Avrupa Şark’ı bilmez
Tamam, Türkiye ( Namık Kemal’in aynı adlı makalesinin 1872’de İbret gazetesinde yayımlanmasıyla başlayan bu hararetli tartışmanın cereyan ettiği dönemde Osmanlı İmparatorluğu) Avrupa’nın doğusunda, ama ya Avrupa, o da Amerika’nın doğusunda değil mi? Kim neye göre Şark’ta? Haritanın merkezinde Avrupa olduğu için mi? Peki diyelim haritalar Çin’i merkez olarak alıyor, o zaman Amerika ya da Avrupa Çin’in doğusunda olmayacak mıydı? Bu biraz harita işi olduğu gibi, en gelişkin ve ilerlemiş kültür coğrafyasının Avrupa olduğuna dair bir inanıştan kaynaklanan bir durum. Avrupa her bakımdan, ekonomik, kültürel ve teknolojik açıdan ilerlemenin merkezinde, yani her bakımdan ileride olduğu düşünüldüğü ve Avrupa değerlerinin kendiliğinden evrensel ve gelişkin insan değerleri olduğuna inanıldığı için böyle bu. Avrupa evrensel değerlerden bahsettiğinde aslında kendi değerlerinden bahsediyor. Avrupa değerlerinin dışında yer alan, bu değerlerin kapsamadığı coğrafyalar, toplumlar ya da kültürler lokal ve aslında geri kalmışlığı temsil eden değerlerdir. Bunun en temel ve tipik yansımaları Batı’nın Doğu kültürlerine bakışında görülebiliyor. 1872’de Namık Kemal’in “Avrupa Şark’ı Bilmez” yazısıyla başlayan tartışmanın kökeninde de Avrupa’nın Oryantalizmi aslında. Namık Kemal’e göre Avrupa Şark’ı bilmediği için kendi uydurduğu bir Şark tasarımına ve anlayışına sahip.
Araya gireyim: Aynı adlı kitap Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanmış bir kitap.
KÜY çok önemli kitaplar yayımlayan, dünya yayın piyasasını yakından takip edip çok kitapları çok zaman geçmeden yayımlayan yenilikçi ve çağdaş bir yayınevi. Şimdi sözünü ettiğim kitap da bizim Batı ile ezelden ebede sürecek gibi görünen temel meselemize el atan bir kitap. Nedense kendimizi Batı karşısında hep geç kalmış, gelişmişliğe henüz ulaşamamış hissediyor, kendimize kendi gözlerimizle değil de Batı’nın gözleriyle bakıyoruz.
Sanki Avrupa bizim aynamız da bizi nasıl gösterirse öyle görüyoruz kendimizi. Doğru, kendimize başkalarının gözleriyle dışarıdan da bakabilmeliyiz, ama kendimize sadece Batı’yı mı hiza almalıyız, yoksa daha küresel bir bakışa mı sahip olmalıyız? Sanırım asıl mesele kendi bulunduğumuz coğrafyaya, kendi kültürümüze ve toplumumuza yeterince dürüst, samimi ve ciddi yaklaşmıyor, değerlendirmiyor oluşumuzdur. (Belki de Doğu’nun en başta gelen özelliklerinden biri tembellik, rehavet ve miskinliktir.)
Tekrar kitaba dönelim: Namık Kemal’in Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışını eleştirdiği yazı daha sonra önde gelen yazar ve aydınların konu üzerine yazmalarına yol açmış. Bu yazarların içinde Ebüzziya, Tevfik Fikret, Halid Ziya, Ahmed Haşim, Halide Edib, Şevket Süreyya gibi
isimler var. Uzun yıllar süren bu tartışmada bir savunma içgüdüsünden çok Osmanlı aydınının Batı’yı çok şiddetli eleştiriler var. Örneğin Fransız yazarlar Ernest Renan ve Pierre Loti (özellikle Fikret tarafından) çok şiddetli bir şekilde eleştiriliyor ve Avrupa’nın Şark ile ilgili düşüncelerin bilgisizlikten kaynaklanan mesnetsiz iddialarla sınırlı kaldığı vurgulanıyor:
Mesela: Dansöz oynatmalar, deveye binenler, cehalet vs vs. Kitabı hazırlayan Zeynep Çelik, giriş yazısında Namık Kemal’in tartışmaları başlatan kısa yazısının, “Osmanlı entelektüelleri arasında, imparatorluğun tarihi ve İslam hakkında kalem oynatan Avrupalı yazarların gerçeğe aykırı anlatımlarını ve hatalarını hedef alan hararetli bir söylemin başlangıç noktası oldu,” diyor. Sonra da devam ediyor: “İstanbul’da dönemin dünyaya açık, kozmopolit ve kendilerini modernite projelerine adamış entelektüelleri Avrupa’nın ‘Şark’ temsilleri karşısında sessiz kalmadı. Birbirine benzer tepkiler siyasi yorumdan edebi eleştiriye, hicve, romana, şiire kadar uzanan hemen her yazı türünde olmak üzere akademik ve süreli yayınların ve kitapların sayfalarında kendini gösterdi. Avrupa’nın yanlış kavramlarına yönelik eleştiriler, aralarında din, toplumsal kurallar, günlük yaşam, cinsiyet ve güzel sanatların da bulunduğu toplumsal ve kültürel alanları kapsayan geniş bir yelpazeye yayıldı. Muhtelif sesler, Avrupalıların çizdiği –ve halen çizmeye devam ettiği- imajları ‘düzeltmeye’ çalıştı.” (s. 13)
Sözünü ettiğim bu kitap tarihimizin önemli tartışmalarından biri olmakla kalmıyor, günümüzde hala devam edegelen bir duruma dikkat çekiyor. Sadece Osmanlı aydınlarının değil –ki Osmanlı aydınları şimdiki aydınlardan daha reaksiyoner görünüyor- Cumhuriyet aydınlarının da Batı karşısında duydukları aşağılık kompleksinin ve gecikmişlik hissinin üzerinde düşünmeye sevk ediyor bizi.
En önemli şey şu sanırım: Kendimize Batı’nın ya da Doğu’nun gözleriyle değil, Batı ile Doğu arasında bir eşik olan buralılığın dürüst gözleriyle bakmamız gerekiyor. O zaman kaybetmiş gibi göründüğümüz kendi ruhumuzu yeniden bulabiliriz.