Post modern popülizm

Ekonomiyi nedensellik zincirinin başına koyanlar kapitalizmin modernliği yarattığını iddia edebilirler. Muhakkak ki kapitalizm ile birlikte farklılaşan bir modernlik ortaya çıkmıştır… Ancak modernliğin çok daha önceden, 10-11. Yüzyıllarda tomurcuklandığını, kendisine uygun ve kapitalizme evrilmeye müsait bir ekonomi yarattığını öne sürebiliriz. Yani her ne kadar bugün modernliği çok ‘kaygan’ bir zemin olarak, kapitalizmi ise bir ‘üst akıl’ şeklinde anlamlandırmaya müsait olsak da, aslında temeli oluşturan, vazgeçilemeyecek ve ‘hayati’ olan modernliktir.

Nitekim modernlik kapitalizmin krizine alışıktır. Hatta krizi kurumsallaştırmış, neredeyse ‘gerekli’ bir olgu olarak sunmuştur. Çünkü kapitalizmin krizi devrevidir… Yani yaşanır ve yeni bir denge içinde yeniden eski noktaya dönülür. Bunun son derece rahatlatıcı olduğuna kuşku yok. Düşünün ki krizin boyutları ne olursa olsun, yine eski güvenli ve istikrarlı günlere döneceğinizi biliyorsunuz… Nitekim bu bakış ve onu destekleyen deneyim insanların ve kurumların kapitalizmin krizine adaptasyonunu kolaylaştırmıştır.

Buna karşılık modernliğin krizi hiç öngörülmeyen, hatta düşünülmeyen bir şeydi… Bu krizle nasıl başa çıkılacağı bilinmiyordu. Çünkü modernlik devrevi değil, doğrusal bir değişim çizgisinin üzerinde varsayılıyor ve uzun bir dönem boyunca (belki ilelebet) hükmünü sürdüreceği düşünülüyordu. Dolayısıyla insanlar ve kurumlar modernliğin krizine hazır değillerdi… Bu durum Batıda tam olarak seslendirilmeyen ve açık yüreklilikle tartışılamayan bir panik hali yarattı. Modernliğin ‘bitebiliyor’ olması ve hele bunun iç dinamikler sonucu yaşanması o denli akıl almaz bir olguydu ki, Batılılar modernliğin tıkanmasının sebeplerini kendi dışlarında aradılar.

***

Bu tepkide, belki de en modernist disiplin olan ‘ortodoks’ tıbbın ‘insan/dış dünya’ ilişkisine dair varsayımlarının etkili olduğunu düşünebiliriz. Pasteur’yen bir yaklaşımla kendimizin saf ve temiz, dış dünyanın kirli ve tehlikeli olduğunu kabullenen, hastalıkların ‘dışarıdan’ geldiğini söyleyen bir bakış… Modernliğin sıkıntıya girmesinin küreselleşme dönemine rastlaması, söz konusu varsayımın çok daha kolay kabullenilebilmesini sağladı. Çünkü dış dünya hem teröristleriyle sokağınızda, hem de göçmenleriyle evinizin içindeydi…

Bu ortam sadece ‘siyasi hayaletler’ ve ‘ideolojik hurafeler’ üretmedi… Bunların var olduğu bir dünyada nasıl yaşanabileceği sorusunu gündeme getirdi ve ilk cevap kendini korumak üzere tedbir almak, bu tedbirlere dair demokratik kaygıları unutmak, kısaca otoriterleşmeyi normalleştirmek şeklinde oldu.

Böylece Batılı demokrasilerin merkez partilerinin krizine tanık olduk… Çünkü bu partilerin bütün cazibesi çoğulcu bir toplum yapısında farklı talepleri buluşturmak, oradan sentezler ya da uygulanabilir pazarlıklar üretmekti. Diğer deyişle bu partilerin gücü demokratik mekanizmanın kullanılabilirliği ile bağlantılıydı ve toplum tarafından anlamlı bulunmalarının nedeni de, bizzat toplumun kendi sorunlarını çözmek ve bir arada yaşayabilmek için söz konusu demokratik mekanizmalara muhtaç olmasıydı. Kısacası Batıda demokratik sistem toplumsal bir ihtiyaca karşılık geliyor, çoğul yapının karmaşık talep zenginliğinin somut siyasi hedeflere yönelmesi, buna uygun dinamikler yaratması mümkün kılınıyordu.

***

Ne var ki, modernliğin küresel bir ortamda dışarıdan ve içeriden ‘modern dışı’ tehlikelerle kuşatıldığı bir ortamda, iç dinamiklerin ürettiği talepler ikincil hale geldi… Soru dış dinamikle kimin başa çıkabileceğiydi ve cevap ‘merkezkaç’ siyasette bulundu. Çünkü tehditlerden paranoya üretebilen ve her şeyi ‘millileştiren’ bir söylemleri vardı… Altı boş ama rahatlatıcı bir söylem… Popülizmin yeniden sahneye çıkması böyle oldu.

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum