II. Bayezid: Türkçe kelimelerle, açık ve anlaşılır yazın

Saltanatı sırasında Türkçe yazılmış tarih kitaplarının sayısı çok artan II. Bayezid, bu kitaplar vasıtasıyla siyasî meşruiyet sağlamak düşüncesindeydi.

II. Murat açık bir Türkçeyle yazılmasını isteyen tek padişah değildi. Torunu II. Bayezid (1481-1512) da benzer bir yaklaşıma sahipti. II. Bayezid’in tarihe ayrı bir önem verdiğini, özellikle de Osmanlı tarihinin toplu ve anlaşılır bir şekilde yazılmasını istediğini de rahatça söyleyebiliyoruz. Merhum Şerafettin Turan’ın dikkat çektiği gibi Ahmedî, Şükrullah ve Nişancı Mehmed Paşa gibi birkaç istisna dışında erken Osmanlı kroniklerinin çoğu II. Bayezid döneminde kaleme alınmıştır. Bu istisnalardan Ahmedî’nin eseri oldukça yalın bir Türkçeyle yazılmış olmakla beraber onun İskender-nâme’sinin sonuna eklenmiş, ayrıntısız, kısa ve manzum bir eserdir. Şükrullah eserini Farsça, Mehmed Paşa ise Arapça yazmıştı.

II. Murad, İbn Kesîr’in genel tarihini Türkçeye çevirtmiş, ayrıca Yazıcızâde de onun döneminde, büyük oranda Reşidüddin, İbn Bibi ve Ravendî’nin tarihlerinden çevirerek, ortaya sade bir Türkçeyle yazılmış bir Selçuklu tarihi koymuştur. Ayrıca onun saltanatında yazılmış bazı Türkçe gazavat-nâmeler de vardır ama II. Murad’ın Türkçe yazılmış, toplu bir Osmanlı tarihine hamilik ettiğini bilmiyoruz. II. Mehmed döneminde de bazı Türkçe tarihlerin yazımına başlanmış olsa bile bunlar II. Bayezid döneminde tamamlanmıştır. Sonuçta, II. Mehmed dönemindeki Farsça, Arapça ve Rumca yazılmış Osmanlı tarihlerinin yanında zikredecek Türkçe bir Osmanlı tarihi yoktur.

Türkçe yazılmış bir Osmanlı tarihi külliyatı görmek için II. Bayezid dönemine bakmak durumundayız. Âşıkpaşazâde, Tursun Bey, Ruhî, Neşrî, Oruç ve Kemalpaşazâde hep bu dönemde eser vermişlerdir. İşte bu külliyatın ortaya çıkışını tesadüf eseri görmemek ve II. Bayezid’in bu konudaki rolünü belirleyebilmek için yeterince kanıtımız vardır. Kendi yazdıklarından yola çıkarsak, yukarıdaki tarih yazarlarından Âşıkpaşazâde ve Tursun Bey’in eserlerini Bayezid’a veya herhangi başka bir kişiye sundukları yolunda bir sonuca ulaşmak imkânı yoktur. Oruç ve Neşrî böyle yapmış olabilir. Özellikle Neşrî’nin, Bayezid’ın istediği gibi bir Osmanlı tarihi yazmaya çalıştığını ve padişaha sunduğunu ileri sürebiliriz. Ruhî ve Kemalpaşazâde ise doğrudan padişahın isteği üzerine birer Osmanlı tarihi yazmışlardır.

II. Bayezid’in niçin Türkçe yazılmış Osmanlı tarihleri ısmarlamış olabileceği sorusunu aklımızın bir kıyıcığında tutarak en garantili olanlardan başlayalım. Tevârih-i Âl-i Osman veya Ruhî Tarihi adıyla bilinen bir Osmanlı tarihi yazan “Ruhî” mahlaslı yazarın kimliği hakkında fazla bir şey bilmiyoruz ve onun Edirneli Ruhî mi yoksa Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin oğullarından Ruhî Fâzıl Çelebi mi olduğu konusunda bir tartışma vardır. Ayrıca, Sayın Yusuf Küçükdağ, Yaşar Yücel ve Halil Erdoğan Cengiz merhumlar tarafından Ruhî’ye atfen yayınlanan Oxford Bodleian nüshasının da ona aidiyeti hakkında şüpheler olduğunu belirtiyor (Bkz., Yusuf Küçükdağ, Ruhî Çelebi, DİA).

Konumuz açısından bu tartışmalara fazla girmemize gerek yok. Her hâlükârda, Bodleian nüshasının yazarının II. Bayezid’in yakın çevresinde bulunmuş biri olduğu görülüyor. “Ruhî”, ailesinin, babadan dedeye Osmanlı hanedanının nimetleriyle beslenip büyütüldüğünü söylüyor. II. Bayezid’den söz ederken “muhaverat-ı şerifeleri” dediğine göre padişahla sık sık sohbet etme imkânına sahip olduğu anlaşılıyor. Bu sohbetler sırasında Bayezid, daha önceki İslâm hükümdarlarının tarihlerinin ve peygamber kıssalarının büyük âlimler tarafından güzel bulunarak kaydedildiğini ve bu yolda pek çok kitaplar yazıldığını söylemiş.

Osmanlı padişahlarının tarihleri ise toplu bir şekilde yazılmamış. Ruhî’nin padişahın sohbetlerinden aktardığı cümle şöyledir: “[A]mma tevârih-i eşref-i selâtin ki Âl-i ‘Osman’dur ibarât-ı ‘ammi’n-nef ‘ ile kemâ-yenbagî cem‘ olmamışdur, olsa müstahsen idi.” Yani, sultanların en şereflileri olan Osmanoğulları’nın, herkesin anlayacağı ibarelerle yazılmış bir tarihi gereği gibi toplanmamış, böyle olursa güzel olurmuş. Burada, Bayezid’in, tarih yazımının siyasî meşruiyet sağlaması konusunda en ufak bir şüpheye bile sahip olmadığını düşünmek durumundayız. Anlaşılan o ki, meydan bütünüyle boş da değilmiş, kimselerin pek anlamadığı ibarelerle / dillerle yazılan bazı Osmanlı tarihlerinin mevcut olduğunu, öte yandan anlaşılır bir dille yazılan tarihlerin de “dağınık” olduğunu bu ifadelerden çıkarmak mümkün.

Ruhî bu istekten ne anladığını yazıyor: “Bu bende-i hakir ma‘nâ-yı mezkûre ıttılâ‘ bâ‘is oldı ki ol tevarih[i] ‘ibârât-ı Türkiyye ile ki Diyâr-ı Rum’da ‘ammi’n-nef‘dür, cem‘ ide.” “Rum ülkelerinde” herkese yararlı veya geçer akçe olan Türkçe ile bir Osmanlı tarihinin yazılmasının istendiğini anlamış ve böyle bir tarihi derlemeye koyulmuş. Osmanlı sultanlarının bilinen hikâyelerinden “sahihleri” özetleme yoluyla eserini meydana getirmiş. Maksadının manayı / içeriği aktarmak olmasından dolayı aceleyle yazdığını ve süslü ifadeler kullanamadığı için kusuruna bakılmamasını söylüyor ve eserinin padişahın yüksek dergâhında beğenilmesini ve onun rızasına uygun olmasını temenni ediyor.

II. Bayezid, herhâlde süslü ve ağır bir dille bir Osmanlı tarihi yazılmasını istememişti. O yüzden Ruhî’nin mukaddimesindeki bu özürleri döneminin yazı yazma kültürünün bir tür kelâm-ı kibarı olarak değerlendirmelidir. Zaten asıl metin, yine çok yaygın olduğu üzere, bu girişteki dilden çok daha anlaşılır, çok daha sadedir. Fikir vermek için küçük bir alıntı yaparak geçeyim. Hemen ilk kısımda, “Selâtin-i mezkûre [Osmanlı sultanları] Oğuz Han oğlanlarından Kayı Han evladındandur. Ve Kayı Han, Oğuz Han’ın ulu oğlı idi ve Oğuz Han şöyle vasiyyet itmiş idi ki kendüden sonra han, Kayı ola didi. Andan sonra Kayı’nın evladı ola…” diyor. Tabii ki daha gidiyor. Ruhî’nin buradaki kaynağının Yazıcızâde olduğunu da hemen belirtelim.

