Görüşler

Halil Turhanlı yazdı: Amerika’dan linç kartpostalları

Halil Turhanlı yazdı: Amerika’dan linç kartpostalları

Bob Dylan’ın ‘şehre sirk gelmiş’ dizesinin öyküsünden yola çıkarak ABD’nin toplumsal tarihinin bir parçası olan linç kültürüne değinen Halil Turhanlı, bu uygulamanın ritüel ve gösteri olarak üstlendiği baskılama işlevini değerlendiriyor.

Asılmışların kartpostallarını satıyorlar / Pasaportları kahverengine boyuyorlar / Güzellik salonunu denizciler doldurmuş  / Şehre sirk gelmiş”

Bob Dylan’ın “Desolation Row” (Kasvet Sokağı) adlı şarkısı bu sözlerle başlıyor. İlk dinleyişte birbiriyle bağlantısız hissi uyandıran sözlerde Dylan trajik bir olaydan, 1920 yılında Minnesota eyaletinin sisli liman şehri Duluth’da meydana gelmiş bir linç olayından bahsediyor. Duluth, Dylan’ın doğduğu şehir. Ailesi uzun yıllar orada yaşamış. Şarkıda sözünü ettiği linç olayını babasından ya da büyükbabasından dinlemiş olmalı. 1920 yılının haziran ayında gerçekten Duluth’a gezginci bir sirk gelmiş, şehir halkı gösteriyi izlemek için sabırsızlıkla akşamı beklerken o dehşet verici olay vuku bulmuştu. On dokuz yaşında beyaz bir genç kız sirkte çalışan altı siyahın kendisine tecavüz ettiğini söyleyerek şikayetçi olmuş, siyah erkekler derhal gözaltına alınıp karakoldaki nezarethaneye kapatılmışlardı. Doktor raporunda genç kızın tecavüze uğradığına dair herhangi bir bulguya rastlanmamıştı, ama şehir halkı için bunun hiçbir önemi yoktu. Onlar siyahların suçlu olduğuna çoktan karar vermişlerdi. Karakolun önünde toplanan birkaç bin kişilik kalabalık nezarethanedeki siyahların kendilerine teslim edilmesini istemiş, polis pek direnmeden içeride tuttuğu altı siyahtan üçünü kalabalığa teslim etmişti. Bundan sonrası Duluth halkını yıllar boyu taciz eden bir tarih. Unutmada ve yüzleşmede hayli güçlük çektikleri bir tarih.

ÇOK FAİLLİ CİNAYET

Linç, törensel ve teatral olarak işlenen çok failli cinayet. Hem bir gösteri hem de beyaz üstünlüğün kolektif bir duygu olarak yaşandığı ritüel. Bütün ritüeller gibi değişik aşamaları mevcuttur. O gün Duluth’daki kalabalık da linç eylemlerinin yazılı olmayan bütün o aşama ve kurallarını harfiyen izlemişti. Üç siyah erkek önce ölünceye kadar dövülmüş, hırpalanmış, cansız bedenleri İkinci Cadde’nin köşe başındaki direğe asılmıştı. Sıra son aşamaya, toplu halde hatıra fotoğrafı çektirme aşamasına gelmişti. Zira Amerika’da asılmış bedenlerin çevresinde bir araya gelerek fotoğraf çektirmeden adına linç denilen o gösteri asla tamamlanmış sayılmıyordu.

Linç fotoğraflarındaki insanların yüzlerinde tuhaf bir mutluluk okunur. Kurbanın asıldığı ağacın çevresinde toplanan idealize edilmiş beyaz toplumun bir üyesi olmaktan dolayı mutludurlar. Linç fotoğrafları bu aidiyeti belgeliyordu. Beyaz üstünlüğü kolektif bir duygu olarak yaşıyordu. Fotoğraf karesi içinde yer almak beyaz üstünlük duygusunu paylaşmak, bu duyguda birleşmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla o fotoğraflar sadece asılmış bedenlerin, onların çevresindeki kalabalığın imgesini yeniden üretmiyordu, beyaz üstünlük ideolojisini de yeniden üretiyordu.

17-11/18/screenshot_1-1510961007.png

Batıda idam cezaları uzun yıllar şehir meydanlarında kamuya açık olarak infaz edildi. İdam sehpaları ancak uzun zaman sonra cezaevi avlularına kuruldu. Kamuya açık infazlarda her zaman kalabalık bir izleyici bulunuyordu. (Devrimi izleyen günlerde giyotinin çevresindeki kalabalığın yaşadığı devrimci coşku ayrı bir yazı konusu.) Ancak infazcılar ile izleyiciler arasında daima kalın sınır çizgisi çiziliyordu. Halk mimetik realizmi gerçekleştirecek teknolojinin keşfedilmediği bu dönemde sadece izleyici durumundaydı. Oysa linç fotoğrafları böyle bir çizgiyi siliyor. Fotoğraf karesine giren herkes linç güruhuna dahil oluyor. Artık hiç kimse tanık değil, herkes suçun faili.

