Halkın parasından halkın haberi var mı?
Hangi vesileyle olursa olsun, “Halkın parası” kavramının yeniden gündeme gelmiş olması bazı temel problemlerimizi bir kere daha konuşmak için fırsat.
Önceki gün de değindim, halen tıkır tıkır işleyen bir havalimanının bulunduğu Adana bölgesine “nedense” yeni bir havalimanı daha kazandırdı hükümetimiz. Üstelik mevcut tesisin etrafındaki araziye ek pistler vs. yapılması mümkünken Çukurova’nın en münbit sulak tarım alanına inşa edildi yeni havalimanı.
Yap işlet devret sistemiyle yapılan yeni havalimanında müteahhit firmaya -Allah’ın emri!- yolcu garantisi de verildi tabii. Burasının garantili yolcu sayısına erişmesi için eski havalimanının kapatılacağı iddiasını ise Erdoğan “Kapanmayacak, eğitim tesisi olacak” diyerek doğruladı.
Çukurova Uluslararası Havalimanı’nın açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı, İstanbul’un Olimpiyat adaylığı için belediyece harcanan paranın “halkın parası” olduğunu hatırlattı. “Halkın parasını Paris’te harcayanlar yerine Çukurova Havalimanı eleştiriliyor” dedi.
Ben de “Bu tuhaf yatırımı aslında pek de eleştiren yok” dedim. Çünkü bizde yatırım denilince akan sular durur. Yeter ki yol yapılsın, köprü yapılsın, inşaat yapılsın… Yok gereksizmiş, yok pahalıymış, yok milli servetin bir yerlere transferiymiş… Bunlar önemli değildir büyük bir kitle için.
Dolayısıyla böylesi problemleri ve buradaki çok büyük çaplı suistimalleri gündeme getirmek muhalif siyasetçiler için de göze alınabilecek bir iş değildir.
İşte bu yüzden, bulundukları bölgedeki ihtiyacın ve kapasitesinin kat kat üstünde seyirci garantisi verilen stadyumlar, yolcu garantisi verilen havaalanları, hasta garantisi verilen hastaneler doğru düzgün gündeme getirilemedi, tartışılamadı.
Meselenin çok önemli bir boyutu daha var: “Halkın parası” aslında halkın pek umurunda değildir. Çünkü o parayı kendi paramız olarak görmeyiz. O para “devletin parası”dır, devlet de bizim dışımızda bir yapıdır.
Et-tekraru ahsen velev kâne yüz seksen! Defalarca yazdım, yeniden yazacağım: Bu anlayış sosyolojik anlamda millet olma aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyetinden kaynaklanır. Burada aidiyetimiz geniş millet kimliğine değildir, küçük grup kimliklerinedir. Millet nosyonu gelişmediği için devlet nosyonu da gelişmemiştir. Milli varlığın siyasi çatısı olarak görmeyiz devleti. “Benim” saymayız. “Benim”semeyiz.
Devlet, bizim olmadığına göre, ele geçirilecek bir kaledir. Onlar ele geçireceğine bizimkiler ele geçirsin dediğimiz güç kaynağıdır. Bu yüzden kurumların iyi yönetilmesi değil “bizimkiler” tarafından yönetiliyor olması tercih edilir.
Bizde seçime yüksek katılımın sebebi de demokrasiye duyulan iştiyaktan ziyade, seçimin devleti ele geçirme aracı sayılmasıdır. Belli toplumsal şartlar itibarıyla modern millet hakimiyeti anlayışının gelişemediği zihinlerde devlet hâlâ bize ait olmayan, bizim dışımızda bir varlıktır.
Demek ki “devletin parasının” nasıl harcandığı doğrudan bizim meselemiz değildir.
Öyleyse, kamu görevlileri tarafından kamu adına ve kamu yararına harcanan paranın “kendi paramız” olduğunu bilmek için devletin “bizim” olduğunu bilmemiz gerekiyor. “Devlet mi bizim sahibimiz, biz mi devletin sahibiyiz” sorusuna doğru cevap verebilmek için “vatandaş” olmak gerekiyor.
Modern anlamıyla millet olmak, hatta toplum olmak henüz ulaşamadığımız bir aşama. Binaenaleyh vatandaşlık bilinci de halkımızın sahip olduğu bir özellik değil.
Sosyokültürel realitemiz bu. Tarihten devraldığımız zihniyet kodlarının yanında yakın dönemde yaşanan hızlı sanayileşme ve çarpık şehirleşme yüzünden toplumsal yapının maruz kaldığı sağlıksız transformasyon kimlik algılarını karıştırdı. Aslında toplumun milletleşmesini gerektiren “modernleşme” döneminde toplumdaki “kompartımanlaşma” giderek büyüdü.
Yani bütünleşik bir topluma kavuşmak aracıyla gerçekleştirdiğimiz modernleşme, milletleşme ve laikleşme adımları tam aksi yönde bir sonuç ortaya çıkardı; toplumda var olan bölünmüşlükleri derinleştirdi ve hatta yeni bölünmeler yarattı.
Bugünkü toplumsal yapımız modern anlamdaki milli kimlik kavramının anlaşılıp sindirilmesine müsait değil. İdeolojik angajmanların, siyasi parti taraftarlığının, hayat tarzı hassasiyetlerinin veya hemşerilik, aşiret, cemaat vb. mensubiyetlerinin oluşturduğu “küçük grup” aidiyetleri, milli kimlik ve vatandaşlık bilinci demek olan “büyük grup” aidiyetinin önünde yer alıyor.
Bu problem toplumun bütün kesimlerini ortak ve eşit derecede etkiliyor. Ancak bir de muhafazakâr/dindar kesimi rehin alan bir marazi dilin bu ülkenin vatandaşlarının bir bölümünü ülkelerine yabancılaştırması sorunu var. Devlet ile rejim, rejim ile hükümet arasında ayrım yapmayan bir toptancılıkla öfke ve tepkilerin yöneltildiği kurumlar sanki “bizim olmayan” bir devletin kurumları gibi görüldüğü için de vatandaşlık bilinci veya milli birlik anlayışı toplumda yer etmekte zorlanıyor.
Ben bu yazıyı yazdığım sırada milletin bir vekilinin milletin meclisindeki kürsüde konuşurken milletin bir başka vekilinin saldırısına uğradığı haberi düştü bilgisayar ekranına. Sonra sosyal medyada “eline sağlık” mesajlarını gördüm. “Millet iradesi” konusundaki dillere destan hassasiyetimizin sevmediğimiz insanlar veya hoşlanmadığımız fikirler için geçerli olmayışı aslında modern anlamıyla millet olmayışımızın sonucu.
Konuyu yazının girişinde söz ettiğimiz probleme bağlayacak olursak, şu soruya cevap vermeliyiz: “Millet öncesi” toplum aşamasındaki insanların kamu kaynaklarını milletin parası olarak görmeleri beklenebilir mi?