsü, 1493.

O dönemde şehnamecilik ve vakanüvislik gibi resmî tarih yazıcılığı makamları zaten yoktu ama çağdaşı pek çok tarih yazarının aksine Aşıkpaşazâde herhangi bir devlet görevinde de bulunmamıştı. Eserini padişah veya bir devlet büyüğüne sunmak amacıyla veya onların arzusu ve yönlendirmesi üzerine yazdığına dair herhangi bir işaret de yoktur. Osmanlı hanedanını sever ama eleştirilerini yer yer padişaha kadar ulaştırır. Onun eserini okurken başkalarından duymadığımız sesler duyarız. Bana öyle geliyor ki dilindeki yalınlık ve samimiyeti ve o dilin yer yer pek sivrilmesini hep bu sivilliğe borçluyuz.

Aşıkpaşazâde tarihindeki bir bölüm, sahibini, dervişlerine menkıbe anlatan bir şeyh olmanın ötesinde, içinde yaşadığı toplumun kavgasına gürültüsüne karışmış kanlı canlı bir kişi olarak teşhis etmemize elveriyor. Söz konusu bölüm, fetihten önce zaten düşüşte bir kent olan, fetihte ise iyice hasar alan İstanbul’un nasıl tekrar imar edildiği üzerinedir.

Değil bugün, 17.Yüzyılda bile zor inanılırdı ama Fatih, vilayetlere şöyle bir haber göndermiş: “Hatırı olan gelsin. İstanbul’da evler, bağlar, bahçeler mülklüğe gelip tutsun”. Aşıkpaşazâde, “Ve her kim ki geldiyse verdiler. Bu şehir bununla mamur olmadı” diyor. Dediği gibi bu gönüllü iskân yeterli olmamış. Fatih de o zaman her vilayetten, zenginden ve yoksuldan evler sürülmesini emretmiş. Kullar yani görevliler “mübalağa evler sürüp” getirmiş. Gelenlere evler verilmiş. Şehir, mamur olmaya başlamış ama bu kez de evler için “mukata‘a” (yıllık kira) koymuşlar. İnsanlar şöyle itiraz etmiş: “Bizi mülkümüzden sürdünüz, getirdiniz. Bu kâfir evlerine kira vermek için mi getirdiniz?” Aşıkpaşazâde, “Ve bazısı avratın, oğlanın bırakıp kaçıp gitti” dediğine göre Fatih’in İstanbul’u zorla iskân projesi hiç de kolay yürümemiş.

Bu noktada ise Fatih’in emektarlarından Kula Şahin devreye girmiş ve şu nasihatta bulunmuş: “Hay devletli sultanım! Atan, deden bunca memleketler fethettiler. Hiçbirinde mukata‘a vaz‘ etmediler. Sultanıma dahi lâyık olan budur kim etmeye”. Padişah da onun sözünü dinlemiş, mukata‘ayı kaldırmış. Her verilen evin mülk olarak verilmesini emretmiş. Aşıkpaşazâde, hikâyenin mutlu biten bu ilk aşaması için; “Bu vech ile olacak şehir dahi mamur olmaya yüz tuttu. Mescitler yapmaya başladılar. Kimi zaviye, kimi mülkler yaptılar. Ve bu şehrin halı geri iyiliğe döndü” diyor.

Buraya kadarı bazı çağdaş kaynaklarda da bir şekilde var ama Aşıkpaşazâde’nin sonrasında anlattıkları hiçbir yerde olmadığı gibi, kurgusu ve kullandığı dilin uzağından yakınından geçeni de yok çünkü etnik boyutu devreye sokuyor, hem de olanca vahametiyle. Telaffuzu biraz günümüze yakınlaştırarak aynen veriyorum:

“Sonra padişaha bir vezir geldi kim ol bir kâfirin oğlu idi. Padişaha gayetde mukarrib (yakın) oldu. Ve bu İstanbul’un eski kâfirleri bu vezirin atası dostlarıydı. Yanına girdiler kim: ‘Hay! Neylersin’ dediler. ‘Bu Türkler gene bu şehri mamur ettiler. Senin gayretin hani? Atan yurdunu ve bizim yurdumuzu aldılar. Gözümüze karşı tasarruf ederler. İmdi, sen hod padişahın mukarribisin’ dediler. ‘İmdi cehd eyle (çalış) kim bu halk bu şehrin imaretinden el çekeler. Ve geri evvelki gibi bu şehir bizim elimizde kala’ dediler. Vezir dahi eydür: ‘Bu şol mukata‘a kim evvel komuşlar idi, anı geri koduralım. Bu halk dahi mülkler yapmaktan çekileler. Bu şehir ol nesneyle gene haraba yüz tuta. Âhır gene bizim tayfamız elinde kala’ dedi. Bir gün bu vezir padişahın kalbine bir münasebet ile ilka etti. Gene mukata‘a ihdas ettirdi. Ve bu muğvî (aldatan, yoldan çıkaran) kâfirlerin birisiyle bir adı Müsülman kul bile koştular. Ve bu muğvî kâfir her ne kim dediyse öyle etti, anı yazdılar.

Sual: Ol vezir kimdir?

Cevap: Rum Mehmed Paşa’dır kim sonra anı padişah it gibi boğdurdu.

(…) Bu mukata‘a sebebinden halk İstanbul’un imaretinden kaçmaya başladılar. (…) Ve şimdiki bu mukata‘a vardır, mukarrer olmasına ol Rum Mehmedi sebep olupdur.”

Böyle miydi gerçekten? Bu tabii ki teorik olarak bir olabilirliktir. Günümüzde dahi etnik çatışmaların önemli bir kısmı bir yere hâkim olma, başkasının elinden alma veya başkasına bırakmama, hatta bu yolda etnik temizlik yapma gibi hususlardan patlak vermiyor mu? Öte yandan, şu yukarıdaki kurgu fazlasıyla komplo teorisi kokmuyor mu? Tekrar mukataa koydurarak Türkleri şehrin imarından vazgeçireceklermiş, şehir de sonunda onlara kalacakmış. Peki, harap bir şehir kimin işine yarardı? Ayrıca, Aşıkpaşazâde’nin bu tanım gereği gizli olması gereken komplo planlarına nasıl muttali olduğu da bir soru değil mi? Bir de ortalıkta henüz Fatih’in Rum Mehmed adında bir veziri yokken ilk mukataayı kimin koydurduğu sorunu var tabii ki…

Dolayısıyla bu aşamada söyleyebileceğimiz, böyle bir kurgunun gerçekliği veya gerçek dışılığından ziyade, Aşıkpaşazâde’nin hadiseye bir de etnik boyut kattığı ve belki kendi samimi algısının da o yönde olduğudur. Bu da Rum Mehmed Paşa hakkında yazdığı diğer her şeyle büyük bir uyum içindedir. Mesela, Rum Mehmed Paşa, sadrazam ve rakibi Mahmud Paşa’nın, Konya ve Larende’den padişahın emrettiği gibi evler sürmediğini Fatih’e haber vermiş: “ Devletli sultanım! Mahmud sürdüğü evleri teftiş edip gördüm. Ekseri fakirlerdir. Ve hem azdır (…) Ve ganilerin (zenginlerini) sürmedi.” Fatih de bunun üzerine “Var imdi sen dahi göreyim ne yazarsın” demiş ve Karaman’dan sürgün yapma işini ona vermiş.

Aşıkpaşazâde, Rum Mehmed Paşa’nın Karamanlıları sürgünde gösterdiği şiddet ve katılığı da onun intikam duygusuna bağlıyor ve padişahın emrinin dışına çıktığını söylüyor:

“Bu Rum vezir İstanbul’un intikamın almaya gayetde müştak idi kim ehl-i İslâm’ı inciteydi. Bu kez fırsat buldu. Elhâsıl-ı kelâm Larende’den ve Konya’dan ziyade evler almaktan muradı Rum vezirin buydu kim ehl-i İslâm’ın evlerin yıktırıp ve rızkların ve düzenlerin bozdurmak idi (…) Rum Mehmed’in vezaretinin evvelki şeytanlığı buydu kim Mahmud Paşa gibi müdebbir veziri kapısından reddettirdi. Müsülmanlara ezâ ve intikam edeydi. Yani kim İstanbul’un acısını ala.”

Rum Mehmed Paşa’nın sonradan Müslüman olmasının onu Aşıkpaşazâde’nin gözlerinde güvenilmez bir duruma getirdiği görülüyor. Fatih’in 1466’daki Arnavutluk seferinden döndüğünde Rum Mehmed’i vezir yapmasını şu dizelerle eleştiriyor:

Bir aceb Rum vezir oldu gene

Şöyle bil kim uğru (hırsız) girdi bu dine

Adını mümin komuştu han anın

Fırsatın gözlerdi gönülde gene

İhtidanın yaygın olmasına rağmen Osmanlı toplumunda, çeşitli dönemlerde, dönmelere, mühtedilere ve devşirmelere şüpheyle bakan başkalarının olduğunu da bu vesileyle kaydedeyim ama müstakil bir konu olduğu için hiç girmeyeyim.