II. Bayezid’in nasıl bir Osmanlı tarihi istediği hususunda Kemalpaşazâde de birinci elden kıymetli bilgiler veriyor. Her padişah için bir “defter” ayırmak suretiyle yazdığı ve sekizinci padişah II. Bayezid’e ilk sekiz defterini sunduğu Tevârih-i Âl-i Osman’ının I. Osman’a ayrılmış olan birinci defterinin mukaddimesinde bu konuyu ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.

II. Bayezid, eğer tarih sayfaları ve güzel şiir meyveleri olmamış olsa, mutlu sultanlar ve ünlü kralların övünç duyulacak hikâyeleri ve meşhur eserleri bunca yıllar boyunca anlatılagelmemiş olsa bunların tamamen unutularak ortadan kalkacağı görüşündeymiş. Kısacası, tarih ve şiir olmazsa, dünyayı fethedenlerin izleri bu dünyadan silinip gidermiş (cihândârlarun âsârı bu cihân dârından nâbedîd olurdı).

Padişah bu açık gerçeği dile getirerek, Kemalpaşazâde’den bir talepte bulunmuş. Kemalpaşazâde’nin orijinal “inşa” tarzı hakkında bir fikir vermek için diline hiç dokunmadan, Şerafettin Turan’ın okuyuşuyla veriyorum:

“Ol lâyıh olan ma ‘nâya binâen şöyle istid‘â etdi ki: Hazret-i şerîfinün ki nâsib-i râyet-i islâmdır, dahi sâhib-i kerâmet olan eslâf-ı kiramınun, câmi‘-i menâkıb-i eşrâf-ı selâtin-i ‘izâmdır, akdâm-ı ikdâm ve eyâdiy-i ihtimamla a‘lâm-ı islâmı ref‘ etmişlerdir, kâffe-i enâmdan mesâyib-i eyyâmı ve nevâyib-i a‘vâmı keff ü def‘ etmişlerdir; beyne’l-enâm meşhur ve elsine-i havâss u ‘avâmda mezkûr olan me‘asirleri ki mefâhir-i eyyâm-ı islâmdır, cerîde-i dühûre ve herîde-i şühûre sebt ola; ol letâyif ile sahâyif-i leyl ü nehâr pür-nigâr olub, ol ferâyid-i fevâ‘idle gerden-i zamân ârâyiş ve ol cevâhir-i zevâhirle gûş-ı çarh-ı gerdân zîynet bula.”

İçerik konusuna yani II. Bayezid’in ne dediğine geçmeden önce biraz soluklanalım. Birkaç yazıdır “Osmanlıca” deyince yalnız bu üslûbu anlayan görüşe eleştirel duruyor ve eskilerde bir zamanlar Türkçe sanki bu noktadaymış da günümüze yaklaştıkça arılaşmış durulaşmış şeklinde bir sadeleştirme resmi çizilmesine de karşı çıkıyorum. Bu, basit bir “yazı dili”- “konuşma dili” meselesi de değildir. Kemalpaşazâde’nin kendisinin hem aynı metin içinde, hem de başka metinlerde şu yukarıdaki alıntıdan farklı bir dille yazdığı vaki olduğu gibi aynı dönemde, onun çok açık, çok yalın yazan pek çok çağdaşı da vardı. Kısacası, mesele, Kemalpaşazâde’nin burada kendisi gibi münşileri düşünerek inşa hünerleri göstermeye girişmesidir.

İçeriğe gelince, kısaca özetleyeyim: Padişah, kendisinin kısmetine düşenin İslâm sancağı olduğunu, keramet sahibi büyük seleflerinin de bu bayrağı yükselttiklerini, halk içindeki kötülükleri giderdiklerini, dolayısıyla onların, dillerde dolaşan ve İslâm’ın övüncü olan güzel işlerinin kayda geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Burada da, kardeşi Cem Sultan’la olan uzun saltanat mücadelesinden galip ama yıpranarak çıkan sultanın, atalarının yönetimlerini ve tabii ki onlara dayanan kendi yönetimini İslâm’a yapılan hizmetlerle meşrulaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Peki, ama II. Bayezid, kendisinin ve hanedanının hizmetinde olacak bir tarih yazımı talep ederken nasıl bir üslûp ve dil kullanılmasını istemişti? E, bunun açık cevabı da yine Kemalpaşazâde’de var:

“Havâss ve ‘avâma nâfî‘-i ‘âmm olmağiçün Türkî mekâlün minvâli üzere rûşen ta‘bir ve tahrîr olına, tekellüfât-ı inşaya iltizâm ve tasallufât-ı belâgaya ihtimâm olunmayub vâzıh takrir ve tahrîr oluna.”

Seçkinlere ve avama faydası dokunsun diye Türkçe yazılması teması ta Âşık Paşa’dan beri vardır. Selçuklu zamanında yazı dili olarak meydanlarda olmayan Türkçenin artık sultanların siyasî meşruiyeti sağlamak için yaslandıkları dil durumuna geldiği kolayca görülüyor. Osmanlı padişahı, Türkler ve/ya Türkçe konuşanlar nezdinde siyasî meşruiyet arayışındaydı da diyebiliriz. II. Bayezit, bunun sağlanabilmesi için, aynen dedesi gibi “rûşen” / açık bir Türkçeyle yazılmasını, inşa külfetlerine ve belagat gösterişlerine bakılmamasını istiyordu.

Kemalpaşazâde’nin bunu ne kadar yaptığı tabii ki çok su götürür. Hemen herkeste olduğu gibi onun da ana metni, girişinden daha yalın bir dille yazılmıştır. Mesela, yine inşa kaygılarıyla sec’ yapma derdinde olsa bile, “Bir nice gün ki kona göçe gidildi, at ayağıyla dağ ve taş didildi” gibi çok daha yalınca yazılmış ifadeleri de çoktur. Yine de çağdaşları arasında Tursun Bey biraz hariç tutulmak kaydıyla Kemalpaşazâde’nin ana metninin de ağır bir münşi diliyle yazılmış olduğunu söylemek gerçeğe aykırı düşmez. Bayezid açısından ise herhâlde, “Ben ne söylüyorum, tamburam ne çalıyor” gibisinden bir durum vardı…

Kemalpaşazâde’nin tam tersi bir üslûpla yazan çağdaşlarından Neşrî’ye de kısaca değineyim. Siyaset olmazsa âlemde nizâm olmayacağını düşünerek, “tûl-i ömrümde ben dahi sevdâ itdüm ki, ‘alâ-tâkati’l- beşeriyye ilm-i tarihden Türkî dilde bir kitab cem‘ idem” diyor. Bu kitap, geçmişin hükümdarlarının hayatlarını mümkün oldukça bir araya getirmeliymiş. Görmüş ki, diğer ilimlerde, her biri açık ve yeterli olan pek çok kitaplar yazılmış. II. Bayezid’in Neşrî’yi açık bir Türkçeyle Osmanlı tarihi yazmakla görevlendirdiğine dair doğrudan bir kanıtımız yoktur. Ama o da, sanki sultanı yankılarcasına, “ilm-i tevârîhde olan kütübü, müteferrik ve gayr-i müctemi buldum ve hiçbir tarih dahi mevkiinde vâki‘ olmamış. Hususâ Türkî lisanda” diyor.

O da tarih kitaplarını, özellikle de Türk dilinde olanlarını, toplanmamış ve dağınık bularak işe girişmiş. Yazdığı kitabın padişahın kulağına giderek hayırlı bir şekilde sonuçlanmasını dilediği şu ifadelerinden ise Neşrî’nin de eserini II. Bayezid’e sunmuş olabileceğini düşünebiliriz:

“Andan Sultan Bayezid Han Gazi’nün, ebbedallahu devletehu, ecdâdı Âl-i Osman’un tarihini bu Kitâb-ı Cihan-nümâ’da ta Oğuz Han’dan berü anun ahvalin ve evlâdın kısm-ı sâdisde ifrâz itdüm. Ta ki, sem‘-i şerifle müşerref olub hatime-i kitâb hayırla muhtetem ola…”

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum