Kapıyı vurup çıkmayalım ama...
Türkiye başından beri dünyadaki demokratik sistemler içinde yer almak için mücadele veriyor. Bu ülke Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana neredeyse her on yılda bir cuntacıların tasallutuna maruz kaldı, muhtıralarla yürüyüşü kesildi, siyasi cinayetlerle, faili meçhullerle tarifi imkansız acılar yaşadı ama yine de demokrasi mücadelesine devam etti.
Çünkü Türkiye toplumunun tarih boyunca hep hür irade ile şekillenen zihin yapısı, nihai olarak özgür ve demokratik toplumlara yakışan bir sistemi önüne hedef olarak koymasını gerektiriyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası bir dayatmanın değil, ekonomik anlamda ufku geniş, özgürlükler ve haklar temelinde bir sistem arayışının sonucudur.
Nitekim Avrupa’ya adım atışın çok önemli bir kilometre taşı olan 1961 Ankara Anlaşması’nın imza töreninde konuşan
AET Komisyonu’nun o zamanki başkanı Walter Hallstein yeni ilişkinin özelliklerini şöyle ifade ediyordu: “Bizler bugün siyasî önemi çok büyük bir olayın tanıklarıyız. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Olayın derin anlamı işte buradadır: Bu, coğrafi nitelendirmenin kısaltılmış ifadesinden ya da geçerliliğini birkaç yüzyıldır sürdüren tarihi bir tespitten çok, bir gerçeğin onaylanmasıdır. Türkiye Avrupa’ya dahildir.”
***
Türkiye o günden bu yana AB yolunda hem ekonomik hem de demokratik anlamda ciddi mesafeler kaydetti. Ama ne yazık ki AB’nin karar verici merkezleri, Türkiye’nin demokrasi dışı müdahalelerin barikatlarını yıkarak gerçekleştirdiği sivilleşme adımlarını bir türlü görmedi, görmek istemedi. Daha da vahim olanı, AB’nin patronları Avrupa’da sert esen faşizan rüzgarlara teslim oldu.
Oysa Avrupa Birliği düşüncesi esas olarak, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi Avrupa felaketlerinin tekrarını önlemek, başka bir deyişle milliyetçi stratejilerin ve rekabetin yıkıcı koalisyonlara ve zincirleme tepkilere dönüştüğü bir duruma son vermek ve set çekmek üzere hayata geçirilmişti. Ne yazık ki geçmişte Avrupa’da yaşanan acıları unutan AB’nin karar vericileri “kuruluş felsefesi” ile ayrı istikametlerde yol almaya devam ediyorlar.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı sergilediği bu duyarsızlık, hem geniş toplum kesimlerinde hem de siyasette derin bir umutsuzluğa yol açmış bulunuyor. Zaten yapılan hemen bütün anketler ve araştırmalar da AB’nin Türkiye ile dalga geçtiği yönünde sonuçlar ortaya koymuş durumda.
***
Avrupa’nın tavrı konusunda derin bir hayal kırıklığı yaşayan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “53 yıldır bizi oyalıyorlar. Türkiye bir defa kendini rahat hissetmeli. Benim için varsa yoksa AB dememeli... Şanghay 5’lisi içerisinde Türkiye niye olmasın?” diyerek bir bakıma Avrupa ile gemileri yakabileceğini yüksek sesle söylemeye başladı.
Elbette Türkiye AB defterini kapatarak yarın Şangay 5’lisine girecek değil. Ama Avrupa’nın duyarsızlığının da bir sınırı olmalı.
Muhtemelen Avrupa başkentleri, Trump sonrasında kıtayı ele geçirme riski giderek artan yabancı düşmanı, sağcı ve faşizan dalgaya karşı daha soğukkanlı bir duruş sergilemeye başlayacaktır. Yani daha çok Avrupa değerlerine yöneliş hızlanacaktır.
İşte böyle bir tabloda, Avrupa’nın Türkiye’yi müzakere hattında tutmasının önemi daha da artmaktadır. Evet biz de İngiltere gibi kapıyı vurup çıkmayalım ama, Avrupa da Türkiye’yi kazanmanın yolunu bulmalı.