Aşıkpaşazâde’nin eleştirilerinin sadece bu nokta etrafında döndüğünü ise düşünmemeliyiz. Hatta asıl eleştirilenin Rum Mehmed’i vezirliğe getiren padişah olduğu kolayca görülüyor. Padişahın eleştirildiği tek konu ise asla bu değildir. Asıl meselenin padişahın zulmetmesi olduğunu, Aşıkpaşazâde’nin nesrine göre daha karışık olan nazmından izleyebiliyoruz:

Cihanı mamur eden âdil hanlar

Ve ger (eğer) zulm etse hem döküle kanlar

(…)

Şeriatın nizâmı han elinde

Kodı Hak kim ola şer‘i beyanlar

(…)

Âşıkî yaz menâkıb-ı Âl-i Osman

Ki bu âle (hanedana) duâ ede ayanlar

Ne kim ede kişi, kalmaz yanında

Bulur ya oğul, kız tatlı canında

Meseldir bu sözüm denir ezelden

Yazılır cümle âkil divanında

Ne sanırsın bu halka sen yavuzluk

Komaz bil Hak anı cümle canında

Aşıkpaşazâde burada padişahın şeriatı, düzeni korumakla ve adil olmakla yükümlü olduğunu, zulmederse ülkesinde kan döküleceğini ve halka kötülük (yavuzluk) düşünenin Hak katından cezasını göreceğini söylüyor. Padişahın sözünde durmamasını büyük bir sorun olarak gördüğü ise şu dizelerinden bellidir:

“Televvün (kararsızlık) olsa padişah sözünde

Olur memleketi daim ziyanda

Hususa kim kâfir ola veziri

Zarar ister olur daim imanda”

Bu noktada artık söyleyelim ki Aşıkpaşazâde, padişahın bu “renk değiştirmesinden” veya sözünden dönmesinden dolayı zarar görenler arasındaydı ve fetihten sonra kopan bu “mukataa nizaının” veya günümüz deyimiyle söylersek “rant kavgasının” taraflarından biriydi. “Mescitler yapmaya başladılar. Kimi zaviye, kimi mülkler yaptılar” derken meseleyi fazla şahsileştirmemeye çalışarak kendini kastettiğini sanıyorum. Şöyle ki, suriçinde Aşıkpaşazâde’nin ilk kurucusu olduğu ve Âşık Paşa Camii diye büyük dedesinin adıyla anılan bir camii vardır. Semavi Eyice, Aşıkpaşazâde ile damadı ve müridi Seyyid Velayet’in türbelerini de barındıran bu manzumenin bir parçası olan zâviye / tekkenin 20. Yüzyıl başına kadar ayakta olduğunu söylüyor.

“Mülklere” gelince, o kısmı da Halil İnalcık’tan izleyelim (Bkz. Oktay Özel ve Mehmet Öz, Söğüt’ten İstanbul’a, içinde). İnalcık, İstanbul’un fethine katıldığı anlaşılan Aşıkpaşazâde’ye Unkapanı Çarşısı yakınlarında, ünlü âlim Hocazâde’nin evi yanında büyük bir ev verildiğini belirtiyor. Bu ev daha sonra Kürkçübaşı’nın uhdesine geçmiş ve o da hazineye yıllık, bir altına karşılık gelen 48 akçalık bir mukataa ödemiş. Tarihçimizin yine Unkapanı yakınlarındaki Üskübî mahallesinde bir başka evi ve Saru Demirci mahallesinde de büyük bir konağı varmış ve o da ölümünden sonra, 1519’da Sadrazam Piri Paşa’nın kullanımına geçmiş. İnalcık, 1470 tarihli bir vakıf kaydına dayanarak Aşıkpaşazâde’nin Galata’nın ticaret bölgesinde depoları ve dükkânları olduğunu da söylüyor ve Elhac Hamza mahallesindeki bir dükkân için hazineye ayrıca mukataa verdiğini belirtiyor.

Dolayısıyla, Aşıkpaşazâde’nin Rum Mehmed Paşa ve “İstanbul’un eski kâfirleri” dediği gruba karşı olan düşmanlığının arkaplanında böyle bir çıkar çatışması yatmaktadır. Nitekim İnalcık da, Fatih’in vergi ve emlâk konularındaki radikal reformlarından incinen Aşıkpaşazâde’in Rum Mehmed Paşa’ya olan eleştirilerini bu şekilde açıklamaktadır. Bir rant kavgasını etnik terimlerle ifade etmek mümkün olduğu gibi etnik bir anlaşmazlığın ekonomik bir yönü veya temeli olması da imkânsız değildir. Fakat kesine yakın bir şey var, Rum Mehmed Paşa, İstanbul’un harap hâlde kalmasını sağlamak yolundaki “Bizans entrikasına” katılmamıştı. 1471-72’de Üsküdar’da, cami, türbe, medrese, hamam ve imaretten oluşan bir külliye yaptırmış da… Yok, daha ince bir komplo var idiyse ve Paşa, Anadolu’dan suriçine olan göçleri engelleyebileceği en son noktada engellemek ve Üsküdar’ı kalkındırarak İstanbul’u gölgede bırakmak peşinde idiyse o kadarını bilemiyorum artık.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.