Sivil edebiyatla ‘beyin üniforması’nı anlattım

Sivil edebiyatla ‘beyin üniforması’nı anlattım

Prof. Dr. Alaattin Karaca, son iki yılda Karar Gazetesi’nde yayımlanan yazılarını ‘Sivil Edebiyat’ isimli kitapta topladı. Türkiye’de sivillik sorunu olduğunu belirten Karaca “Sivilliğin karşıtı salt ‘askerî’lik değildir; ‘üniform’dur; yani tek forma giyenlerdir. Dünyada sadece askerî üniforma yok ki! Sanatkârı belli bir biçimde düşünmeye ve hissetmeye zorlayanlardan söz ediyorum” diyor.

2016-2018 yılları arasında Karar gazetesinde yazdığınız yazıları Ece Ayhan’ın Sivil Denemeler’ine atıfta bulunacak şekilde ‘Sivil Edebiyat’ adı altında kitaplaştırdınız. Sivil olmayan bir edebiyat mı var ki kitabınıza bu ismi verdiniz? 

Sizin de tespit ettiğiniz üzere Türk edebiyatında ‘sivil şiir’ kavramını ilk kez Ece Ayhan gündeme getirdi. O da Pier Paolo Pasolini’den almış. İngiltere’de Shakespeare’in saatlerce süren oyunlarını ayakta seyreden yoksullara ‘sivil’ derlermiş. Ayhan, ters Türkçede bu sözcüğün karşılığı ‘çırılçıplaklık’tır der. Bu bağlamda ‘sivillik’e yoksulluk, kimsesizlik, yapayalnızlık, her türlü çıkar ve mülkiyet ilişkisinin dışında olmak gibi anlamlar yüklüyor. Ben de bunu edebiyatımızda önemli bir sorun olarak gördüğüm için kitaba ‘Sivil Edebiyat’ adını verdim. Çünkü kanaatimce ülkemizde bir ‘sivillik’ sorunu var. Kimileri ‘sivil’i sadece ‘askerî’nin karşıtı sanarak ‘Türkiye’de askerî bir edebiyat mı var ki, sivil edebiyat diye bir tanımlama olsun?’ diye sorabilir. Sivilliğin karşıtı salt ‘askerî’lik değildir; ‘üniform’dur; yani tek forma giyenler… Dünyada sadece askerî üniforma yok ki!.. Sanatkârı belli bir biçimde düşünmeye ve hissetmeye zorlayan ‘beyin üniforması’ndan söz ediyorum. Evet dünyada ve ülkemizde böyle beyni üniformalı ‘organik aydınlar’, ‘organik sanatkârlar’, üniversitelerde de ‘kariyerist’ler var. Dolayısıyla sanatın her türlü iktidarla ilişkisi, ödüllerde, etkinliklerde bu ilişkinin izleri -dün de bugün de- apaçık görülürken, ‘üniform bir sanat’ tehlikesine dikkat çekmek istedim. Bence sivillik her türlü iktidar ilişkisinden uzak, Allah’ın yarattığı fıtrat üzere doğarken de ölürken de ‘çırılçıplak’ olduğumuzun şuurunda olmak demek! Sanat, doğası gereği vicdanî bir etkinlik. Valery’nin dediği gibi ilk mısra Tanrı vergisidir; ilham ancak ‘ehl-i dil’lere uğrar. O hâlde sivillik ehl-i dil olmaktır; ehl-i dünya, ehl-i kuvvet olmak değil! İlhamı siparişle, emirle çağıramazsınız; ilham perisi soframıza sermayenin ya da iktidarların buyruğuna göre gelen bir konsomatris değil! Öyle olsaydı Nahid Sırrı Örik’in “Şair Necmi Efendi’nin Bahar Kasidesi” adlı hikâyesindeki şair, tüm ihtiyacına rağmen bahara değil, sultana kaside düzerdi. İşte bu hikâyedeki Şair Necmi özlediğim sivil şairdir. “Baş eğmezem edâniye (alçaklara) dünyâ-yı dûn (alçak dünya) içün” diyen bir şairin torunları, sufi poetikanın özünün dervişliğe, dervişliğin de sivilliğe denk düştüğünü bilmeliydiler! 

Kitabın ilk bölümündeki yazılarda kültür ve sanatın iktidarla ilişkisi irdeleniyor. Bu meseleye bilhassa günümüzde yoğunlaşmanızın sebebi nedir?  

Geçmişte de şimdi de yeryüzündeki en güçlü organizasyon, devlet bence. Kendine göre bir nizamı var; kendini korumak, daimî ve güçlü kılmak istiyor. Tabiatıyla ‘üniform’, hatta yasa ve kolluk kuvvetleri sebebiyle ‘icbarî’ bir vasfı var. Bu itibarla elbette sanatı da çeşitli kurumları vasıtasıyla kullanmak ister, kullanır… Bir yazımda Yahya Kemal’den nakille belirttiğim gibi; ‘devlet uslu ve uysal bende’ler ister, demiştim. Böyle bir müdahalede sanat, soluk aldığı ve beslendiği iklimi, vicdanı kaybedeceği için ölür. Çünkü sanat doğası gereği, icbarî değil, iradî, hür ve özerktir. İşte öncelikle bu ‘patronaj’ ilişkisinin risklerine dikkat çekmek istedim. Bu, devlete karşı olmak değil! Karşı çıktığım, devletin sanatkârla buyurgan bir tavır içinde ilişki kurması ve kimi sanatkârların bu ilişkiye gönüllü katılması. Bugün bunun altını çizme sebebim, geçmişte iktidar sahipleri tarafından devletin çeşitli aygıtları kullanılarak ötelenen bir camianın devletle/iktidarla benzer yöntem ve araçları kullanarak münasebet kurması ve edebî kamuda kendilerini böyle kabul ettirmeye çalışmaları…Unutmayın geçmişte örneğin Ahmet Oktay’ın ‘Resmî İdeoloji Tarafından Dışlanan, Yazınsal İktidarı Dışlayan Bir Şair: Sezai Karakoç’ başlıklı yazısına atfen, ‘iktidar tarafından dışlanan bir Sezai Karakoç’ vardı, ama Sezai Karakoç da ‘iktidarı dışlamıştı’. Şimdi onu dışlayan iktidar yok, ama Karakoç, iktidarları dışlayarak var oldu!.. 

Kitabın dikkat çekici yazılarından biri ‘Edebî Cemaatler/Tekkeler ya da Koro Şuarası’. Edebî cemaatlerin özellikleri nelerdir? Bu tekkeye mensup isimler geleceğe kalabilecekler mı?  

Evvelâ ‘koro’ şahsî sesi perdelemekte, dolayısıyla sanatı anonimleştirmekte, ikincisi kapalı devre çalıştığı için mukayese yapmayı, eleştirel iklimi ortadan kaldırmakta, üçüncüsü, bu hâl başka sanatkârları öteleme ve görmezden gelmeye, hatta silmeye kadar varmakta. Böyle olunca artık ortada sanatkâr değil de, belli bir sermaye ya da iktidar çevresinde kümelenmiş, tâbi olduğu güce ‘simge’ üreten ‘kültür endüstrisinin işçileri’ boy gösteriyor. Peki buradan geleceğe bir şey kalır mı? Nitelikli, özgün olan kalır, gerisi unutulup gider. Şimdi kim hatırlıyor Behçet Kemal Çağlar’ı?.. Oysa Halkevleri tüm gücüyle arkasındaydı, değil mi?.. 

Kitabın ikinci bölümü İslamcı düşünce ve edebiyatı ele alan yazılardan oluşuyor. Muhafazakâr sanatın ve edebiyatın kültürel temelleri nelerdir? Böyle bir edebiyat ve düşünce geleneği oluşabildi mi? Riskleri, avantajları, çıkmazları nelerdir?   

İslâmcı ve muhafazakâr çevrenin en büyük problemlerinden biri, kültürde radikal kopmalar yaşamaları ve bunun sonucunda teoride savunduklarını -meselâ yerli ve millî- pratize edememeleri. İkincisi, kültürde süreklilik esastır; bu sanatın İslâm’dan kaynaklanan bir estetik/felsefî temeli var. Ayrıca tarihte kalan bir edebî gelenek mevcut. Çağdaş İslâmcı sanatın bugün yaşadığı en önemli sorun kendi estetik/felsefî geleneği ve referanslarıyla bağ kuramaması, aksine tepki gösterdiği kültüre büyük ölçüde tâbi olması. Gelenekçiliği savunmuyorum. Ama geleneği aşmanın yolu, onun üstüne basarak yükselmekten geçer. Gelenek bizim binek taşımız. İslamcı edebiyatın bu manada henüz bir zemini yok. Söz konusu edebî çevrede sadece Sezai Karakoç, böyle bir yol izledi. Dirilişin kökünü ‘ezel’de aradı, sanatında ezelden ebede doğru bir süreklilik çizgisi oluşturmaya çalıştı, şiirini bu sağlam zemin üzerinde yükseltti. Şimdi o yolu izleyen yok.  Geçmişte onları, mazlum safında bulunmaları ve ‘mağduriyet’ dili diri tutuyordu, ama artık o dilin sosyal şartlar gereği, karşılığı yok. Başka bir dil bulmalılar ve bu dil kendilerini eleştirmekten dahi çekinmeyen imtidad zincirine bağlı ‘sivil dil’ olmalı. 

'YERLİ VE MİLLİ'YE GÜVERCİNLERE SORMAK LAZIM

Son dönemde sanat ve edebiyatta ‘yerlilik/millîlik’ söylemlerinin ön plana çıktığı görülmekte. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?

Sloganla ‘yerli ve millî’ olunmaz! Yerlilik ve millîlik tabiî, kendiliğinden bir yaşayış ve ruh meselesidir. Söz buraya gelmişken Ahmet Haşim’in ‘Güvercin’ başlıklı bir yazısını hatırladım. Şairin şu satırlarını sorunuza cevap kabul edin: “Otel, banka, mektep, iskele, şimdi dışarıdan minaresi ve içeriden minberi eksik birer cami karikatürüdür. Bu tarz inşa usulüne ‘Türk mimarisi’ diyorlar. Hakikaten bu çirkin taş yığınları Türk mimarîsi midir? O hâlde güvercinler neye bu mimariyi bir türlü sevmiyorlar? (…) Güvercin şâyân-ı hayret bir anlayışla usta Sinan ve Kasım’ı âciz mukallidlerinden ayırmakta zerre kadar tereddüt göstermiyor. Büyük mimarlarımızın bazen fikir danışması için, sanayi-i nefise encümenine bir güvercinin de âzâ intihab edilmesi acaba muvafık olmaz mıydı?’ Hâşim’in dediği gibi bence bir şeyin ‘yerli ve millî’ olduğuna karar vermek için evvelâ güvercinlere sormak lâzım! Yani bu işe güvercinler ne derler acaba?

İNSANIN SÜREKLİ RAHATSIZ OLMASI, RAHATSIZ ETMESİ İYİDİR

Akademisyensiniz ama kitabınızdaki yazılarınızda akademik üslûptan soyutlanmış, hür ve rahat bir dil kullanıyorsunuz. Böylesi bir dil kullanımı ve günlük bir gazetede yazmak size nasıl bir avantaj sağlıyor?

Bence bizde iki dil var: İlki, bürokratların/akademinin dili… Ben buna ‘prosedür ve protokol dili’ diyorum. Bu dil, statükocudur, yeni bir şey önermez, düşünceye sıçramalar yaptırmaz, üstten bakar, sorgulamaz, genelde nakleder, kıyılarda değil hep merkezdedir, otoriterdir. İnsan okudukça, hatta Batılı eserlerle karşılaştıkça, akademik dilin kalıplarından kurtulmak; tabir caizse cevelân etmek, sorgulamak, doğal biçimde yazmak istiyor. Böyle bir süreçten geçti benim dilim. Gazeteye yazmadan önce vardı ama gazete bana böyle, hür bir şekilde cevelân edebileceğim bir kapı açtı. Gazetede yazmak pek düşündüğüm bir şey değildi. Bu işin vebali de sevabı da Genel Yayın Yönetmenim Sevgili İbrahim Kiras’a ait. Başlangıçta çekimserdim ama şimdi kendisine, beni her hafta yazmaya mahkûm ve mecbur ettiği için müteşekkirim. Bu yazılar, beni diri tutuyor. Sonra cephede bulunmak güzel, yani insanı ataletin yumuşak kucağından alıp, cephenin tedirgin, oldukça dikkat ve ihtiyat isteyen sahasına bırakıveriyor. Artık daima at üstünde yazmak durumundasınız… Ece Ayhan’ın bir dizesi vardı. Galiba şöyleydi: ‘Artık atından inmeden sevişmeye alışmalısın.’ Öyle bir şey gazetede yazmak! İnsanın sürekli ‘uyanık’ olması, rahatsız olması, rahatsız etmesi iyidir…

18-11/16/sivil.jpg

NECATİ TONGA

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN