İstanbul’un bir III. Napolyon ve Haussmann’a ihtiyacı var
Her zaman olduğu gibi oluyor.
Korkular ve endişeler azaldıkça deprem gündemden düşüyor.
Ama fay yerinde duruyor. O fayın kırılacağı, İstanbul’da 7 üstü bir deprem olacağı kesin. 2000 yılında 30 yıl içinde olma ihtimali yüzde 65 deniyordu. O sürenin 20 yılı tükendi bile. Son depremlerin fayın üzerindeki baskıyı artırdığı, bunun beklenen depremin tarihini öne çektiği konusunda itibarlı bilim insanları hemfikir.
Resmi simülasyonlarda bile ölü sayısı en az 70 bin. Böyle bir depremle İstanbul’un, yani Türkiye’nin kalbinin duracağı öylesine ekranlarda söylenip, geçiliyor.
Ama her işi bırakıp en önce bununla ilgilenmeyi gerektiren böyle bir akıbet bizi beklerken, deprem kendini hatırlatmadıkça unutuluyor, ülkenin gerçek beka sorunu kimseyi o kadar da telaşlandırmıyor.
Deprem tartışmaları çoktan siyasi tartışmalara dönüştü bile.
Zaten Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın açıklamasına göre de devlet İstanbul depremine hazır:
“Yıllarca yaptığımız hazırlıkların aslında son derece ciddi bir hazırlık olduğunu, 28 çalışma grubuyla ne kadar sağlıklı bir sistem kurduğumuzu bir kez daha görmüş olduk.”
Peki bu açıklama İstanbulluların kendilerini güven içinde hissetmesine neden olabilir mi?
O hazırlıklara bakalım.
Türkiye’nin 1999 depreminden sonra deprem ve benzeri afetlere karşı kurduğu en etkili yapının AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı) olduğuna kuşku yok.
Ama AFAD da ancak depremden 10 yıl sonra, 2009 yılında İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sivil Savunma Genel Müdürlüğü, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na Afet İşleri Genel Müdürlüğü ve Başbakanlık’a bağlı Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü birleştirilerek kurulmuştu.
Yani beklenen deprem 2009 yılında gelseydi, acil durumu yönetmek için üç bakanlığa bağlı üç başkanlık mevcuttu. Tabii askerin içindeki sivil savunma örgütlenmesini saymazsak.
2012-2016 yılları arasında AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı) başkanlığı yapan Fuat Oktay’ın bahsettiği 28 çalışma grubu, onun başkanlığı döneminde 2015’de yürürlüğe giren Türkiye Afet Müdahale Planı kapsamında oluşturulmuş 28 hizmet grubu.
2009 yılında kurulan AFAD, ancak 2015 yılında bütün devlet bürokrasisini örgütleyerek bir Türkiye Afet Müdahale Planı hazırlayabildi.
Bürokrasinin çarklarını fay hatlarından gelen sarsıntılar bile ancak bu kadar hızlı döndürebiliyor.
Yine de dağınık devlet kurumlarının depremden 16 sene sonra olsa da bir Afet Mücadele Planı etrafında örgütlenmesi önemliydi.
Bunda, yönetim alanında akademik kariyer yapmış, önemli şirketlerde görev almış Fuat Oktay’ın katkısı da muhakkak büyük olmuştur.
Fakat, bu planlar 20 milyon insanın yaşadığı bir şehirde yaşanacak büyük bir yıkımdan sonra kağıt üzerinde durduğu gibi çalışmayabilir.
Örnek olarak üzerinde hararetli bir tartışmanın sürdüğü afet sonrası toplanma alanları meselesine bakalım.
Türkiye Afet Müdahale Planı’ndaki 28 hizmet grubu içinde toplanma alanlarından sorumlu olan bir grup da var; Tahliye ve Yerleştirme Planlama Hizmet Grubu.
Afet sonrası toplanma alanları, deprem gibi afetlerden sonra evsiz kalan insanların kalıcı barınma yerlerine götürülmeden önce toplanacakları ve bir süre yaşayacakları alanlar demek.
İstanbul depremini düşündüğümüzde bunların insanların uzun bir süre yaşamak zorunda kalacakları alanlar olacağını tahmin etmek zor değil.
Planda hizmet gruplarının sorumluluğu çeşitli bakanlıklar arasında dağıtılmış. Yani bir afet sonrası devletim memurlarının bir kısmı AFAD çalışanı olarak sahada olacak. Örneğin ulaşım meseleleri Ulaştırma Bakanlığı’na, para toplama işleri Aile ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na verilmiş. Bakanlıklar da bu görevleri teşkilatları içinde ilgili müdürlüklere devretmişler.
Toplanma alanlarına bakan Tahliye ve Yerleştirme Planlama Hizmet Grubu’nun sorumluluğu İçişleri Bakanlığı’nda. Tahmin edin bakanlık bu görevi hangi genel müdürlüğe vermiş?
Tabii ki mesele tahliye ve yerleştirme olduğu için Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne!
Onlar da bu görevi il göç müdürlüklerine devretmişler.
Yani İstanbul’daki toplanma alanlarının sorumluluğu, esas işi İstanbul’daki bir milyona yakın mülteci olan İstanbul İl Göç İdaresi Müdürlüğü’nde.
Planda İl Göç İdaresi Müdürlükleri’ndeki memurların afet öncesi ve sonrasındaki görevleri şöyle sıralanmış: “Afet öncesi, sırası ve sonrasında tahliye öncelikleri, tahliye yolları ve tahliye edilecek bölgeleri saptamak, planlamak ve uygulamak. Acil durum toplanma alanlarını belirlemek ve alanların kullanıma uygunluğunu kontrol etmek. Afet bölgesindeki halka tahliye yapılacağının duyurulmasını sağlamak. Tahliye edilenlerin afet bölgesinden güvenli bölgelere taşınarak yerleştirilmesini sağlamak.”
İstanbul’da, Allah korusun, büyük bir deprem olduğunda halkı, esas işi Suriyeliler başta olmak üzere göçmenler olan göç idaresinin memurları tahliye edip, toplanma alanlarında toplayacak.
Ama tek görevleri de bu değil. Bir de afet öncesi masa başı görevleri var; Türkiye Afet Müdahale Planı ile birlikte kurulan ve afet işlerinin elektronik ortamda takibini sağlayan coğrafya tabanlı AYDES sistemine toplanma alanlarıyla ilgili güncel bilgileri girmek.
Bu konudaki resmi yazışmalardan toplanma alanları listesinin belediyeler tarafından sık sık güncellendiğini anlıyoruz.
Çünkü belediyeler afet sonrası toplanma alanlarını zamanla imara açabiliyor, bu yüzden bu alanlar değişebiliyor.
Afet sonrası toplanma alanları son olarak 2018 yılının Ekim ayında güncellenmiş.
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten sonra AFAD, İçişleri Bakanlığı’na bağlandı ve bakanlık da 2018 yılının eylül ayında AFAD müdürlüklerine bir yazı yazarak, afet sonrası toplanma alanlarının halka duyurulması için e-devlete yüklenmesinin planlandığını, o yüzden belediyelerle iletişime geçerek toplanma alanlarının güncellenmesini ve bu bilgilerin AYDES sistemine girilmesini istedi.
Yani bugünlerde afet sonrası toplanma alanlarını e-devletten gördüğümüz sistem bir yıl önce kuruldu.
Bu gördüğümüz toplanma alanları da bir yıl önce belediyelerin güncelleyip bildirdiği yerler.
Bu durumda devam eden tartışmada 99 depreminden sonra belirlenmiş, büyük ölçekli 480 toplanma alanından sadece 70’i kalmış iddiası da, AFAD’ın on binlerce başka toplanma alanı olduğu cevabı da doğru.
Ama bu son güncellenmiş toplanma alanları listesindeki pek çok yerin, AFAD tarafından öngörülen kişi başına en az 2.5 metre kare şartını da, buralarda uzun süre yaşama imkanlarını da taşımadığı açık.
Bu arada bu güncellemenin devlet içindeki yazışma hiyerarşisi de şöyle: İçişleri Bakanlığı AFAD Genel Müdürlüğü’ne yazıyor, AFAD, bu toplanma alanlarından sorumlu İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne, onlar İstanbul İl Göç İdaresi Müdürlüğü’ne, müdürlük de bu güncelleme işinden sorumlu tutulmuş memura emri iletiyor, memur da belediyelere yazıyor. Belediyelerin bildirdiği güncel toplanma alanları da AYDES sistemine, oradan e-devlete yükleniyor.
Bütün bunları organize etmek, toplanma alanlarını standartlara uygun olup olmadığını belirleme işi de göç idaresinin bu konuda uzmanlığı olmayan memurlarına bırakılmış. Deprem sonrası o memurlardan depremden etkilenmemiş olanları sahada olacak.
Yani kağıt üstünde işler görünen ama pratikte bürokrasinin çarkları içinde kalmış bu afet sonrası hazırlıkları çok da güven verici değil.
Böylesine büyük bir depremde sağ kalmayı başaranların, toplanma alanlarına ulaşması da, oralarda bir süre yaşayabilmesi de pek kolay görünmüyor.
Ama herhalde işin en tuhaf kısmına şimdi geldik.
Böylesine yıkıcı bir depremle yüz yüzeyken en hararetli tartışma konusu tam olarak ne işe yarayacakları bile meçhul deprem sonrası toplanma alanları!
İnsani çıldırtacak bir ön kabul bu!
Evet depremin olacağı gerçeğini değiştiremiyoruz, ne zaman olacağını da bilmiyoruz. Tabii ki bir depreme tümüyle hazır olmak da mümkün değil.
Ama hala elde fırsat varken neden devletin deprem sonrası için böyle bir acil eylem planı varken, deprem olmadan yapılacaklar için de benzer bir acil eylem planı yok?
Senaryolarda muhtemel kayıp bilançosuna yazılan 70 bin insanı kurtarmak için neden kimse acilen bir şey yapmıyor?
Yaşadığımız şehri bekleyen depremde büyük yıkımların olacağına kesin gözüyle bakılan ilçelerde yaşayan milyonlar için, İstanbul’un bütün ilçelerindeki eski ve sakat yapılarda yaşayan milyonlarca insan için hala kaçınılmaz akıbeti beklemekten fazlası yapılabilir.
Onlar için bugün tahliye alanlarını tartışmanın hiçbir anlamı yok.
İstanbul’un ihtiyacı olan artık beklemek, tartışmak da değil, radikal bir müdahale.
Eğer vakit olsaydı sorunların uzun uzun konuşarak, demokratik müzakereyle çözülmesi tavsiye edilebilirdi.
Ama bir önceki depremin üzerinden 20 yıl geçmişken, yani 20 yıl kaybedildikten sonra, büyük deprem de bağıra bağıra gelirken, milyonlarca insan ölüm ihtimaline bu kadar yakın yaşarken artık vakit kaybına tahammül yok.
En iyimser deprem bilimcileri ve inşaat mühendisleri bile acilen yapılması gereken işleri sıralarken milyonlarca insanın taşınmasını, İstanbul ve çevresindeki sanayinin Anadolu’ya kaydırılmasını, Atatürk Havalimanı’nın deprem sonrası için karargah ve yaşam alanı olarak tutulmasını sayıyor.
Bunlar AFAD’ın ya da İstanbul Belediyesi’nin boyunu aşan işler.
O yüzden İstanbul’un depreme karşı acilen bir III. Napolyon’a ve bir Haussmann’a ihtiyacı var.
Devrimlerle yıkılmış, yakılmış, nüfusu artmış, açlık ve kolerayla boğuşan Paris’i 1853 ile 1870 arasında yıkıp, bugün gördüğümüz Paris’i inşa ettiren, imparator III. Napolyon’un (Napolyon’un yeğeni Louis Bonaparte) demir yumruğu ve onun vali olarak atadığı Haussmann’ın kendi doğduğu evi dahi yıkacak kadar kararlılığı olmuştu.
Tabii ki bugün herkesin bayıldığı Paris, binlerce insanın evlerinin yıkılmasıyla, büyük mülkiyet sorunlarına, acılara sebebiyet vererek, tarihin bir kısmı yok edilerek inşa edildi.
Bizde 50’lerde Menderes’in İstanbul’daki yıkım ve inşa faaliyetlerinin çok daha büyük çaplı olanından bahsediyoruz.
O yüzden ilk başta bu örnek kulağa iyi gelmeyebilir.
Ama tabii ki şehri altüst etmek, tarihine zarar vermek için değil depreme hazırlık için yapılması zorunlu yıkım ve inşa faaliyetleri konusunda bugün yetkili ve kararlı bir iradeye ihtiyaç var.
Sadece bakanlıklar, belediye düzeyinde yapılamayacak, devletin bütün gücünü ve kaynaklarını seferber edebilecek, hukuken eli güçlü, halkı ikna edebilecek, özel sektörü harekete geçirebilecek bir iradeden bahsediyoruz.
O yüzden siyaseten destekleyin ya da karşısında olun, bir realite olarak Paris’te III. Napolyon’un oynadığı rolü bugün İstanbul için oynayacak güçlü irade deyince herhalde akla tek isim geliyor: Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Türkiye’de İstanbul’u en iyi bilen isim. 1994’den beri belediye başkanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak bir şekilde İstanbul’u yönetiyor. Bu yüzden şehirdeki pek çok iyi şeyin altında imzası olduğu gibi, “İstanbul’a ihanet ettik” diyerek kendisinin de kabul ettiği pek çok yanlışın altında da imzası var.
Depremle ilgili şu ana kadar çok konuşmadı Cumhurbaşkanı.
Ama eğer İstanbul’da deprem öncesi radikal kararlar ve uygulamalar devreye sokulacaksa bunun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni sistemdeki anayasal ve fiili gücüne ihtiyaç var.
Cumhurbaşkanlığı sistemine en baştan beri karşı çıkmış, bu yüzden bir önceki gazetesinden kovulmuş biri olarak bunu söylemek zor ama cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde cumhurbaşkanına verilen yetkiler işte şimdi burada işe yarayabilir.
Siyasi kariyeri İstanbul’da başlamış, İstanbul’a hizmet ederek popüler olmuş Cumhurbaşkanı’nın çaresizce depremi bekleyen İstanbul’a karşı böyle bir sorumluluğu var. İstanbul’a karşı son ve en tarihi görevi diyebiliriz.
Her işi bırakıp, İstanbul’u depreme hazırlamak için İstanbul Belediyesi’nden, Kandilli Rasathanesi’ne, AFAD’dan İTÜ’lü hocalara, büyük işadamlarına, müteahhitlere kadar herkesi toplayarak acil bir plan hazırlanmasına ve uygulanmasına öncülük edebilir. Bunu en iyi yapabilecek isim o.
Paris’teki Haussmann rolünün en güçlü adayı ise İstanbul yeni seçilmiş, genç belediye başkanı Ekrem İmamoğlu.
Onun, iktidarın siyasi blokajını aşıp İstanbul için radikal adımları tek başına atabilmesi mümkün gözükmüyor. Mutlaka, en azından bu acil mesele için, her ne kadar zor olsa da, karar alma süreçlerinden dışlansa da merkezi yönetimle işbirliği içinde çalışması gerekli. Ama İstanbul şehrinin yarısından fazlasını güvenini daha yeni kazanmış, yeni bir şehir perspektifi olan İmamoğlu’nu dışlayarak bu işi başarmak, İstanbulluların en az yarısının rızasını almak da mümkün değil.
Bugün İstanbul, milyonlarca insanın akşam yatağa deprem tedirginliğiyle gittiği bir şehir. Şehri terk edenler var, evini değiştirmeye çalışanlar, çocuğuyla birlikte uyumaya başlayanlar...
Milyonlarca insanın hayatı, geleceği, siyasi önyargıları, eski defterleri bir tarafa bırakarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu arasında deprem için bu işbirliğinin kurulmasına bağlı.
Aksi takdirde bu iletişimsizlikten kaynaklanacak yanlışlar, böyle bir depremin yıkımı ve sonrasında yaşanacak krizler, sorumlulukları olsun olmasın, merkezi hükümette ve yerelde iktidar olan bütün siyasetçilerin kariyerine yazılacaktır.
Ülkenin kalbi olan şehirde yaşanacak bir yıkımdan sonra Türkiye eskisi gibi olmaz, siyasetçiler için de bu bir yıkım olur. 1999 depremi böyle olmuştu.
O yüzden depremden önce ellerinden geleni yapmalılar.
Yıkım, inşa, nüfus taşıma gibi radikal adımlarla okları üzerlerine çekmeyi, bir kısım insanı küstürmeyi göze alarak işin siyasi sorumluluğunu birlikte üstlenmeliler.
Abartı değil, yüzbinlerce insanın hayatını kurtarmak ellerinde.
Bunu başarırlarsa siyasi kariyerlerindeki en büyük başarı olur bu. Gelecek nesiller de onları hayırla yad eder.
Yoksa yüzbinlerce insanın öldüğü, sakat kaldığı, enkaz altında kurtarılmayı beklediği bir şehirde kimse toplanma alanlarının konforu ve genişliğiyle toparlanamaz.
İstanbul yıkılırsa da geride kalan Türkiye de uzun bir süre daha mutlu olamaz.