Brunson için yazdığımız yerli ve milli hikaye
Türkiye Cumhuriyeti’nin savcıları Amerikalı rahip Andrew Craig Brunson’un FETÖ ve PKK adına casusluk yaptığı gerekçesiyle hakkında dava açıyorlar ve 9 Aralık 2016 yılında tutuklanıyor. İki buçuk ay önce ev hapsine alınan rahip hakkında gizli tanıklar ‘casus’ olduğu konusunda ifade veriyorlar.
İddianamede, Brunson’un din adamı görüntüsü altında söz konusu terör örgütleri adına suç işlediği ve genel stratejileri kapsamında eylem birlikteliği içinde olduğu, örgütlerin amaçlarını bilerek ve isteyerek iş birliği yaptığı belirtilmişti. Brunson’ın FETÖ’nün üst düzey mensupları ile kod isimlerini bilerek görüştüğü, bu kapsamda örgütün sözde eski Ege bölgesi imamı ve firari Bekir Baz ve yardımcısı Murat Safa ile hakkında “silahlı terör örgütü üyesi olmak” suçlamasından dava açılan tutuklu sanık Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Başkanı Taner Kılıç ile görüşmeler yaparak strateji belirlediği iddia edilmişti.
Herkesin malumu olduğu üzere Brunson meselesi Türkiye ile ABD arasında ciddi bir krize dönüştü ve iki ülke arasında yüksek perdeden suçlamalar yaşandı. Eğer bir ülkede başka bir ülkenin vatandaşı bile olsa bir suç işlenmişse bunun yargısal bir karşılığının olması gerekir, buna kimsenin bir itirazı da olamaz. Ancak iki yıla yaklaşan Brunson davasında oluşmuş bir suçun somut kanıtları bir türlü ortaya konulamadı. Esas itibariyle ‘gizli tarıklar’ın ifadeleri üzerine bina edilen dava, anlaşıldı ki sağlam kanıtlara dayanmıyormuş.. Çünkü bütün gizli tanıklar verdikleri bütün ifadeleri inkar ettiler. Yani ifadeler fasa-fiso imiş...
İyi güzel de bunca sıkıntıyı, krizi neden yaşadık? İşte bu sorunun cevabı yok. Nitekim mahkeme de ciddi kanıtlara ulaşamamış olmalı ki, üç yıl ceza verdiği Brunson’u tutuklu kaldığı süreyi dikkate alarak serbest bıraktı. Eğer iddia edildiği gibi terör örgütleriyle irtibatlı olsaydı, herhalde üç yılla paçayı kurtaramazdı. Demek ki iki yıl boyunca boşa kürek çekmişiz...
Şimdi rahip gitti, ama biz iki yıldır özellikle medya üzerinden yazdığımız ve içinde sayısız soru işaretleri bulunan ‘yerli’ ve ‘milli’ hikayemizle baş başa kaldık.
Bir kere bu olayla birlikte yargı açısından önemli bir argüman olan ‘gizli tanık’ uygulaması ciddi bir yara aldı. Doğrusu mahkemeyi yanıltan ve bir bakıma adaletin tecellisini geciktiren bu gizli tanıklarla ilgili savcılığın nasıl bir tutum izleyeceği merak konusu.
Bu dava sürecinde gördük ki, maalesef Türk medyasının perişan hali kelimenin tam anlamıyla patolojik bir durum arzediyor. Medyamız ortada hiçbir bilgi, belge, kanıt olmadan insanları yargılıyor, mahkum ediyor, sonunda iş fasa-fiso çıkınca da sessizce ortadan kayboluyor. Ne yazık ki medyamız çaresiz bir hastalıkla malul durumdadır. Bu yüzden de fazla kafa yormaya gerek yok...
Kuşkusuz bu davanın hepimizi ilgilendiren en önemli boyutu, Türk hukuk sisteminin verdiği görüntüdür. Medyamızla, siyasetçimizle birlikte Brunson’la ilgili öyle bir algı oluşturduk ki, PKK’nın da, FETÖ’nün 15 Temmuz ihanetinin de en büyük sorumlusu bu rahipti. Ama bütün bu günahların sorumlusunu sonunda evine gönderdik. Şu andan itibaren, dünyada hukuk sistemimizle ilgili oluşturulmaya çalışılan negatif algıyı nasıl tamir edeceğimizi düşünmek zorundayız.
Zira biz 15 Temmuz gibi belki de yüzyılın en büyük ihaneti olan bir belanın yargılama sürecindeyiz, dolayısıyla yargıya güveni en üst düzeyde tutmak durumundayız. Ama daha da önemlisi, hukuki görünürlüğümüzün ekonomimizi doğrudan etkilemesi... İktidar yana yakıla dünyaya eli yüzü düzgün bir Türkiye fotoğrafı vermeye çalışıyor. Bunun için faydası olur diye Amerikalı McKinsey firmasının bile kapısını çaldık.
Tam da ekonominin kırılgan bir görüntü sergilediği dönemde, Brunson kararının Türkiye’nin hukuki görüntüsünü nasıl etkileyeceğini doğrusu kestirmek biraz zor... Oysa bu hikayeyi daha bize yakışan bir şekilde de yazabilirdik, eğer hukukun üstünlüğüne halel gelmeyecek bir hassasiyeti en üstte tutabilseydik...