Geçen yüzyıl başlarında gelişen sansasyonel gazetecilik anlayışı da görsel malzemeleri ve üslubuyla linçlerin gösteri olarak kabul görmesinde rol oynadı. Linç fotoğraflarına bu gazeteler de bol yer verdiler. Tecavüze uğradığını iddia eden beyaz kadının portresini çizerken, onun duygularını anlatırken başvurdukları melodramatik tonlar taşıyan üsluplarıyla adeta linçi meşrulaştırıyorlardı. Fotoğrafların yanı sıra, bir zamanlar dükkânlarda satılan, elden ele dolaşan linç kartpostalları da vardı. Linçin popüler kültüre dâhil olduğunu en ziyade teyit eden de bu kartpostallardı. Bunlar pazarda alıcı buluyor, hatıra olarak saklanıyorlardı. Koleksiyoncuları da vardı. Amerikan popüler kültürünün nesneleriydiler. Dylan’ın sözünü ettiği “asılmışların kartpostalları” bunlar.

Linç ritüeli hareket eden imgeler olarak da sunuldu. Amerikan sinemasının sinema tarihinin en ırkçı filmlerinden biriyle başladığını söylemek abartalı bir hüküm sayılmamalı. Bir Ulusun Doğuşu‘nda Klu Klux Klan’ın giriştiği linç eylemini on binlerce Amerikalı heyecanla izlemişti. Toplu cinayetin yeniden sunumuna dünyanın başka hiçbir yerinde böylesine merak duyulmamıştır. Şu da var ki, söz konusu imgeler alternatif tarih yazan, Amerika’nın karanlık geçmişini gün ışığına çıkaran linç karşıtı yazarlar açısından da yararlı malzeme ve delil değeri hayli kuvvetli kanıt oldu. Metatarih başlıklı kitabıyla paradigma sarsmış olan tarihçi Hayden White’ın imgelerin, fotoğraf ve film gibi görsel malzemelerin tarih yazımındaki rolünü “Historiophoty” kavramıyla açıklamaya çalışır. Gerçekten geçmişi farklı biçimde anlatmak isteyen ve alışılmış kaynakları kullanmakla yetinmeyen tarihçiler için görsel malzemeler büyük değer taşıyor.

Aslında Dylan, “Desolation Row”da sadece Duluth’daki linç olayından söz etmiyor. Şarkısında çok daha fazlası var. Amerika’nın tarihine ve kültürüne derin bir eleştiri getiriyor ve bunu kolaj tekniği sayesinde başarıyor. “Desolation Row” onun popüler şarkı yazımına farklı bir yöntemle yaklaştığı, kolaj tekniğine başvurduğu şarkılarından biri. Dylan, Dadaist sanattaki bu teknikle popüler müziğe yeni bir estetik form getirdi. Onun Beat edebiyatından ne denli etkilenmiş olduğu sevenlerinin malumudur. Ancak “Desolation  Row”da bu kez Beat esinli Dylan ile değil, Dadaist Dylan ile karşılaşıyoruz.

Kolaj dinleyicinin algı kapılarını daha fazla açıyor, anlamı çoğaltıyor ve zenginleştiriyor. Parçalar arasında yaratılan dinamik ilişki dinleyicinin farklı perspektiflerden bakmasını sağlıyor. Dylan böylelikle söz konusu şarkısında sosyal eleştiri yapmanın, dramatik olayların anlatıcısı olmanın çok ötesine geçerek dinleyiciye anlam zenginliği sunuyor. Tekil bir linç olayını aktarmanın ötesinde dehşet uyandıran bir geçmişe dönüyor. “Şehre sirk gelmiş” derken sadece 1920 yazında Duluth’a gelen sirkten söz etmiyor. Söylediği bizatihi linçin Amerika’nın şehir ve kasabalarını dolaşan bir sirk, bir gösteri haline geldiği.

T.S. Eliot kültürün nelerden oluştuğunu sayarken “tazı yarışları”nı da anar. Sanırım, İngiltere’yi esas alarak yapılmış bir tanımdır onunki. Amerika’nın kültüründen söz ederken linç de mutlaka anılmalı. Aslında, Dylan söz konusu şarkısında bunu öneriyor bir bakıma. Linç gerçekten bir sirk. Ama öyle her yerde izleyebileceğiniz bir sirk değil. Amerika’ya özgü bir sirk, tıpkı P.T. Barnum’un gösterileri gibi. Sosyolog James F. Cutler 1905 yılında yayımlanan Linç Hukuku başlıklı kitabında isabetle linçin “Amerika’ya özel bir kurum” ve Amerikan kültürünün bir parçası olduğunu yazmıştı. Kuşkusuz, başka yerlerde, başka kültürlerde de kalabalıkların yürürlükteki hukuk düzenini çiğneyerek, yargılama sürecini hiçe sayarak kendilerince suçlu saydıkları kişileri öldürdükleri, cezalandırdıkları görülmekte. Ancak bunların hiç birinde Amerika’da olduğu gibi ritüel ve gösteri niteliği taşımaz. Ritüel ve gösteri olarak linç “Amerikan müstesnalığı”nı oluşturan özelliklerden birini oluşturuyor.

LİNÇ KUŞAĞI

Amerika’nın kolektif ruhunu liberal değerlerin biçimlendirdiğini savunanlar linçin etkili bir hukuk düzeninin henüz yürürlükte olmadığı, adli kurumların henüz oluşturulmadığı ilk yerleşimcilerin batıya doğru ilerledikleri hudut (frontier) günlerinde zaruretten doğmuş bir “halk adaleti” biçimi olduğunu ileri sürüyorlar. Bu teze göre linçe henüz adalet dağıtıcı organların mevcut olmadığı bir dönemde düzeni sağlamak, suçla mücadele etmek için kaçınılmaz olarak başvuruluyordu; bütün ülkede etkili olacak bir hukuk düzeninin tesis edilmesinden sonra linç de bir süre sadece güneyin modern hayattan soyutlanmış kırsal kesimlerinde görüldü; bölgesel bir sorun olarak devam ettikten sonra bütünüyle ortadan kalktı.

Bu tezler ikna edici olmaktan hayli uzak. Pek çok yanlış içeriyorlar. Linç güruhu, Max Weber’ın sıklıkla vurguladığı devletin o şiddet tekelini kırıyor, yasadışına çıkıyor ve zorbalıkla, kendince düzen sağlıyor. Kendinde şiddet uygulama hakkını görüyor. Vigilantism denilen bu tutumun Amerika’da derin kökleri var, belirli bir dönemle sınırlı değil, bir Amerikan geleneği. Amerika’da etkili bir hukuk düzeninin tesisinden çok sonra da linç olayları yaşandı. Şerif ofislerine yürüyen kalabalıklar orada hücrede gözaltında tutulan şüphelileri zorla alarak linç ettiler. Sivil haklar hareketine tepki olarak 1960’larda bile Güneyde siyahlar linç ediliyorlardı. Linçin en yaygın olarak H. L. Mencken’in “linç kuşağı” olarak adlandırdığı Güney eyaletlerinde vuku bulduğu bir gerçek. Özellikle iç savaş sonrası istikrarsızlık, yenilginin verdiği kızgınlık ve uyandırdığı tedirginlik, kırsal ekonomide yaşanan değişim ve belirsizlik linç olaylarının artmasında etkili olmuştu. Ama iddia edilenin aksine linç kırsal Güney ile sınırlı değildi. Kalabalıklaşan şehirlerde de vuku buldu. Kırsaldan şehirlere göç edenler, modern hayata dâhil olanlar linç geleneğini modern şehir ortamında sürdürdüler. Bu kez kanlı gösteriyi izlemek isteyenler şehrin öte yakasından tramvaylarla geliyorlardı. Linç edilenlerin bedenleri ağaçlara değil, elektrik ve telefon direklerine asılıyordu. Mark Twain’in linçin “kanlı bir cinnet salgını” olduğunu söylemesi Güneyin kır ve şehirleri dışında da linç olaylarına rastlandığını ifade ediyor.

Linç olayları çoğu kez beyaz bir kadının siyah erkeğin (ya da erkeklerin) tecavüzüne uğradığına dair şikâyet ve iddiada bulunmasıyla başlıyordu. Cinsel dürtülerini bastıramayan,  cinsel arzularına gem vuramayan siyah erkek stereotipi beyaz ailenin varlığına ve değerlerine karşı bir tehdit olarak algılandığı için bu iddia linç güruhlarını harekete geçirmeye yetiyordu.  Bu stereotip ancak karşıtı ile birlikte varolabiliyordu: İffetli beyaz Güneyli kadın. Karşıtlık içindeki bu stereotipleştirmeler linçi meşrulaştırmada kullanılıyordu. Daniel Kato Linçi Liberalleştirmek (Liberalizing Lyching) başlıklı kitabında linçi önemsizleştirmeye çalışan liberal bakışı eleştiriyor. Çok kesin bir ifadeyle federal hükümetin on dokuzucunda yüzyıl sonlarından 1960’lara kadar uzanan uzun bir dönem boyunca linç olayları karşısında kayıtsız kaldığını belirtiyor. Kayıtsızlığın kurumsal yetersizlikten ve güçsüzlükten değil, federal hükümetçe verilmiş “müdahale etmeme” karar(lar)ından kaynaklandığını vurguluyor. Kato’nun söyledikleri keskin bir eleştiriden de öte ağır bir suçlama.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir