Görüşler

Daha adil bir Birleşmiş Milletler’in yolu nedir?

Daha adil bir Birleşmiş Milletler’in yolu nedir?

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Berdal Aral, “Küresel Güvenlikten Küresel Tahakküme: BM Güvenlik Sistemi ve İslam Dünyası” adlı kitabı üzerinden BM’yi değerlendirdi.

Westfalya-eksenli egemenlik düzenine itirazlarınız var. Bunlar nelerdir?

Westfalya düzeni ulus devletlerin öne çıktığı, bunların kendi topraklarındaki egemenliğinin katı olarak kabul edildiği düzendir. Devlet-dışı aktörlere bu düzende yer yoktur. Westfalya düzeni şu an egemen düzen olarak varlığını devam ettiriyor. Ama tabii II. Dünya Savaşı sonrasından ise bu düzene karşı, yeni bazı normatif öneriler ortaya çıkıyor. Bunlar olumlu gelişmelerdir. Bunun asıl sebebi küreselleşme ve demokratikleşme eğilimleridir. Mesela devletlerin BM Genel Kurulu bünyesinde sömürgelerin bağımsızlık kazanmasından yoksullukla mücadele edilmesine, silahsızlanmadan yerli halkların korunmasına dek kabul ettikleri birçok karar ve bildiri ile savaş hukuku kurallarından insan haklarına, çevrenin korunmasından belli eylemlere ilişkin devletlerin yargısal muafiyetlerinin kaldırılmasında dek birçok uluslararası anlaşma imzalanmıştır. Yine II. Dünya Savaşı sonrasında “insanlığa karşı suçlar” ve “insanlığın ortak mirası” gibi kavramlar ve kategoriler ortaya çıkmıştır ve bunlar da Westfalyan egemenliğe yönelik bir meydan okuma niteliğindedir. Ben, devletlerin iç egemenliğinin çok katı olarak uygulanmasını adalet için de demokrasi için de ekonomik refah için de problemli buluyorum. Halbuki bütün bu gelişmeler daha toplum eksenli bir düzenin emareleridir.

O halde ‘iç egemenliğe karışılmaz’ diyen bir ülkesellik ilkesine karşısınız ve ‘insani müdahale doktrini’ni teorik olarak destekliyorsunuz...

Teorik olarak ben bunu savunuyorum zaten. Salt ulus-devlet çıkarları eksenli bir yaklaşımda devlet yapılarının kendileri, devletlerin sahip oldukları ideolojiler ön plana çıkıyor. Bireyler ve toplum, devletin bir nesnesi haline geliyorlar. Bu bakımdan ülkesellik ilkesinin dönüşüm geçirmesi, sınırların esnemesi, uluslarüstü örgütlere egemenlik devirleri olumlu gelişmelerdir. Avrupa Birliği, buna çok iyi bir örnek. II. Dünya Savaşı sonrasındaki dönüşümün bir ürünü olan “insani müdahale doktrini”nin de bu bağlamda çok önemli bir yeri var esasında. Bu kavram 90’lardan itibaren gündeme geldi. Bu doktrinin şöyle bir varsayımı var: Bir ülkenin kendi içerisinde çıkan krizler de küresel barışa ve güvenliğe zarar verebilir. Bir ülkedeki çok vahim insan hakları ihlalleri, insanlığa karşı suçlar, soykırım, kitlesel açlık gibi sorunlar yaşandığı zaman patlak veren krizler gerçekten de küresel düzeni etkiliyor. Örneğin mülteci krizleri… Nihayetinde, insani müdahale doktrini birçok çevrede kabul gören bir nosyon oldu.

Bu noktada, Mohammed Ayyoob’un ‘sorumlu egemenlik doktrini’ geliyor aklımıza...

Teorik olarak bu kavramı ve Westfalya sonrası düzeni kesinlikle destekliyorum. Benim ve Mohammed Ayoob’un da itiraz ettiği nokta şu: Böyle bir uluslararası sistemin dönüşümü sürecindeki gelişmeler olumlu olsa da bu  yeni doktrin tutarlı ve ilkeli şekilde uygulamaya geçirilmiyor. Bir devlet, BM Güvenlik Konseyi’ne göre halkına zulmediyorsa, insan haklarını vahim şekilde ihlal ediyorsa Konsey kararıyla o devlete karşı güç kullanılması teorik olarak iyi bir şeydir. Mevcut durumda ise bu tip yaklaşımlar ve kavramlar, pratikte, çoğu zaman emperyal güçlerin küresel düzlemde güçlerini tahkim etme aracına dönüşmüş durumda. Küresel hegemonik güçler kendi çıkarlarına aykırı gördükleri aktörlere karşı bu kavramlara sığınarak bu ülkelere karşı geniş kapsamlı ambargolar uygulayabiliyor ve hatta çok tahripkâr savaşlar başlatabiliyorlar. Bu tip durumlarda da suçun doğrudan faili sayılabilecek ilgili devletin yetkilileri yerine tüm halk toptan cezalandırılabiliyor.

Kitabınızda bolca BM’deki karar mekanizmasının adaletsizliğinden bahsediyorsunuz. Richard Falk, ‘İslam ülkeleri aralarında bir blok oluşturabilir ve bu blok Güvenlik Konseyi’nde 6. daimi üye olarak temsil edilebilir’ şeklinde bir çözüm ortaya atmıştı. Bu konuda sizin yaklaşımınız nedir?

Falk’un önerisi biraz iyimser geliyor, yakın vadede böyle yeni bir blok inşa edilebilir mi emin değilim. Ben, kendi önerilerimde dedim ki İslam dünyası açısından iki ihtimal var. Birincisi, rotasyon şeklinde bu sistemin kurulması. Yani belli periyotlarla farklı İslam ülkeleri daimi üyelik koltuğunu birbirine devredebilir.

O koltuğa oturan ülkeye göre işler çok değişmez mi?

İslam İşbirliği Teşkilatı’nda bazı konularda görüş birliği/konsensüs sağlanabiliyor, bu konuda böyle bir konsensüse ulaşılabilir. Benim ikinci önerim de zaten İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan bir yetkilinin Güvenlik Konseyi’nde İslam ülkeleri adına daimi temsilci olarak görev yapması.

Rotasyon önemli dediniz, İslam ülkeleri arasında bir güven olduğunu düşünüyor musunuz?

Bizler kriz noktalarına odaklandığımızdan dolayı İslam dünyasına ilişkin olumlu gelişmeleri gözden kaçırabiliyoruz. Kısa bir süre önce İslam ülkeleri arasında Suudi Arabistan’ın öncülüğünde teröre karşı geçici bir ordu teşekkül etti. Bu girişim ‘geçici’ nitelikte olmakla birlikte, İslam ülkeleri arasında böylesine kritik bir konuda işbirliği potansiyelini göstermesi açısından anlamlı bir girişimdi. Ayrıca İslam dünyasına mensup ülkeler arasında entegrasyon örgütleri mevcut. Bunlara arasında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın yanı sıra Arap Birliği Örgütü, Körfez İşbirliği Konseyi ve D-8’ler en başta gelenler.

Kitabınızda Kore krizine yönelik kararın Güvenlik Konseyi’ndeki tıkanmadan ötürü Genel Kurul’dan çıktığına yer veriyorsunuz. Genel Kurul’un devreye gireceği bir formül yeniden gündeme gelebilir mi?

Evet, 1950’de patlak veren Kore Savaşı sonrasında barışı yeniden tesis etmek için Güvenlik Konseyi’nin inisiyatifi ile BM Genel Kurulu önüne getirilen bazı kararlar var ve bu uygulama oldukça enteresandır. Çünkü, BM Kurucu Antlaşması’nda usule ilişkin fiili olarak değişiklik getiren bu süreçte doğrudan doğruya ABD ile birlikte bazı ülkelerin inisiyatifiyle Genel Kurul’a yetki aktarımı önerisinde bulunuluyor. Bu öneri de Genel Kurul tarafından 2/3’lük oy çoğunluğu ile kabul ediliyor. Aslında bu,  BM anlaşmasına aykırı bir süreç. O sırada Güvenlik Konseyi’ni boykot eden Sovyetler Birliği de BM’nin bu hareketinin yasal olmadığını dile getirmiştir. Zaman içinde Sovyetler Birliği de bu şekilde alınan ‘Barış İçin Birleşme’ kararını tedricen benimsemeye başladı. Mesela İsrail, İngiltere ve Fransa’nın 1956 yılında Mısır’a yönelik silahlı saldırısı sonrasında Genel Kurul’un, Süveyş bölgesini hedef alan bu müdahalenin derhal durdurulması ve bölgeye BM Barış Gücü askerlerinin gönderilmesine ilişkin çağrısına Sovyetler Birliği karşı çıkmamıştır.

O hâlde, Güvenlik Konseyi’ndeki veto yetkisine sahip olan daimi temsilcilerin güçlerinden taviz vermelerini talep etmekle yetinmek yerine krizlerde kararın Genel Kurul’a bırakılmasını istemek şeklinde bir kamuoyu oluşturulabilir mi?

Güvenlik Konseyi’nden çok önemli bir kriz noktasına ilişkin olarak karar çıkmadığı noktada konseyin 12 üyesi konuyu genel kurula getirsin bu konuda 2/3’lik bir karar alırsa gerektiğinde askeri güç kullanım yetkisi bile verilebilmeli diye düşünüyorum. Uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren bir kriz patlak verdiğinde Güvenlik Konseyi karar alamıyorsa Genel Kurul’un belli şartlarla bağlayıcı karar almasının isabetli olacağını düşünüyorum.

BM Güvenlik Konseyi, ABD’nin çekimser kalması sayesinde İsrail’in Batı Şeria’da inşa ettiği yasadışı yerleşimlere son vermesini isteyen bir karar aldı.  Bu gelişme İsrail’e neler getirir?

Bu karar beni hem moral hem de kısmi bir hukuki zafer olması itibariyle memnun etti ama yaptırım olmaksızın salt kınama İsrail üzerinde etki oluşturmaz. Çünkü geçmişte de İsrail zaman zaman kınanmıştır, önemli olan bu kararın belli bir yaptırım gücüyle desteklenmesidir. Bence mevcut durum biraz da Obama ile Netanyahu arasındaki ilişkiyle ilgili.

5 ÜYE TEKELİ NE HUKUKEN NE AHLAKEN KABUL EDİLEBİLİR

Küreselleşmenin BM’ye dezavantajı olabilir mi?

Küreselleşmenin toplumsal ve insani yanının çok olumlu olduğunu, uluslararası hukukta ciddi bir dönüşüme yol açtığını düşünüyorum. Küreselleşme bize bir imkân sunuyor. Toplumlar arasında iletişim arttı, giderek önem kazanan bir uluslararası kamuoyu oluştu, insanlar eskiye nazaran çok daha rahat inisiyatif alabiliyor. Bu küresel dünyada yalanlar da uzun süre saklı kalamıyor. O nedenle küreselleşen bir dünyayı yalnızca negatif bir pencereden görmek doğru olmaz. Öte yandan söyle bir şey de var: Güvenlik Konseyi’nin yapılanması kısmen Westfalyan bir anlayış üzerine kurulu ki burada bir çelişki var. İnsan-eksenli ve çevre sorunlarına duyarlı bir normlar bütününün öne çıktığı bir dünyada, kısmen de olsa Westfalyan yapı üzerine kurulan Güvenlik Konseyi’nin büyük sorunlarla malûl olduğunu düşünüyorum. Karar alma sürecinde 5 ülkenin “sürekli üye” olarak bir tekel oluşturması üstelik bu kararların çoğu zaman ulusal çıkar-odaklı olarak kabulü ne hukuken ne de ahlaken kabul edilebilir. Ayrıca Güvenlik Konseyi, genelde barışın kurucu unsuru olan yapısal şartları göz ardı ederken yalnızca savaşa odaklanıyor. Uluslararası terörizme sebep olan faktörlere bakmaksızın teröristlere savaş ilan edilmesi, reelpolitiğe ve jeopolitik çıkarlara vurgu yapan Westfalyan anlayışı temsil ediyor. Konsey bünyesindeki reelpolitiğin küresel ve bölgesel düzeydeki hukuk, adalet ve barış arayışlarına galebe çalması ve kararların hemen her zaman kapalı kapılar ardında alınması, küreselleşmenin bize sağladığı nimetlerden biri olan “şeffaflaşmanın” adeta karşı unsurları olmaktadır.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir